Felsefe Röportajları #6 Yasin Ramazan

/
2607 Okunma
Okunma süresi: 10 Dakika

Taner Beyter: Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler; kendiniz ve ilgi alanlarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Yasin Ramazan: Ben teşekkür ederim. Öncül’ü Türkiye’ye geldiğimden beri takip ediyorum, böyle bir çalışmayı görmek sevindirici. Ben lisansta Ankara İlahiyat mezunuyum, sonrasında yüksek lisans ve doktora için ABD’nin İndiana Üniversitesi’ne gittim. Din felsefesi alanında yoğunlaştıktan sonra, teistik yaratma teorilerinin zorunlulukçu bir yaklaşımla analizini yaptığım bir tez ile doktoramı bitiridim. Bu sırada üniversitede eleştirel düşünme dersleri verdim. Şu an Marmara Üniversitesi ve Şehir Üniversitesinde hem din felsefesi hem eleştirel düşünme derslerine giriyorum. Çalışmalarım daha çok bilim felsefesi, epistemik öncelik ve nedensellik metafiziği merkezli gitti. Şu an, eleştirel düşünmeyle ilgili kitabımın son hazırlıklarını yapıyorum. Bu sene içinde çıkacak inşallah.

TB: Bildiğiniz gibi ülkemizde 80 civarında felsefe bölümü mevcut, ortaya konulan işlere baktığımızda akademik anlamda Türkiye’de felsefenin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bizden filozof çıkar mı, çıktı mı?

YR: Ben felsefenin dialog, yani otantik bir karşılıklı konuşma olduğunu düşünüyorum. Tek başınıza düşünürken bile, savunacağınız teze yapılabilecek itirazları gözetmeniz bence bu konuşmanın olmazsa olmaz olduğunu gösterir. Akademik felsefe, bu felsefe tanımını biraz daraltıyor. Pek çok kişi farkında olsun veya olmasın felsefe yapar. Bilim adamları, sanatkarlar, edebiyatçılar ve ideologlar sürekli fikir üretiyor ve bunlarla etkili olabiliyorlar. Akademide yazılıp çizilenleri de içine alabilecek pek çok düşünce üretiliyor. Bunlara felsefe demeyeceksek, felsefeyi hayattan soyutlamış oluruz. Ama bunlardan çoğu iyi felsefe mi? Değil. İyi felsefe ile kastım da şu: tutarlı, ne dediğini bilen, teorik veya pratik anlamda düşüncesinin zorluklarını göğüslemeyi göze almış ve iddiasını mutlaklaştırmayan felsefe. Şimdi bu kriterleri düşündüğümüzde, aklımıza hemen birileri gelmiyor belki ama okuyup yazarken karşımıza isimler yer yer çıkıyor. Neden aklımıza biri gelmiyor doğrudan? Çünkü sistematik felsefe ortaya koyabilecek bir tartışma ortamı yok. Gerek sosyal bilimler, gerek insani ilimlerde, felsefenin kıta veya analitik kanadında, üretici tartışmadan yoksunuz. Yani A diyen birine A değil çünkü B diyen, bu tartışmayı okuyup B’ye katılıyorum ama şu açıdan eksiği var diyerek C demiş olan, A ile C’yi birlikte düşünmeliyiz diyerek D’yi ortaya koyan birileri çıkmıyor. Herkes sıfırdan başlayarak, ya çok eskilere, ya günümüz düşüncesine atıfla yazıyor, çiziyor, fikir üretiyor. Birbirimizi, yaşayan insanları görmüyor gibiyiz. Yaşayanlar, kişiselleştirmeden tartışma kültürünü geliştirmediği sürece, sistematik bir felsefenin de ortaya çıkması mümkün görünmüyor.

TB: En çok ilgilendiğiniz alanlardan birinin din felsefesi olduğunu biliyoruz hocam. Din felsefesini sizin için daha çekici kılan şeyler nelerdir? Bu alanla ilgilenmek isteyen genç felsefecilere neler önerirsiniz?

YR: Din felsefesiyle lisansta tanıştım. Bilimden ahlaka, epistemolojiden ontolojiye pek çok konuya değinme imkanı sağlamıştı, dayanamadım. Kendi varoluşsal sorularıma bir yerinde mutlaka cevaplar bulurum diye düşünerek girdim. Evet, cevaplarını bulduğum, bulmadığımdan çok daha fazla. Hatta sorularımı arttırdı desem daha doğru olur. Ancak sorularımın kalitesini de arttırdı. Mesela, bilgiyle ilgilenirken, bugünkü bilgi teorilerine ulaştıran Ortaçağ’daki metafizik tartışmaların nasıl şekillendiğini gözlemleyebildim. Kozmolojik delil tartışmalarının Hume’u, ondan yola çıkarak ontolojik delil tartışmalarının Kant’ı nasıl etkilediğini, felsefe-din ilişkilerinde klasik dünya görüşünün, modern dünyanın kurulmasında ne şekilde etkili olduğunu, bir tez olarak bilimin felsefeyle girdiği mücadelede nasıl bir felsefi altyapıyı öngördüğünü fark etmemde din felsefesi tartışmaları oldukça etkili oldu. Din felsefesine gireceklere de, soru odaklı çalışmalarını tavsiye ederim. Felsefe tarihini baştan sona okumak belki genel kültürünüzü artırır. Ama iyi felsefe yapmak isteyen, hangi tarihsel dönemden olursa olsun filozofların görüşlerini, aynı-benzer sorulara verilen farklı cevaplar şeklinde öğrenmeye çalışsın. Bu sayede, o soruya, kendisinin de cevap vermesi gerektiğini, bu cevabın da ödünç alınamayacağını fark edeceğini umuyorum. Din felsefesinde bu, dini hassasiyetlere çok temas ettiği için epey zor olabiliyor. Dindar biriyse, geleneksel olarak saygı gören birinin fikrini tartışmaya açmaktan çekinebiliyor. Bir ateist veya deist de, aynı kişinin fikrini ‘dini’ olduğu için tartışmaktan geri duruyor. Oysa fikirleri, bağlamını gözeterek anladıktan sonra söyleyeni bir kenara bırakıp konuşamazsak, nasıl kendimize mal edeceğiz?

TB: Sormadan edemeyeceğiz hocam Tanrı’nın varlığı lehine ve aleyhine en güçlü argümanlar sizce nedir? Özellikle Kelam Kozmolojik Argüman ve Delilci Kötülük Problemi hakkındaki düşüncelerinizi merek ediyoruz doğrusu.

YR: Tanrı’nın varlığına delil olarak verilen argümanların bence en güçlüsü İbn Sina’nın ontolojik delil versiyonu. İşin doğrusu, ona ontolojik değil kozmolojik diyenler de oluyor. Henüz literatürde bir mutabakat yok. Zorunluluk ve imkanın (olanaklılık), yani modalitenin zihnimizin mi yoksa dış dünyanın mı bir özelliği olduğu yargısına bağlı bu. İbn Sina, argümanını zorunlu ve mümkünden yola çıkarak, zorunlu varlığın ispatı şeklinde kurgulamış. Aslında Tanrı’nın varlığını ispat ettiğini, yani dinin yüce varlık tasavvuruna ulaştırdığını iddia etmiyor. Tanrı’nın aleyhine en güçlü argümansa, Tanrı’nın sıfatlarının çelişkisi argümanlarından Tanrı’nın ezeliliği ile mutlak bilgisine dair olan. Bunun çeşitli versiyonları var ama, bence ezeli Tanrı’nın tarihin akışını zamansız nasıl bildiği tatmin edici şekilde cevaplanabilmiş değil. Zamansız gerçeklerin, yani mantık ve matematikteki zorunlu doğru önermelerin bilinmesi sorun teşkil etmiyor. Ama kontenjan varlıkları, tüm kontenjan özelliklerinden arındırarak nasıl bilebileceği, biliyorsa bunun her şeyi kapsayıp kapsayamayacağı oldukça tartışmalı. Ben Kelam Kozmolojik Argümanı‘nın, Tanrı’nın varlığını varsaymadığı sürece çok başarılı olduğunu düşünmüyorum. İslam felsefe ve kelam literatüründe hudus delili olarak geçen bu argüman, modern zamanlarda Big Bang’in işin içine girmesiyle yeni bir form kazandı. Ancak Big Bang’ın, bu kozmolojik argümanın kastettiği zamanda mutlak başlangıç olmaması da mümkün. Yani ardıl evrenler düşünürsek, Big Bang de bir evrenin sonu diğer evrenin başı olabilir, yani sonuçta doğal bir olay olur. Ayrıca, başarılı bile kabul etsek, teistik bir argümanın, dünyanın sadece başlangıcını açıklaması yeterli değil. Çünkü bu argüman deizm için de kullanılabilir. Yani, dünyanın Tanrı’ya sürekli bağımlılığını kantılamadığı için, başlangıcını kanıtlaması, teist bir Tanrı’ya vardırmıyor bizi. Delilci kötülük problemininse, ikinci öncülündeki Mutlak İyi varlığın daha üstün bir iyiliği feda etmeden veya daha büyük bir kötülüğe sebep olmadan dünyadaki acıyı dindireceği ifadesinin yeterince açık olmadığını düşünüyorum. Tanrı’nın dünyaya müdahalesi konusunda, teistik yaklaşımın sınırlarını zorluyor. Yani, Tanrı’nın her an her şeyi yaratması, onun bir kötülük olacağı zaman yaratmayı bırakması veya kötülük ortaya çıkmayacak şekilde yaratmayı tercih etmesi şeklinde anlaşılmak zorunda değil. Tanrı, bir ontolojik zorunluluk olarak varsa, dünyada olan ne varsa Tanrı sayesinde oluyordur. Ama Tanrı yapıyor demek için felsefeden çıkıp dogmatik teoloji yapmamız gerekir. Yani, Tanrı haberdar olduğu halde kötülüklere neden müdahale etmiyor sorusu, Tanrı’nın her istediğine istediği şekilde müdahale etmesini, teistik anlamda mutlak bilgi ve güce değil, insanınkine benzer bir bilgi ve güce atıfla sormuş oluyor. Bu anlamda, bu problem, teizmi mantıksal kötülük problemi kadar zorlamıyor.

TB: Malumunuz ülkemizde felsefe anlayışı karikatürlere ve ‘sorgulama, arayış içinde’ olma gibi kavramlara indirgenmiş durumda. Halk nazarında felsefe yapmanın bazı olumsuz çağrışımları var gibi duruyor. Sizce bu durumun sebebi nedir?

YR: Felsefe de, diğer insan uğraşları gibi, bir sorgulama ve arayış içinde olmadır ama bu sistematik ve kollektif bir sorgulama değilse, arayışla bulacağınız pek bir şey olmaz. Kafa karışıklığı da burada başlıyor sanırım. İnsanların kendilerine ve hayata dair genelleyici sorular sorması felsefenin zorunlu şartı olabilir, ama yeterli şartı değildir. Bu zorunlu şarta metod olarak (sorgulama) felsefe diyelim. Bu sorular, popüler kültürde, sinemada, şarkılarda, popüler romanlarda sıkça işleniyor. Çünkü alıcı kitle -yani tüketici-, bir şekilde daha önce karşılaştığı bir şeyleri tekrar görmenin entelektüel hazzını yaşıyor. Ancak bu felsefe yapmak için yeterli mi? Soruları kişiye tekrar sordurmuyorsa değil. Çoğunlukla da sordurmuyor; hazır cevaplardan birini tüketiciye sunuyor. Neyin ne olduğu, argümanın neye karşılık geldiği, hangi varsayımları içerdiği vs. düşünülmedikçe, felsefe yapmak belki havalı ama sonuçsuz bir uğraş. Bu, toplum hakkında her konuşanın sosyoloji yaptığını iddia etmek gibi bir şey olur. Bir disiplin olarak felsefeyi, bir metod olan felsefeden ayırmak gerek sanırım. Bir disiplin olarak felsefe, kavramsal bütünlüğü olan sistematik bir yaklaşım ve kollektif paylaşımla söz konusu olabilir.

Tabi diğer yandan, insanların anlamadığı şeye felsefe, anlaşılmaz şekilde konuşana filozof demesi yeni bir şey değil. Tarihte de, felsefenin genel halk kitlesinde bir lüks olarak görüldüğü, bir nevi sahne sanatı gibi düşünüldüğü dönemlerin olduğunu görüyoruz. Modern zamanlarda da, felsefe üreten bir şirket olmadığı için, yani felsefe -çok şükür- bir tüketim malına dönüşmediği için, ölü yatırım olarak görülebiliyor. Bundan herhangi bir şekilde kaçabileceğimizi sanmıyorum. Felsefeciler olarak buna alışmamız lazım 🙂

TB: Öncül Analitik Felsefe Dergisi olarak çalışmalarınızı uzun zamandır yakından takip ediyoruz ve dergimiz hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyoruz açıkçası. Bize yönelik eleştiri ve tavsiyeleriniz nelerdir?

YR: Öncül’ü Amerika’dan döndükten sonra Türkçe kavramsal zorluklar yaşadığım bir dönemde keşfetmiştim. Şaşırmadım desem yalan olur. Öncelikle, Türkiye’de felsefenin genelde kıtacı eğiliminden dolayı, bu kadar genç analitikçinin olmasını beklemiyordum. İkinci olarak da, hem içerik hem altyapı olarak profesyonelce hazırlanışı dikkat çekiciydi. Bunları da, dünyadaki analitik felsefe kültürüne entegre olarak yapması, beni de (en azından sitenin) müdavimi yaptı. Buradan çıkacak birikimin, yakın bir zamanda felsefi diskur oluşturabilecek, ikinci soruda bahsettiğim diyalog eksikliğini giderebilecek bir şey olduğunu görüyorum. Şu an oldukça güzel çeviriler yapılıyor; temennim, bahsettiğim birikim oluştuğunda, tersine çevirinin yapılabileceği bir düzeye taşınması olabilir. Yani Öncül’ün İngilizce başta olmak üzere, belli başlı dillerde felsefi yayınlara da öncülük edebileceğini düşünüyorum. Bunun dışında, belki birbiriyle ilgili makalelerin bir kategori ağacı veya bir soru etrafında birbiriyle irtibatlandırılması, okura aynı soruya/konuya farklı yaklaşımları göstermesi açısından faydalı olabilir. Sitede etiketlerle biraz bu sağlanmak istenmiş, ancak yeterli değil açıkçası. Bunun dışında eleştirecek bir şey bulamadım. Çalışmalarınızın devamını dilerim.

Dr. Öğr. Üyesi Yasin Ramazan Başaran

Yasin Ramazan’ın yayınlanmış çalışmaları:

 -“Nature, God, and Creation: A Necessitarian Case” (Doğa, Tanrı, ve Yaratma: Zorunlulukçu Bir Yaklaşım”

-The Idea of Subjective Faith in al-Maturidi’s Theology (Maturidi’nin Anlayışında İmanın Sübjektifliği)

-Avicenna on the Soul’s Power to Manipulate Material Objects (İbn Sina’ya Göre Ruhun Maddi Cisimlere Tesiri)

-Two Methods of Interpreting the Sacred Book (Kutsal Kitabı Yorumlamanın İki Yolu).

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

1 Yorum

  1. “Sormadan edemeyeceğiz hocam Tanrı’nın varlığı lehine ve aleyhine en güçlü argümanlar sizce nedir? Özellikle Kelam Kozmolojik Argüman ve Delilci Kötülük Problemi hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyoruz doğrusu.” Bu soruya verilen cevabın ibn sina ile ilgili olan kısmında Yasin Ramazan’a katılıyorum. şunu da belirtmek istiyorum: İbn sina’nin delilini ontolojik veya kozmolojik diye adlandirmanin pek doğru olmayacağı kanaatindeyim. Kozmolojik, Ontolojik gibi kullanımlar Kant’la birlikte yaygınlaştı. onun için ibn Sinanin delilini Ontolojik veya kozmolojik olarak adlandirmanin bir anakronizm olacağını düşünüyorum. Bundan dolayı bizim hoca (Engin erdem) ibn sina’nin delilini “metafizik delil” olarak adalndirmaktadir. Teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Anlatılamayan Şeyler Hakkında Ne Söylenebilir? – Silvia Jonas

Sonraki Gönderi

Carnap, Quine ve Metafizik – Fatih S.M.Öztürk

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü