Analitik Felsefeye Karşı Kıta Felsefesi – Kile Jones

Kile Jones, bu düşünme biçimleri arasındaki farkları açıklıyor.

/
2660 Okunma
Okunma süresi: 17 Dakika

Adın ne değeri var?

Şu gülün adı değişse bile
Kokmaz mı aynı güzellikte?
Romeo ve Juliet


Shakespeare; Wittgenstein, Russell veya Ryle ile hiç tanışmadı ve aralarındaki bir konuşmanın nasıl olacağını merak ediyor insan. “Adlar ne anlama gelirdi?” sorusuna Wittgenstein “sembollerin bir gizemi” şeklinde cevap verebilir. Russell “Kavramların bir açıklaması” şeklinde yanıt verebilir ve Ryle “gereksiz birçok sorun” cevabını verebilir. Hegel, Husserl veya Nietzsche ne cevap verebilir? Böyle bir soru sormak bile garip görünüyor, ama neden? Buna cevap vermek için, bu düşünürlerin yaşadığı felsefi geleneklere bakmamız gerekiyor. Bu, “analitik” ve “kıta” felsefesi olarak bilinen şeylerin arasındaki ayrımın temel farklılıklarını ortaya çıkaracaktır. Umarım bu iki felsefi geleneği anlayarak, farklılıklarını ve benzerliklerini ve birbirleriyle nasıl uyumlu olabileceklerini daha iyi anlayabiliriz.

Tipik Tanımlar

Genel bir çerçeve oluşturmak için, bu tanımların aşırı genelleme veya aşırı basitleştirme eğiliminde olmasına rağmen, akademisyenlerin yaptığı bazı tipik tanımlarla başlayalım. C.G. Prad, iyi bilinen eserlerinden olan ve bu konudaki makalelerin derlemesinden oluşan A House Divided’da, bu iki düşünme biçiminin metodolojideki farklılıklarıyla başlar ve şöyle der:

Analitik/Kıta çatışmasının özü, en çok metodolojide, yani analize veya senteze odaklanma konusunda belirgindir. Analitik filozoflar tipik olarak, uygun bir şekilde tanımlanmış felsefi sorunları parçalara ve bu parçaların içinde bulunduğu ilişkilere indirgeyerek çözmeye çalışırlar. Kıta filozoflarıysa tipik olarak, büyük soruları sentetik veya bütünleştirici bir şekilde ele alırlar. Belirli konuların “daha büyük bir bütünün parçaları” olduğunu ve yalnızca bu bütüne dayandırılarak doğru bir şekilde anlaşılabileceğini ve üstesinden gelinebileceğini düşünürler. (s.10.)

Dolayısıyla analitik felsefe, analizle (düşünce, dil, mantık, bilgi, zihin ve benzerleri) ilgilidir, kıta felsefesi ise sentezle (modernliğin tarihle, bireylerin toplumla ve spekülasyonun uygulamayla senteziyle) ilgilenir.

Neil Levy de bu metodolojik farklılığı görüyor; Metaphilosophy dergisinde (Cilt. 34, No 3) analitik felsefeyi bir “problem çözme etkinliği” olarak ve kıta felsefesini “hümanist geleneklere, edebiyat ve sanata daha yakın” ve daha “politik olarak meşgul” olma eğiliminde tanımlıyor. Hans-Johann Glock, The Rise of Analytic Philosophy‘de şöyle diyor: “analitik felsefe saygın bir bilim veya beceridir; kesin sonuçlarla farklı sorunların üstesinden gelmek için belirli teknikler kullanır.”

Bu ayrımlar büyük resmi anlamada yardımcı olsalar da aşırı genellenmiş olabilirler. Örneğin, analitik felsefede siyaset felsefesi yazan ya da tarihin nimetlerini kullanan düşünürlerin olmadığını söylemek yanlıştır. Yalnızca John Rawls’un Adalet Teorisi veya Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi‘ni düşünmek yeterlidir. Öte yandan bu, kıta felsefesinin mantığa veya dile katkıda bulunacak hiçbir şeyi olmadığı anlamına da gelmez; Hegel mantık üzerine, Heidegger ise dil üzerine kapsamlı bir şekilde yazmışlardır. Aslında, geniş bir çalışma alanına sahip olan tüm filozofların bu ayrımı bulanık hale getirdiği görülebilir. Bu nedenle, herhangi bir kesin hükümlü iddianın en iyi ihtimalle geçici olacağının farkına vararak genellemelerimizde dikkatli olmalıyız.

Bu uyarı göz önünde bulundurularak, bu genellemelerin kısmen gerçekleri de içerdiği aynı şekilde belirtilmelidir. Örneğin zihin felsefesi tam anlamıyla analitiktir: Hilary Putnam, Daniel Dennett, David Chalmers, J.J.C. Smart gibi isimlerin hepsi analitik düşünürler ve burada kullanılan analizi geleneksel kıta felsefesinde aramak, Prester John’u aramak gibidir*. Aynı şekilde, fenomenolojiyi tartışan analitik filozoflar bulmak neredeyse imkânsızdır. Bu durum, bu iki geleneğin üzerinde durdukları şeyler açısından açıkça farklı olduğunu ve felsefede farklı yerleri olduğunu ortaya koymaktadır. Farklı gidişatları, güdüleri, hedefleri ve araçları vardır, bağımsız ve farklı geleneklerinin ışığında anlaşılmalıdırlar. O halde sorumuz şu, bu farklı gelenekler nasıl ortaya çıktı?

Geleneklerin Ayrılması

Bu ayrılmanın başlangıcını bulmak için bir yerden başlamamız gerekiyorsa, belki de Königsberg Bilge’siyle, büyük Immanuel Kant (1724-1804) ile başlamalıyız. Kant, “sentetik bilişin a priori olmasının” nasıl mümkün olduğunu açıklamak için bir bilgi teorisi inşa etti (genel olarak, sadece tanım meselesi olmayan, yalnızca mantıkla çözebileceğimiz bazı şeyler nasıl vardır sorusu). Kant’ın bu süreçteki önemli bir adımı, iki soyut varlık alanı arasındaki dallanmadır: numenal (kendileri gibi olan şeyler) ve fenomenal (bize göründükleri gibi olan şeyler). Görünüşte bilinen ile olası herhangi bir deneyimin ötesinde olan ve bu yüzden bilinemeyen (örneğin, Tanrı, ölümsüzlük, özgürlük) arasında bir uçurum vardır, der Kant. Bununla birlikte, Kant’ın ilkelerine karşı iki büyük itiraz vardı.

Bunlardan ilki 20. yüzyılın kıta filozoflarının çoğunun doğrudan veya dolaylı olarak ilham aldığı Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)’den gelir. Hegel’in tepkisi, öncelikle Kant’ın numenali fenomenalden, yani kendi içindeki gerçekliği görünüşünden ayırmasına karşıydı. Hegel’e göre böyle bir ayrım olamazdı, çünkü Hegel tüm gerçekliğin tek bir ideada birleştiğine inanıyordu. İdea dışında bilenebilecek bir şey kalmadığı için bilinen ile bilinmeyen arasında epistemik bir uçurum olamazdı.

Hegel, geleneksel kıta felsefesinin, geniş kapsamlı anlatılara ve her şeyin (edebiyat, tarih, sanat vb.) felsefenin arayışına dâhil edilmesi fikrinde öncül oldu. Kıta felsefesinin bu son hali hakkında konuşan Michel Foucault, “Hegel’den Sartre’a kıta felsefesinde, yaklaşımı özünde bütünleştiren bir girişim oldu” der.

Michel Foucault (1926-1984)

19. yüzyılın sonlarında, Hegel’in idealist yaklaşımı, tüm Avrupa’da felsefeye egemen oldu ve Britanya’da bile önde gelen bazı filozofları etkiledi  (Örneğin, F.H. Bradley, J.M.E. McTaggart ve Thomas Hill Green gibi isimler Hegelci filozoflardı). Ancak yüzyılın sonunda, Kant’a karşı hem Cambridge’de hem de Viyana’da ikinci bir itiraz gelişiyordu.

Hegel, Kant’ın iki katmanlı epistemik gerçekliğine tepki gösterirken, diğerleri de Kant’ın sentetik a priorisine tepki gösterdi. G.E. Moore, Cambridge’den gelen itirazın ana kaynağıydı ve meslektaşı Bertrand Russell’ı hızla ikna etmişti. Moore, kavramları analiz etmenin önemi üzerinde ısrar etti; bir matematik filozofu olan Russell ise, mantıksal atomizm olarak adlandırdığı, bilgiye karşı indirgemeci bir yaklaşım ve her türlü bütünleyici girişimin aksine belirli mantıksal problemlere genel bir odaklanma geliştirdi. Her iki yaklaşım da onları Hegelcilerden uzaklaştırdı. Bu sırada, önde gelen bir fizikçi ve filozof olan Ernst Mach, Kant’ın metafiziği ve epistemolojiyi birleştirmesini bilime zararlı olarak gördü ve hatta Kant’ın epistemolojisinden ‘canavarca’ olarak bahsetti. Viyana’daki bir grup filozof, sonunda Mach’ın felsefesini ilerletmek amacıyla filozof Moritz Schlick’in etrafında toplandı. Önce kendilerine “Ernst Mach Topluluğu” adını verdiler, ancak daha sonrasında Viyana Çevresi olarak tanındılar. Bu filozoflar çemberinin pek çok amacı arasında metafiziğin ortadan kaldırılması (Carnap), felsefede mantığın üstünlüğünü geri kazanmak (Gödel), dil uzlaşımcılığı (Waismann) ve ayrıca Kant’ın “sentetik a priori” sinin çürütülmesi vardı. Viyana Çevresindekiler bunun yerine, a priori (gözlemlenemeyen) ve a posteriori (gözleme bağlı) gerçekler arasında Hume’cu bir ayırım yaptılar ve tek gerçeklerin totolojik (tanım gereği doğru) veya deneysel (gözlemle doğrulanmış) olduğunu söylediler.

Bu nedenle, Kant’a verilen bu iki tepki, her biri metafiziğe ve epistemolojiye karşı ayrı tutumları olan, dolayısıyla farklı felsefi metodolojilere ve gidişatlara sahip olan iki farklı felsefe okulunun oluşmasına yol açtı.

Heidegger ve Wittgenstein Bölünmeyi Genişletiyor

Kıtacı post-Hegelciler çeşitli diyalektik metafiziklerini formüle ederken ve Viyana Çevresi mantıksal odaklı bilgi teorileri inşa ederken, Alman akademisyen Martin Heidegger (1889-1976) ontoloji teorilerini inşa ediyordu (ontoloji ‘varlığın incelenmesi’ anlamına gelir). Heidegger için felsefe özünde ontolojidir (ve öyle de olmalıdır). Felsefeyi “evrensel fenomenolojik ontoloji” (Varlık ve Zaman, s.62) olarak tanımlar ve varlığı seçkin bir felsefi kategoriye yerleştirir çünkü “her şey varlıkla ilgilidir”. Felsefeyi esasen epistemolojik bir proje olarak gören Viyana Çevresi’nin aksine Heidegger, varlığın bilgiden önce geldiğini ve bu fenomenin (deneyimin içeriği) herhangi bir mantıksal sınıflandırma veya yorumlamadan önce incelenmesi gerektiğini savundu. Heidegger’in felsefesiyle birlikte fenomenolojiye olan bu dönüş, felsefi problemlerde mantıksal analiz açısından bir hoşnutsuzluk yarattı: Richard Matthews, Heidegger’i “mantığa sınırlar koymaya çalışmak” ve “felsefeyi mantıktan kurtarmak” olarak tanımlıyordu. Hatta daha ileri gidilip Heidegger’in mantık öncesi fenomenoloji lehine mantığı iptal ettiği söylenebilir.

Martin Heidegger (1889-1976)

Bu arada, analitik felsefede temel noktalarda çok sayıda değişiklik oldu. Russell’ın öğrencisi Ludwig Wittgenstein’ın (1889-1951) devrim niteliğindeki Tractatus Logico-Philosophicus kitabı, analitikçileri dil felsefesine odaklanmaya yönlendirdi. Wittgenstein, önermeleri dünyadaki olayların mantıksal resimleri olarak gören bir teori geliştirmişti. Bu, cümlelerin ancak bu tür resimleri boyadıklarında anlamlı olacağı anlamına geliyordu. Böylece, Carnap ve Viyana Çevresi ile birlikte Wittgenstein da kendini metafiziği ve Tanrı tartışmalarını yok ederken buldu. Wittgenstein, 1929’daki bir konferansta şunları belirtti:

Ahlaki ve dini dilde sürekli benzetmeler kullanıyormuşuz gibi görünüyoruz. Ama benzetmeler de bir şeyin benzetmesi olmalı. Ve bir gerçeği benzetmeler yoluyla tanımlayabiliyorsam, aynı zamanda benzetme olmadan da gerçekleri betimleyebilmeliyim. Şimdi bu durumda, benzetmeyi bırakıp basitçe arkasında duran gerçekleri ifade etmeye çalıştığımızda, böyle gerçeklerin olmadığını görürüz. Ve bu nedenle, ilk bakışta benzetme gibi görünen şey şimdi sadece saçma gibi görünür.

Wittgenstein, analitik felsefe geleneğinde Tanrı tartışmalarına karşı olanların uzun bir süre dayanak noktası olmakla kalmadı, analitik felsefede, dilin analizini “felsefi sözde problemlerin” bitirilebileceği bir araç olarak gören bir zihniyet yarattı. Wittgenstein’a göre, bir zamanlar kavramsal ya da mantıksal sorunlar olarak kabul edilenler, sadece dil ile ilgili hatalardı, bu hatalar dilin sınırlarının ötesine geçilerek veya dilin mantığını karıştıran anlamsal olarak yanlış yönlendirilmiş ifadeler sebebiyle ortaya çıkan sorunlar, söz konusu önermelerin analizi ile çözülebilirdi.

Varoluşçuluğun ve Mantıksal Pozitivizmin yükselişi

İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa’da, Jean-Paul Sartre (1905-1980), varoluşçuluk olarak tanımladığı “fenomenolojik ontoloji”yi popülerleştirdi. Bunun şu ana kadarki Kıtacı düşünce üzerinde belirleyici etkileri oldu. Sartre için insan ontolojisi, kendisinin tam/eksiksiz öznelliğinde birleşmiştir: Bizler seçtiğimiz ve deneyimlediğimiz şeyleriz. Heidegger’in Dasein (mevcudiyet) öğretisini geliştiren Sartre, insanları varoluşsal varlıklar olarak tanımlar. Bizler umursamaz bir dünyaya atıldık ve kaçınılmaz bir şekilde eylemlerimizde özgür olduğumuzu ve kaçınılmaz bir şekilde bu eylemlerden sorumlu olduğumuzu fark ettik. Sartre, iyi bilinen görüşünde şöyle söyler:

Dünyada terk edildim; su üzerinde yüzen bir tahta gibi, düşman bir evrende terk edilmiş ve pasif kalmış anlamında değil, daha ziyade kendimi birdenbire yalnız ve yardımsız bulduğum, ne yaparsam yapayım, kendimi bir an için bu sorumluluktan koparamadan tüm sorumluluğu üzerime aldığım bir dünya ile meşgul olduğum anlamında. (Varlık ve Hiçlik, s.710.)

Arkadaşı Albert Camus (1913-1960) ise, varoluşsal durumumuzda gerçek bir saçmalık bulacaktır. Camus için, “saçmalık, temel kavram ve ilk gerçektir” ve “çevremizdeki her şeyin saçmalığını kabul etmek… gerekli bir deneyimdir” (An Absurd Reasoning, s. 15, 16). Dünyanın saçma karakterini benimsemek ve ona meydan okumak gerçek ve otantik bir deneyim ortaya çıkardı. Yine de saçmalığın benimsenmesinde iki tehdit vardı: umutsuzluğa ve olası intihara; ya da idealizme ve cehalete yol açabilirdi. Amaç, idealizm ve umutsuzluğun bu aşırılıkları arasında denge sağlamaktır.

Albert Camus (1913-1960)

Kıta felsefesi, Sartre ve Camus sayısız eserlerini yayınlarken bir değişim geçiriyordu. Artık kıtacı düşünürler bütünleştirici bir projeyle değil, sağlam bir bireysellikle uğraşıyorlardı. Hegel’in büyük tarih taraması hakkındaki ütopik fikirleri, 2. Dünya Savaşı’nı ve nasyonal sosyalizmin yükselişini öngörmemişti. Bu savaş nedeniyle, kıta filozofları, bir güç tekeli arayan herhangi bir girişime, hatta felsefenin kendisine güvenilmeyeceğini anladılar.

Bu arada Robert Hanna şöyle belirtti, “analitik felsefenin yükselişi, Kant felsefesinin Avrupa’daki yüzyıllık hâkimiyetinin kesin olarak sonunu belirledi” (Kant and the Foundation of Analytic Philosophy, s.5). Mantıksal pozitivizm, analitik felsefenin odağını kararlı bir şekilde şekillendirirken Viyana Çevresi’nin düşünceleri de meyve verdi. Bertrand Russell benzer “mantıksal analiz” programını şöyle tanımladı:

Bütün bunlar (dini dogmalar ve metafizik), mantıksal analizi felsefenin ana problemi yapan filozoflar tarafından reddedilir… Bu reddetme sebebiyle, daha önce metafiziğin sisi tarafından gizlenen birçok sorunun kesin bir şekilde yanıtlanabileceğinin keşfiyle ödüllendirildiler. (Batı Felsefesi Tarihi, s. 835.)

Onun “mantıksal analiz” adını verdiği yöntem, spekülatif metafiziğin verimsiz ağına kapılmaktan kaçınmak için bilimsel test ve prosedür yöntemleriyle mantıksal konulara, felsefi problemlere ve epistemolojiye odaklanmaktı. Bu değer ve inançlar sistemi, analitik felsefenin kendine özgü özelliği haline geldi ve metodolojisini ve gidişatını tanımladı. Analitik felsefenin kıta felsefesine karşı felsefe yapmanın ayrı bir yolu olarak gerçek tanımlanma şekli buydu.

Modern Kıta Felsefesi Olarak Postmodernizm

Avrupa kıtasında varoluşçuluk büyük ölçüde Sartre ve de Beauvoir ile sona erdi, ancak oradaki diğer hareketler, genel bir şüpheci, anti-otoriter felsefe eğilimini sürdürdü. Yapısalcılık, postyapısalcılığa ve Jacques Derrida ile yapıçözümcülüğe (yapısökümcülüğe) yol açtı. Foucault, hükümet kontrolü sorunu, delilik ve cinsellik konularını inceledi; Baudrillard hiper gerçeklik ve hayal (imge) üzerine sorular yöneltti ve Vattimo nihilizmi yeniden canlandırdı. Tüm bu çeşitli gelişmeler “postmodernizm” olarak adlandırılır. Tanımlanması zor bir terimdir, ancak bunun gerçekliğin, hakikatin, değerin ve anlamın mutlak görüşlerini yapıçözüm teorisine göre analiz etmek göreviyle ilgili olduğu söylenebilir. Alman idealizminin meta-anlatıları postmodernizmde keskin bir şekilde inceleniyor, çünkü postmodern görüşe göre, bu kapsayıcı anlam sistemleri, umutlarını sadece üzücü bir şekilde hayal kırıklığına uğratmıştı. Postmodernistler de benzer bir şekilde, analitik felsefenin bazı kısımlarını fazla iyimser ve aşırı derecede benci olarak görürler. Örneğin, analitik felsefenin mantık ve bilime olan güveni, anlam ve varoluşun büyük meselelerini görmezden geliyor olarak görülebilirler. Artık postmodernizm, kıta felsefesinde klasik geleneklerinin çoğunu sürdürmek için ana son nokta olarak tanımlanabilir.

Modern Analitik Felsefe Olarak Zihin Felsefesi

Yirminci yüzyılın sonlarında zihin felsefesi, analitik felsefenin temel ilgi alanlarından biri haline geldi. Modern zihin felsefesinin en büyük öncülerinden biri olan Hilary Putnam, zihnin ve beynin nasıl ilişki kurduğu sorununu çözeceğini düşündüğü fikirleri ortaya attı. Zihinsel durumları işlevleri açısından analiz eden bir teori olan işlevselciliğin kurucularından biri oldu. Ayrıca, doğru düzensel benzerlikler varsa, farklı fiziksel varlık türlerinin, aynı zihinsel durumu deneyimleyebileceğini öne süren bir “çoklu gerçekleşebilirlik” teorisi ortaya koydu. Buna karşılık, Donald Davidson, yalnızca fiziksel nesnelerin fiziksel etkilere neden olabileceğini, ancak zihnin tamamen fiziksel beyne indirgenemeyeceğini belirten “indirgemesiz fizikalizm” olarak bilinen bir teorinin savunucusu oldu. Avustralya Ulusal Üniversitesi Bilinç Merkezi direktörü David Chalmers, zombilerin olası olduğu da dâhil olmak üzere çeşitli varsayımsal argümanlar nedeniyle zihnin fiziksel beyne indirgenemeyeceğini savundu. Bütün bu teoriler analitik felsefe geleneği içindedir.

David Chalmers (1966-….) 

Özet: Şimdiye Kadarki Hikâye

Kant’ın metafizik ve epistemolojik teorilerine iki farklı yanıt vardı: biri Hegel, diğeri ise Viyana Çevresi tarafından. Hegel, katı bir ontolojik monizmi savunarak Kant’ın iki katmanlı dünyasını reddederken, Viyana Çevresi, bilinebilen şeyleri totolojiler ve deneysel olarak doğrulanabilir veriler şeklinde ayırarak Kant’ın sentetik a priorisini reddetti. Heidegger, Hegel’in idealist ontolojisini, dünyadaki varlığa katı bir vurgu yaparak fenomenolojiye çevirdi. Wittgenstein, dil analiziyle felsefe sahnesine girdi ve dilin, eğer anlamlı kabul edilecekse, yalnızca doğayı (ve sadece gözlemlenebilir doğayı) yansıtması gerektiği kriterlerini öne sürerek Viyana Çevresi’nin metafizik karşıtı ateşini körükledi.

Varoluşçuluk, kıta felsefesine ek olarak fenomenolojistlerin öğretilerinin çoğunu benimsedi ve varoluş, özgürlük, endişe ve absürtlük konularını ekledi. İngiltere’de mantıksal pozitivizm, Viyana Çevresi’nin analitik geleneğini sürdürdü; Russell ve A.J. Ayer, çeşitli bilgi teorileri ve mantıksal analiz yöntemleri oluşturdu. Son zamanlarda postmodernizm, kıta felsefesinin baskın bir parçası olarak ortaya çıktı. Postmodernizm, gerçeklikle ilgili mutlak görüşlere, tarihsel meta anlatılara, idealist metafiziğe ve dilbilimsel/anlamsal gerçekçiliğe saldırır. Analitik tarafta olan modern zihin felsefesi, analitik düşünceyi biyoloji, sinirbilim ve fizikle birleştiren güçlü bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Böylece, kıta felsefesi fenomenolojiye evrilmiş, varoluşçulukta yeniden inşa edilmiş ve halen postmodernist tarzda olan Alman idealizmi ile başlamıştır. Analitik felsefe, Viyana Çevresinde Kant’ın epistemolojisine bir tepki olarak başladı, dilsel gücünü Wittgenstein aracılığıyla aldı, mantıksal pozitivistler ve diğerleri tarafından katı bir şekilde formüle edildi ve bugün diğer disiplinlerin yanı sıra zihin felsefesinde de güçlü bir şekilde devam ediyor.

Öyleyse analitik ve kıta felsefesiyle ne yapmalıyız? Neil Levy, “her birinin güçlü yönlerini birleştirmeyi; kıta felsefesinin tarihsel farkındalığı ve analitik felsefenin titizliği ile bir tür felsefe oluşturmayı umut edebiliriz” diye yazarken büyük ve basit bir dilek tutuyor. (Metaphilosophy, Cilt 34, No. 3.) Dengeyi koruyacaksak, her iki geleneğin de onurlandırılabilecek ve bir senteze dâhil edilebilecek yöntemleri, anlayışları ve fikirleri olduğunu anlamalıyız. Bu, her şeye inanmamız gerektiği anlamına gelmez. Daha ziyade, hem analitik hem de kıta felsefesinde doğru ve yanlış başlangıç noktaları, yöntemler ve yanıtlar olduğunu anlamalıyız. Bir filozofun neyle uğraştığı, özellikle de yanıtlamaya çalıştığı soru, hangi ana fikre sahip olacağını büyük ölçüde belirler. Yine de felsefe alternatifli olarak yapılabilir mi? Analitik fenomenoloji ve fenomenolojik analiz, bilimsel tarih ve tarih odaklı bilim, epistemolojik etik ve etik epistemolojisi yapmanın bir yolu vardır.

Dengeli bir yaşam felsefesi oluşturmak için her iki geleneği de kullanmak mümkün olsa da, uzmanlık alanlarına girildiğinde bu oldukça zorlaşıyor. Örneğin, herhangi biri zihin felsefesine girdiğinde, kendilerini zorunlu olarak analitik felsefenin yöntemlerini kullanırken bulurlar.

Her İki Gelenekten Ne Öğrenilebilir?

Her iki geleneğin de felsefeye katkıda bulunacak benzersiz bir şeyi vardır. Analitik felsefe, kıtasal felsefeyle aynı coşkuyla fenomenolojiye, varoluşçuluğa, edebiyata ve siyasete girebilmelidir. Felsefenin tarihsiz yapılamayacağını da anlamalıdır; felsefe, mantık ve epistemolojinin daha teknik olan sorunları kadar sosyal ve politik sorunları da ele alan tarihsel bir harekettir. Analitik felsefenin zamanının toplumsal ve tarihsel akımlarının üstünde olduğunu varsaymak, altın buzağıyı yüceltmek ve daha geniş gerçekliği görmezden gelmektir. Benzer şekilde, ortalama bir insan, İndüksiyon Problemi veya Yalancı Paradoksu’na cevap vermeyi umursamayabilir, ancak hayatın, varoluşun ve tarihin onun için ne anlama geldiğini merak edebilir. Kendi siyasi durumunu veya toplum içindeki yerini sorguluyor olabilir ve sorduğu şeyin felsefi sorular olmadığını varsaymak, felsefenin kapsamını küçümsüyor olabilir.

Kıta felsefesinin de öğrenmesi gereken bazı şeyler olabilir. Tüm muhakemelerin, mantığın anlamlı ve gerekli olduğunu varsayması gerektiğinin farkına varması gerekebilir; bu dil, anlamı aktarma yeteneğimizle karmaşık bir şekilde bağlantılıdır ve bu epistemoloji, araştırılması gereken en önemli alanlardan biridir. Ne zaman iddialarda bulunsak veya önermeler açıklasak, sanki bilme yeteneğimiz doğru ve gerekçelendirmiş gibi davranırız. Varoluşun ve Varlığın felsefe için hayati önem taşıdığı açıktır, ancak analitik filozoflar bunun doğru olduğunu nasıl bildiğimizi sorabilir. Kıta felsefesi, anlaşılır bir deneyim için gerekli olan bu temelleri unutuyor olabilir. Bilim, mantık ve dil analizi önemli olan tek şey değildir, aynı zamanda edebiyat, sanat ve tarih de değildir.

Bir filozof ile hayırsever arasındaki fark nedir? Biri zihnin hayatıyla ilgili konuları sorgulamak, diğeri ise sosyal ilgi ve erdemli yaşamla meşgul olmaktır. Birini diğeri için asla reddetmemeliyiz, her ikisinin de doldurması gereken bir rolü vardır ve onları uyumlu hale getirmek hedeflerin en büyüğüdür. Sevgi ve bilgi, iyiyi bilmek ve yapmak arasındaki denge, filozofun ideal durumu ve çağdaş bir bilgenin gözlerini dikmesi gereken vaat edilmiş topraklardır. Çağdaş felsefenin önünde, şüphecilik ile dogmatizm, nihilizm ile idealizm, mantık ve sanat arasında bir yerde duran büyük bir umut var. İnsanlığa sadece epistemik olarak değil, aynı zamanda ahlaki olarak da yardım edecek alçak gönüllülükle ilerleme umudu var.


Ç.N: *Orta Çağ’da yaşamış olduğuna inanılan Hristiyan patrik, papaz ve kral.


Kile Jones– “Analytic versus Continental Philosophy“, (Erişim Tarihi: 17.03.2021)

Çevirmen: İzzet C. Kalender

Çeviri Editörü: Alparslan Bayrak

Bilkent Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde lisans eğitimine devam etmektedir. Felsefenin yanı sıra metal/klasik müzik, tarih ve taktik atıcılıkla ilgilenir

1 Yorum

gaffar için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Büyük Mitler 6: Kopernik’in Ölüm Döşeğindeki Yayımı – Tim O’Neill

Sonraki Gönderi

Bilim ve Din Birbiriyle Uyumlu mudur? Dennett ve Plantinga Tartışması – Benjamin B. DeVan

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü