(c) Manchester City Galleries; Supplied by The Public Catalogue Foundation

Aydınlanma Felsefesi’ne Giriş – Taner Beyter

7148 Okunma
Okunma süresi: 33 Dakika

Aydınlanma düşüncesi üzerine yazıyor oluşumuzun birkaç sebebi var:

  • Öncelikle ülkemizde oldukça farklı siyasi kanatlarda yer alan bazı kesimler (sosyalistler, ulusalcılar ve liberaller vb.) Aydınlanmacılığı siyasi bir perspektifle savunmaktadır; bu yaklaşımları daha iyi anlamak istiyoruz.
  • İkinci olarak Aydınlanma düşüncesi en az Nietzsche kadar ülkemizde popülerleşerek yanlış anlaşılmış gibi duruyor.
  • Tüm bunların yanı sıra hafızamızın günümüzü anlamaya gerçekten yardımcı olup olmayacağını tekrar test etmek istedik.

Bu yazımızda söz konusu dönemi felsefi, sosyolojik ve tarihsel arka plan ile ele almaya özellikle önem verdik.

Bölüm 1

“De omnibus dubitandum”
(Her şeyden şüphe edilecektir)

Aydınlanma Çağı örneklerinden Voltaire’in “la lettura della tragedia” adlı eserinin Dipinto di Charles Gabriel Lemonnier tarafından sunumu.

Modern felsefede Adorno, Habermas, Foucault ve Horkheimer gibi bazı düşünürler günümüz toplumlarını açıklamak ve yorumlamak için Aydınlanma’yı bir başlangıç olarak kullanırlar. Aydınlanma dönemi sonrası bireyin haklarının, rasyonelitenin ve bilimsel düşüncenin toplumsal gelişime önemli bir katkı sunduğu varsayımı, Aydınlanmacılığı insanlık için refah ve mutluluk artışının arka planı olarak görür. Daha da somutlarsak bu varsayım aslında Adorno ve Horkheimer’ın 2. Dünya savaşındaki Yahudi Soykırımı karşısında duyumsadıkları şeydi; eğer “Aydınlanma” insanlık tarihi için ilericiyse, neden ileriye doğru değil de “Yahudi Soykırımı”nda olduğu gibi barbarlığa doğru giden deneyimler yaşıyoruz? Aceleci davranmak istiyoruz; bu sorunun cevabını şimdiden verelim; Aydınlanma çok basit olarak, ilerici ya da salt kendinde iyi bir şey değildir; başka bir yanıyla bir çelişkiler ve kendi içinde uyumsuzluklar yumağı barındıran bir sistematiktir.

Aydınlanma düşüncesinin doğum yeri genel bir kabul olarak Bacon, Locke, Hume ve Newton gibi isimler sayesinde İngiltere’dir. Kendi içinden değil de yabancı etkilerle Leibniz ve Kant ile Almanya’da Aydınlanma’nın sesleri duyulmaya başlamıştır. İngiliz etkisinin bir hayli hissedildiği Fransa’da ise kamusal kaygılarını da beraberinde taşıyan bir düşünce silsilesi Voltaire, d’Alembert, Diderot, Montesquieu ve Helvetius gibi isimlerle ortaya çıkmıştır. Oskar Ewald’ın dediği gibi Aydınlanma, temelini İngiltere’ye, derinleşmesini Almanya’ya, söylemini ve itici gücünü Fransa’ya borçludur. (Ewald, 2010:19)

Aydınlanma düşüncesi, tarihsel olarak kendisinden önceki dönemden büyük bir kopuş ivmesi üzerine şekillenmiştir. Aydınlanma düşünürleri Ortaçağ’ın “erekselciliği” yerine “neden-sonuç ilişkisini” öncelemek istiyorlardı. İçlerinde “objektif yasallık ideali” barındıran bu düşünürler, nesnel bilgiye ulaşmak için matematik gibi disiplinlere ayrıca önem veriyor, giderek artan bir Naturalizm akımına katılıyorlardı. İster istemez bu çabalar bir dizi çelişki ve sorunu da beraberinde getiriyordu. Aydınlanma’nın temel çelişkisi, Kant’ta kendini gösterir; “Aklın sınırsız kullanımının Aydınlanma’nın uygulamaya konması için gereken otoriteyi sarsması kaçınılmaz değil mi?” Var olan otoriteyi yıkmak ve yerine aklın otoritesini (?) koymak, aklın sınırsız kullanımı ve sonsuz yelpazesiyle nasıl mümkün olabilir? Tüm putları kıran bir put kırıcı olarak akıl, kendini nasıl bir put yapabilirdi? Şimdiden Nietzsche ve Postmodernizm kokusu aldığınız için burun kıvırıyorsanız biraz bekleyin, bu denklemdeki aklın bir put olması söylemine biz de katılmıyoruz. Kant’ı saygıyla anıp bu konuya geri dönmek üzere bir ara verelim ve sorumuzu yenileyelim; aklın neliği konusunda Aydınlanma düşünürlerinin hemfikir olduğu kabulünün sebebi nedir? Asıl sorun da tam olarak burada yatıyor; bir çok Aydınlanma düşünürü, Aydınlanma’nın özünü akıl ve rasyonelite olarak görüyordu, ancak diğer düşünürler bu kavramlardan daha farklı şeyler anlıyorlardı. Rasyonelite kimi için tanrısal düzene anlama yöntemi, kimisi için ise doğanın içkin hakikatine ulaşma yöntemi olarak görülüyordu. Örneğin; Montaigne ve Charroni akıl ile inanç arasındaki tartışmayı inanç lehine karara bağlamışlardır ve inanç derken de kilise inancını kastetmişlerdir. Burada ilginç olan, bu ilkenin onların elinde nasıl değiştiğidir: Tanrısal yasa biçiminde tekrar akıl yasası yaşamaktadır ve bu ise tanrısallıkla birdir. Tanrı = Tabiat = Akıl! Bu Stoa’nın bile temel eşitlemeseydi; şimdi ise Rönesans’ın temel eşitlemesine dönüşüyordu ve daha sonra net ve belirleyici tarzda Aydınlanma’nınki olacaktır. Biz Aydınlanma’nın temel ilkesi olan rasyonalite hakkında, Aydınlanma ile ilişkisini düşünerek şunu rahatlıkla öne sürebiliriz; kuramsal akıl artık kısmen bile olsa dinle çevrelenmemiştir, ama topyekün dinden de bağımsız hale gelmemiştir.  Bahsettiğimiz “dinden kısmen bağımsızlaşma” ülkemizde yanlış algılanıp dinden kopuş olarak anlaşılmaktadır. Elbette bazı konularda hemfikir olmamız mümkün, Aydınlanma’nın temelinden sarstığı şeyler vardır; 18.yy Avrupası’nın en yaygın yönetim şekli olan monarşiyi temelinden sarstığı oldukça açıktır örneğin. Ama dini topyekün sarstığı iddia edilemez, ancak etkisinin kamusal alanda daraltılmasının bir dereceye kadar amaçlandığı bir gerçektir; monarşilerin sarsıldığı aynı süreç içinde bu monarşi biçiminin kendini meşrulaştırma aracı olan dini saray törenleri de giderek etkisini yitirmeye başlaması bize bir fikir verebilir. Fransa’da XVI. Louis, Avusturya’da II. Joseph ve Prusya’da Frederik gibi çağını etkileyen ünlü hükümdarlar, bu dini törenlerden çoktan vazgeçmişlerdi. Öyle ki, Avusturya kralı II. Joseph, kendini Tanrı’nın elçisi olmaktan çok, bilgi toplayan bir bürokrat olarak tanımlıyordu. (Outram, 2007:63) Aydınlanma’yı dinden ve Tanrı’dan kurtuluş şeklinde yanlış yorumlayan Türk okurlar, Aydınlanma deyince akla ilk gelen isimlerden biri olan Voltaire’in ateist bir toplumun var olmasının mümkün olmayacağı, en azından sürdürülebilir bir düzenli toplum yaratamayacakları argümanından haberdar edilmemişlerdir. Eğer Aydınlanma’nın Tanrı ve din hakkındaki genel eğilimini merak ediyorsak; Deizm üzerine eğilmemiz daha sağlıklı olacaktır. Yer yer Newton ve Kant, Thomas Paine, Edward Herbert, Charles Blount, John Toland, Voltaire, Rousseau’da da kendini gösteren bir felsefi yaklaşım olarak Deizm döneme damgasını vurmuştur diyebiliriz.

(c) Manchester City Galleries; Supplied by The Public Catalogue Foundation
Resim: Aydınlanma’nın en ateşli sözcülerinden Voltaire (1694 – 1778)

W. Friedrich Hegel şöyle demiştir: “Tüm önyargılardan ve batıl itikatlardan kurtulduğumuzda bir soru gündeme geliyor: Şimdi ne olacak? Bu ön yargı ve batıl itikatların yerine Aydınlanma’nın yaydığı gerçek nedir?” Hegel put kırıcı/put diyalektiğine gönderme yapıyor, onun için sorunun varlığı çok aşikar. Aydınlanma sorunsuz, kullanılabilir ve uygulanabilir bir tanrısal reçete olmadı hiçbir zaman. Ana argümanlarımızdan biri de tam olarak bu, Aydınlanma kendi içinde bir dizi çelişki ve sorun barındırıyor gibi görünüyor. Öyle ki dönemin en ateşli savunucuları arasında bir çok önemli konu başlığı hakkında ciddi görüş farklılıkları mevcutken, pür bir birlikten söz etmek oldukça zor. Örneğin 18. yy’da kadın hakları hakkında ilk metinlerin yazarlarından biri olan ve kadınların köleler gibi sömürüldüklerini ifade eden Mary Wollstonecraft’ın aksine, ünlü Fransız Aydınlanmacı Rousseau’ya göre, “Kadının fiziksel özellikleri onun aklıyla değil duygularıyla hareket etmesine neden olur, kadının biyolojisi onun sadece erkeğin yardımcısı olmasına uygundur; kadın üreme fonksiyonunun egemenliği altındadır.” Yine Georges-Louis Buffon’un tam aksi bir şekilde İskoç Aydınlanması’ndan Hume’a göre ise; siyahiler ve beyazlar ayrı insan türleriydi, siyahilerin yapıları itibariyle beyazlara kölelik yapmaları kendi iyilikleri için en iyi olandır. Ayrıca Hume bu görüşüyle kölelik konusunda Rousseau ile de zıt bir konumda yer almaktadır. İfade etmek istediğimiz Aydınlanma düşüncesinin en etkileyici düşünürlerinin bile bir çok konu hakkında hemfikir olmadığıdır; Aydınlanma’nın ne olduğu konusunda bile birbirlerinden çok farklı düşünüyorlardı. Kimilerinin geleneksel tanımı ile Aydınlanma, Herakleitosçu anlamda bir karşıtlıklar bütünü; dine ve dinin kötücül otoritesine karşı aklın savunusu olarak tanımlamak bile şüphe barındırabilir, durum göründüğünden çok daha karmaşıktır. Bunu dönemin bir çok toplumsal hareketinde görmek mümkündür. Örneğin sözünü ettiğimiz varsayımların kabulünün aksine; kölelik karşıtı protestoları ilk gerçekleştirenler Aydınlanma yanlısı kitleler değil, düzen karşıtı kiliselerdi!

İşte tam bu yüzden, yani henüz çelişkilerin aşılmamış ve sorunların çözülmemiş olmasından ve birçok sorunun hala cevapsız kalmasından dolayı Hegel, Kant gibi Aydınlanma’yı tamamlanmamış bir proje olarak görür; ama ondan farklı olarak Reformasyon’un devamı olarak da tanımlar. Bu tamamlanmamış olma halinin sebebi, Aydınlanma’nın kendi içinde bir bütün ve uyum oluşturmuyor oluşudur. Bunun en güzel örneği din ve Tanrı konusunda kendini göstermektedir. Özellikle Britanya ve Fransa’da güçlü olan deizm gibi dini hareketler insanın, “onun” var olduğu gerçeği dışında Yaratıcı hakkında herhangi bir bilgi edinemeyeceğini söylüyordu. Voltaire tüm örgütlü dinlere savaş açarken, Baron d’Holbach gibi düşünürler ise dinin terk edilmesi ve doğaya dönülmesini öneriyordu. Aydınlanma dönemi iktisat düşünürlerinden Adam Smith ise dindeki ruh kurtuluşu yerine bireysel çıkarın önemine vurgu yapıyordu. Hegel’in iddasının ne derece doğru olduğunu anlamak için Fransa, İngiltere ve Almanya’daki Aydınlanma dönemlerine yakından bakalım.

Fransız Aydınlanması

Aydınlanma farklı ülkelerde değişik biçimlerde ortaya çıkmıştır. İngiliz etkisinde açık olan Fransız Aydınlanması’nı muhafazakar bir orta sınıf ideolojisi olarak düşünmek yararlı olacaktır. Fransız Aydınlanması’nın en özgün yanlarından biri, din eleştirisinin kamusal yarar adına yapıldığı yönündeki söylem ve eylemleridir. Onlara göre dinin kurumsal işleyişi toplumsal mutsuzluğun ana nedenlerinden biridir. Fransızlar, Aydınlanma’yı sürekli kamusal yarar ve toplumsal uyum endeksi üzerinden düşünüyorlardı. Fransız düşünürlere göre rasyonelite, tarihsel olarak var olan tüm sorunlardan bizi kurtarabilir, “sonsuz barışa“, “ütopyan yönetime” ve “eksiksiz bir topluma” ulaştırabilirdi. Bu yüzdendir ki ütopik sosyalistler, Fransa’da ortaya çıkmıştır. Aklın toplumsallaştırılması savı, dinsel kurumlara oldukça sert bir karşıtlık güdülmesine sebep olmuştur. Örgütlü bir şekilde ilk kez Fransız Aydınlanması’nda duyduğumuz bu fikirler daha sonra “dinin devlet eliyle kurumsallaşması ve toplumsal bir tahakküm aracı olmasının önüne geçilmesi” şeklindeki modernizmin en tartışmalı ilkesi haline gelecek ve laik devlet-seküler toplum anlayışına evrilecektir.

Fransız Aydınlanması’ndaki kamusal kaygılar, onlara has olan Ansiklopedicilik akımını da doğurdu. Voltaire, Diderot, Rousseau, d’Alembert, Turgot ve Montesquieu gibi isimler bir araya geldiler ve 1750 yılında ilk yayımlarını, ilk tam yayımı ise 1780 yılında 35 cilt olarak yaptılar; amaç toplumu aydınlatmak ve eğitmekti. Ansiklopedilere ilgi olağanüstüydü. Daha 1750’de 4300 adet sipariş vardı; bu, Brunetiere’in hesabına göre o zamanki nüfus sayısına göre 6000 kişiye bir nüsha düşmesi demekti. Çocuklar ve okuryazar olmayanlar çıkarıldığında neredeyse her bir ortalama aydının elinde bir Ansiklopedi vardı ya da Ansiklopedi’nin varlığından haberdardı!

Fransız Aydınlanması’nın temel unsurlarını şöyle sıralayabiliriz:

  • Bütün bilgi, duyulardan kaynaklanır (duyumculuk).
  • Kendini bilmek, şeyleri bilmeye dahildir ve ona bağlıdır, bilginin kaynağı deneyim sınırlarıdır ve bu bize materyalizmin önemini gösterir.
  • Yalnızca bütüncül bir tabiat vardır ve bu tabiat ebedi olan, aynı kalan, genel yasalara bağlıdır (naturalizm.) İnsan da bu yasalara bağlıdır; insan ile diğer canlılar arasındaki fark, sadece bir düzey farkıdır. İnsanın ulaşabileceği en yüksek hedef ise, bu yasallık bilgisi ve bilgiye yaslanan pratiktir.

Ünlü Fransız Aydınlanmacı düşünür Condillac bu ilkelere bağlı, tutarlı bir duyumcudur. Doğuştan gelen fikirlere karşı oluşu ve bunu Duyumculuk ile destekleme çabası, onun üzerindeki Locke etkisinden dolayıdır. Condillac hayal gücünün, dikkatin ve dilin, bize nesnenin gerçek bilgisini verdiğini düşünüyordu. Ona göre konuşmak, düşünmektir; çünkü düşünme dediğimiz, aslında konuşmadan başka bir şey değildir. (Hobbes da, “Hesap yapmak, düşünmektir ve düşünmek, hesap yapmaktır.” diyordu) Hakikat, gerçeklik vb nesnel gerçeklikleri ifade eden genel kavramlar yoktur; bunlar zihnimizde yalnızca birer isim olarak bulunur. Bu görüşler daha sonraki dönemde Cabanis tarafından benimsenip desteklenmeye çalışılacaktır. Ama ne yazık ki Montesquieu’yu pek etkilememiş olsa gerek. Montesquieu analitik denilebilecek bir yöntem ile hareket ederek pozitivizme yakın bir çizgide duruyordu; onu ilgilendiren şey toplumsal ilişkiler, devlet, yasalar ve hukuktu. Montesquieu için insan eninde sonunda bir tabiat yaratığıdır ve onun için doğal varlığın yalnızca çeşitli yükseklik konumları vardır. (Naturalizm’e bağlılığı, Aydınlanmacılığa bağlılığı ile gerçekten paralel.) Bu tabiat ve akıl bağı, her ikisinin; aklın doğal karakteri ile doğanın akıllı Naturalizmi’nin birliğine dayanıyordu. Hegelci anlamda olmasa da bu akıl Naturalizmin oldukça dikkat çekici bir çalışma alanıydı dönemin düşünürleri için. Bu çerçevede Montesquieu için bir genel akıl ilkesi vardır ve tek tek yasalar bu ilkeyle çeşitli varlıklar arasındaki ilişkiyi ifade eder. İşte bu ilişki, doğaya ve topluma bakış açımız için bize bir paradigma sunabilir.

Montesquieu (1689-1755)

Modern dönemin ünlü düşünürlerinden Habermas’ın Aydınlanma düşüncesi ve akıl ile ilgili bir benzetmesi oldukça ünlüdür. Habermas benzetmesini şöyle kuruyor: Akıl bir bebek olsun; bu bebeğin kendisi Ortaçağ’da hakkıyla değerlendirilmediği ve ereksel düşünceye hizmet ettirildiği için bir hayli kirlenmiş, pislenmiş durumda. Aydınlanma dönemi düşünürleri bu bebeği (aklı) temizleme iddiasıyla bir küvete su koydular (modernizm) ve onu yıkamaya ve yıkayarak kurtarmaya çalıştılar.

Söz konusu yalnızca bir benzetme ve kimileri için (örneğin bu yazının yazarı için) edebi bir güzellemeden fazlası değil. Günümüzde toplumlarına baktığımızda bu benzetmenin bize nasıl bir kavrayış kazandıracağından emin değiliz.

Bölüm 2

“Dimidium facti qui coepit habet: Sapere aude”

 “Kendi aklınla düşünmeye cesaret et

Horatius

Fransız Aydınlanması’nın, içinde yaşandığı zamanın tüm kamusal kaygıları etrafında, politik bir içerikle, dönemin düşünürleri tarafından, yeni bir toplum yaratmak için ortaya çıktığını söylemiştik.

Bu ifademiz için atıf yapacağımız ilk isim Voltaire‘dir. Kendisi toplumun kurtuluşu için örgütlü teist dinlere savaş açmış ve Leibniz gibi teist düşünürlerle, Candide eserinde yaptığı  gibi, edebi bir üslupla alay etmişti. Yazılarında vahiy inancına karşıt olarak, aklı öne koyduğunu söyleyerek toplumsal bir tahakküm aracına dönüşme imkanı düşük olduğu için kurtuluşu Deizm’de görüyordu. Ayrıca Voltaire, özgürlüğü insanın istediğini yapma becerisi olarak görüp, irade özgürlüğünü reddediyordu. Çünkü düşünce ve irade soyutlamalardır ve gerçek öz değillerdir. Gerçek, yalnız ve yalnız düşünen ve isteyen insandır, akılcı psikolojinin yerine, psikolojik deneyciliğe (empriomus) geçiş çok açık olsa gerek. (Oskar, 2010: 75) (Eklemekte fayda var ki birçok yorumcu için Newton da Deizm’in Ateizm’e ve teist dinlere karşı hamlesinde Voltaire’in müttefikiydi.)

Dönemin felsefi tartışmalarında iki ana kutup vardı. Fransız düşünürlerinin en önemlilerinden biri olan Condillac, bu kutuplaşmada Descartes, Malebranche, Spinoza ve Leibniz’in “a priori muhakeme ile  genel ilkeler üzerine kurdukları metafiziksel yapılar” ile Locke ve Newton’un “gözlem ve deneye, deney verilerini biriktirmeye ve test etmeye dayanan ve soyut kavramları sadece sınıflandırma amacıyla kullanan” felsefelerini karşılaştırarak ikincisini tercih ediyordu. Olgular, olgularla açıklanmalıydı. (Aydınlanmanın itici güçlerinden biri olarak Naturalizm!) Bu dönemdeki tartışmalar etrafında, her ne kadar duyumculuk metodolojik, materyalizm ise ontolojik bir pozisyon olsa da nihai olarak ortak yaklaşım Naturalizm idi. Devam eden süreç içerinde Helvetius da, Condillac’ın epistemolojik ve felsefi kazanımlarını daha katı bir şekilde savunmaya devam ederek, tüm ruhsal olayların duyumsal algılarla açıklanabileceğini iddia etti ve felsefenin bilime bağlanması gerektiğini savundu. (Bir derece Quine’ın aklımıza gelmemesi imkansız.) O, etiğin deneysel fiziğin kurulduğu gibi kurulması gerektiğini ve kamusal yararın tüm ahlaki değerlerin temelini oluşturduğunu ileri sürüyordu. Bir önceki bölümde, halkı eğitmek ve aydınlatmak amacındaki Ansiklopedistler’den söz etmiştik. Bu konuda her ne kadar bir dönem beraber hareket etmiş olsalar da, Rousseau’nun tersine o; halkın eğitim yeteneğinden şüphe duyar, kültür ve aydınlanmayı, herkesin yararına sunulamayacak bir şey olarak görür.

Bu dönemde, Fransız aydınlanmasının filozof tipine en uygun örneklerden bir diğeri ise Diderot‘tu. O da örgütlü tüm dinlere savaş açarak “tabii” bir din önermiştir; bu tabii (doğal) din ise, örgütlü teist din gibi akıl ile çelişmediği için seçilmeye değerdir Diderot için. Naturalist eğilimlerin açıkça görüldüğü ortadadır. Bunun yanı sıra, Diderot çok açık bir ilkeden söz eder: “En yüksek ilke, akıl ilkesidir” der. Bu ilkeyi dönemin bir diğer Fransız düşünürü olan D’Alembert’te de görürüz; “Felsefe, dünyanın çeşitli nesneleri üzerine aklın kullanılışıdır” (Oskar, 2010: 90). (Le Mettrie de sık sık aklın otoritesine kayıtsız baş eğilmesini öğütlüyordu.) Akla yüklenen bu anlam ve misyon, kendini gerçekleştirmek için konusu ve metodunu sahiplenmeliydi, ama bu anlam ve misyon dönemin bir çok düşünürü için dinlerin hamleleri ile sınırlandırılmış olarak duyumsanıyordu. İşte bu nedenden dolayı, bir çok düşünür için örgütlü dinler toplumun odağı olmaktan uzaklaştırılmalıydı. Örnek vermek gerekirse; İslam’daki fıtrat inancı gibi Hristiyanlığın bazı yorumcuları da bazı doğuştan gelme eğilim ve fikirleri olumlanıyordu; oysa yeni bir toplum ve insan hedefleyen düşünürlerimiz için bu kabul edilemezdi. d’Alembert, Locke (evet Hristiyan Tanrı’sına inanan Locke!) ve Condillac’la birlikte doğuştan gelme fikirlere argümanına sıcak bakılmıyordu; “duyumculuk” etkin bir felsefi yöntem olarak egemen hale geliyordu. Bu yüzden eğitim, oldukça önemli ve değerli görülmüş; bireylerin doğuştan edindikleri eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için bir araç, yeni bir toplum yaratmak için tek yöntem ve ilerlemenin teminatı olarak ele alınmıştır. Ülkemizdeki Cumhuriyet’in mimarları da eğitimi Fransız Aydınlanmacılarından etkilenerek aynı pencereden görmüşlerdir; Köy Enstitüleri, yurtdışına yollanan öğrenciler, batı tipi okullar ve eski tip dini eğitim eksenli okulların kapanması gibi.

kaynak: www.unipedi.com

Fransız Aydınlanması’nda çok baskın olan bir diğer yön ise “İlerleme Fikri“ydi. Daha sonraki dönemde, bu Kant üzerinden Alman felsefesine ihraç edilecek; modern dönemde de güncelliğini koruyacaktı. Yeni olana doğru yönelirken, bu yeninin nereye doğru evrileceği, başlı başına bir tartışma alanıydı. Fransız İlerleme Fikri’nin kurucusu olarak sayabileceğimiz Turgot, tekil bir insan türünün kazanım ve deneyimlerini tarihsel bir çerçevede şöyle sıralıyordu:

  • Avcılık Dönemi
  • Tarım Dönemi
  • Ticari ve Kentsel Dönem

Turgot’a göre; bu üç döneme uygun ifade araçları ise; dil, matematik ve resim sanatıydı. İlerleme fikrine bir diğer katkıysa Condorcet tarafından yapılmaktadır; o ilerlemenin kendisini, hürriyet gibi bir ölçüte dayandırmakta ve seküler bir karakter kazanmasına vurgu yapmaktaydı. Condorcet, insan türünün reşit olma çağına girdiğini söyler, ki bu söylemi, Pascal’ın insan türünü sürekli büyüyen tekil bir birey olarak düşünmesiyle paraleldir. Onun 10 aşamalı ilerleme fikriyse şöyledir:

  1. Menfaat birliği ve korunma güdüsüyle bir araya gelen avcılığın olduğu ilk dönem,
  2. Avcılıktan tarıma geçilen ve böylece zihni faaliyetlere daha çok vakit ayrılan, köleliğin olduğu ikinci dönem(Fransız devrimci Lafargue de köleliği Tarım Devrimi’ne bağlar),
  3. Tabiatın gözlemlendiği, eğitimin kurumsallaştığı ve alfabenin ortaya çıktığı üçüncü dönem,
  4. Dilin belli bir düşünsel uğraşıyı inşa etmek için örgütlenebildiği ve bilimin, felsefe çatısı altında toplandığı dördüncü dönem,
  5. Bilimlerin felsefeden bağımsızlaşarak kendi aralarında ayrıştığı ve çöküşün başladığı beşinci dönem
  6. Çöküş ile insanların karanlığa ve baskıya sürüklendiği, bilgi ışıklarının söndüğü altıncı dönem,
  7. Bilimlerin canlandığı, teknolojik gelişmeler ve matbaanın ortaya çıktığı yedinci dönem,
  8. Matbaanın icadı ile bilginin hızla yayıldığı, bilim ve sanatlarda özerkleşme ile ahlakın dinden bağımsızlık kazandığı sekizinci dönem,
  9. Bilimlerin kurumsallaştığı, Descartes’ten başlayıp Fransız Cumhuriyeti’nin kurulmasına kadar olan dokuzuncu dönem,
  10. Ve aklın ilerlemesi ile gelecek olan dönemimiz!

Bu paradigma, Batı merkezci ve ekonomi-politikten yoksun bir çerçevede olsa dahi, dönemi için oldukça yeni ve açıklayıcı bir bakış açısı sunuyordu. Fransız Aydınlanmacılar’a göre; ilerleme, bilginin artışı ile paralel olmalıydı; bugün ise bunun ne büyük bir yanılgı olduğu ortadadır. Her ne kadar; bazı çevreler, bilgi arttıkça ve bilim ilerledikçe, olumsuzlukların azalacağını hala savunuyorsa da, tarih bunu olumlamıyor. İşte tam bu noktada, Fransız Aydınlanması’nın en ilginç düşünürlerinden biri olan Rousseau devreye girer; ilerlemeciliğin, bilim ve medeniyetteki gelişmelerin, insanın özünde olumlu olan yapısını bozduğunu iddia eder. (Eğitim onun için de önemlidir; bu bozulan özün tekrar inşa edilmesinin eğitim ile mümkün olduğunda ısrarcıdır. Dikkat edilirse Emile adlı metni eğitim tarihi kitaplardan hala güncelliğini korur.) Ona göre, “medeniyet” denen şey ilerledikçe (medeniyetin ilerlediği varsayımı doğru ise tabi ki), “iyi” olan insan özü bozuluyor, ahlak çöküyor ve eşitsizlikler doğuyordu, ilerlemenin motor gücü yalın bir akıl olmamalıydı. Toplum ve devlet, bireyin otantisite (sahicilik) arayışının önünde bir engel ve benin kendi öz varlığı için yıkıcı bir özellik taşıyordu onun için.

Toplarsak, Fransız Aydınlanması, Locke’un felsefi ve epistemolojik argümanlarının, Voltaire ve Condorcet tarafından sahiplenilmesi ile vücut bulmuştur. (Çiğdem, 2015: 55) İlgilendikleri alanlar örgütlü din karşıtlığı ve sekülerizm, kamusal kaygılar ile eğitim konularıdır. Ayrıca ilerleme fikri ve pozitivizm eksenli bir içerik mevcuttur. Fransız Aydınlanması’nın düşünürleri; Condorcet, d’Alembert ve Turgot’un pozitivizmini kısaca özetleyerek bu konuyu bitirelim:

  • Kuramsal nokta: Metafiziğin ve duyuüstü bilginin reddi. Bilgi, mevcut olanın deneyimiyle sınırlıdır.
  • Teknik-uygulamalı nokta: Önemli olan doğa güçleri ve yasalarını (naturalizm) araştırmaktır. Ancak bu yolla doğaya egemen olunabilir.
  • Sosyo-ekonomik nokta: Doğaya egemenlik ile her şey toplumsal fayda ve refah ile değerlendirilir.

Tüm bu çerçevede, Fransız Aydınlanması için “Akıl” şöyle tanımlanabilir: “Akıl, bizim deneyimlerle elde ettiğimiz ve onları tahminlerde kullandığımız yetenektir ki; o tahminlerin de hedefi, zararlı olanlarını bizden uzak tutmak ve yararlı olanlarını yanımıza çekerek mutlu olmaktır.” (Ewald, 2010: 152)

Bölüm 3

Adequatio intellectus et rei…
(Aklın ve gerçeğin uyumu…)

İngiliz Aydınlanması 

Daha önceki yazılarımızda da ifade etmek istediğimiz gibi Avrupa’da Aydınlanma, her ülkede farklı anlam ve süreçlerden geçmiştir. Pür bir Aydınlanma’dan söz etmek yerine, Aydınlanma’lardan söz etmek daha yerinde olacaktır. Biz İngiliz Aydınlanması ile devam edelim. İngiliz Aydınlanması denilince uğrak noktalarımız David Hume, Adam Smith, Adam Ferguson, Thomas Reid, Newton, Hobbes ve Locke olmalıdır.

İngiliz Aydınlanması’nı daha iyi anlamak için öncelikle Sanayi Devrimi’ne odaklanmak gerekir. İngiliz Aydınlanması özü itibariyle aristokrattır. Yaşanan bu düşünsel atılımın toplumsal dinamikleri değişen üretim ilişkisi ve biçimiyle yakından alakalıdır. Dönemin toplumsal değişiminin ilk göstergesi iş bölümüdür. Bir nesneyi başından sonuna yapan usta zanaatkarın yerini,usta olmayan ve bu sürecin sadece bir bölümünde yer alan işçi almaya başlamıştı. Toplum belirgin modern sınıflara ayrılmaktaydı, farklı sınıflar arasında toplumsal ilişkilerin içkin yapısına dair farklı anlayışlar öne çıkmaktaydı. Sanayi Devrimi’nin herkesin gözleri önünde toplumda yarattığı büyük değişim, her şeyden önce bilim ve teknolojinin ne kadar büyük bir güç olduğunun göstergesiydi. Sanayi Devrimi’yle değişen toplumsal yapı ve ilişki biçimlerinin etkisi mimari, sanat, ekonomi vb. bir çok alanda kendini göstermekteydi.

18.yy’da bilim henüz güvenilir bir bilgi biçimi olmadığından, günümüzdeki bilimin hareket kabiliyeti ve meşrutiyeti gibi bir düzlem içerisinde bulunulduğunu düşünmek çok yaygın bir yanlış anlaşılmadır. Bilimin araştırma konusu olan “doğa” bir çok kişi tarafından Aydınlanma’nın “etik standardı” olarak tanımlanmıştır. “Doğal olan iyi olmalıydı”. Bilimin Aydınlanma düşüncesinin temelindeki akıl/rasyonellik değerlerini kökenden içerdiği ileri sürülmüştür. Bu dönemde rasyonellik ile çoğunlukla, vahiy ve batıl itikattan bağımsız nesnel düşünme yöntemi kast edilmekteydi. Dolayısıyla bazı tarihçiler için bilim, Hegel için her şeyin temelinde olan dinin değil, Aydınlanma’nın kültürel kategorisidir. (Outram,2007:120) Konuyu derinlemesine deşmeye başlamadan önce bir not düşelim, bilim sözcüğü 1830’larda İngiltere’de ortaya çıkmıştır, bundan önceki dönemde kullanılan terim “doğa felsefesidir”.

kaynak: Great Thinkers
David Hume

Birçok tarihçinin ileri sürdüğü bir argümana göre, “doğa felsefesinin” tüm amacı, doğaya Tanrı tarafından yaratılmış bir şey olarak bakmak ve doğayı Tanrı’nın gücünün/amacının vucüd bulduğu bir yer olarak görmektir. Dolayısıyla mantıklı bir Hristiyanlık arayışı Aydınlanma çağında doğa felsefesinin öneminin giderek artmasına ve onun ön plana çıkmasına yardımcı olmuştur. Durduk yere bilimsel devrimler yaşandı diyemeyiz ya da konuyu sadece kümülatif bir düzlemde değerlendirmek tek başına bir şey açıklamayabilir, modern dönemde bilimin doğuşuna dair böylesi yaklaşımları benimsemek dar bir bakış açısından konuyu süzme alışkanlığından kaynaklanıyor olabilir. Ne yazık ki bu ülkemizde de sık sık kendini gösterir.

Aydınlanma’yı sadece dinden bağımsızlaşma ve bilimsel devrim olarak anlamanın yanıldığı gayet açıktır, diğer taraftan dinsel dolayımlar devam etmektedir. Zamanla bilim, Tanrı tarafından yaratılmış düzeni tarif etme misyonunun yanı sıra nedensel ilişkiler çerçevesinde fizik ve kozmolojiye iyice el atmaya başlayınca; tüm tartışmalar farklı bir bakış açısından ele alacak bir filozof döneme damgasını vurdu; David Hume. Kendisi bilimsel devrimlerin felsefi bağlamı ve nedensel ilişkilerin bilimsel açıklamalardaki konumu hakkında günümüzde dahi oldukça önemli bir isimdir. Hume neden-sonuç ilişkisi içerisinde bizi olayları bağlantılandırmaya mecbur eden şeyin, benzeri sıra izleyen eski deneyimler olduğunu söylemiştir. Nedensel muhakeme yapmak bizim alışkanlık ve huyumuzdur, ancak bize görünen şeylerdeki tutarlılık yerine, nedensel muhakemenin doğruyu üreteceğinin garantisi yoktur ve hiçbir şeyin hep aynı sıra ile aynı nedensellik zincirinde var olacağının garantisi yoktur. Güneş milyonlarca kez doğudan doğsa bile bu, yarın da doğudan doğacağını garantilemez! Buna Kant’tan cevap gelir; o, insanların sanki nedensellik gerçekmiş gibi hareket etmeleri gerektiğini, yoksa mekanın, büyüklüğün veya sağlamlığı anlatmamızın mümkün olmadığını vurgular. (Outram,2007:125) Hume’un bu argümanı bilimsel düşünüşü ve tabi ki teolojiyi; yani Tanrı’nın yarattığı doğanın hep “orada” var olduğu varsayımını derinden sarsmıştır. Hume, teist teolojiye cephe alır ve devam eder; Yaratılan’dan Yaratan’ı anlamak mümkün değildir. Mucizeler ve peygamberliği red ederek, teist tek tanrıcı dinlerin oluşumunu tarihsel bir çerçevede ele alarak din felsefesine farklı bir boyut katan Hume, dönemin değerli bir agnostik filozofudur. Hume’a göre, insanlar hep teist inanç etrafında toplanmamıştır, teizm insanlık tarihinde çok yeni bir şey olup öncesinde insanların dinsiz olduğunu varsaymak gerekir.

Kimilerine göre İngiliz Aydınlanma’sı Locke’un insan zihni ve toplumsal ilişkileri anlama çabası ile başlar. Kısmen haklılardır; ancak biz Newton ile devam etmeyi tercih ettik.

Newton, evreni matematiksel olarak anlamanın mümkün olduğunu, ama evrenin nasıl var olduğu ve hareketin nasıl devam ettiği yönündeki birincil derecede soruları anlamamız için matematiğin yeterli olmadığını iddia ediyordu. Newton’a göre hareket oluşmaktan çok yok olmaya yatkındır ve sürekli olarak azalmaktadır. Enerjinin kozmik sisteme yeniden aktarılması ancak bilinçli bir müdehaleci ile olabilirdi; biz ona Newton’un deist Tanrı’sı diyelim. Newton’un fizik, kozmoloji ve bilimsel düşüncede yarattığı devrim hepinizin malumudur; Newton etkisinin yarattığı diğer toplumsal basınçlar ülkemizde pek bilinmez.  İlk etki elbette teolojide oldu, deizm kendine güçlü görünen bir konum sağladı. Diğer yandan Bentley gibi teologlar Newton’u dinin savunucusu gösterirken, Berkeley için Newton sapkınlığın ve ateizmin anahtarını taşıyordu. (Bilimsel bir paradigma olarak Newtonculuğun teoloji alanında ne denli bölünme ve ateşli tartışmalar yarattığı çok ilginç, bilimin dinin alanına tecavüz ettiği yönündeki görece zayıf argümanların başlangıcı tam olarak buradadır.) D’Alembert, Newtonculuğun matematiksel analizin üstünlüğünü kanıtladığını iddia ederken, diğerleri gözlemin bir zaferi olarak görüyordu durumu. Hatta Fransız ütopik düşünür Claude-Henri St.Simon, Newtoncu ilkeler olan akıl, düzen ve evrensel yasalar üzerine kurulu bir toplum sistemi ortaya koydu! Newton’un paradigması, bilimsel bir devrimden çok daha fazlasıydı. (Diğer yandan Fransız Doğa bilimcisi Buffon Kontu Leclerc, doğanın yaşının İncil’de verilenden çok daha eski olduğunu önü sürüyordu.) Zamanla İngiltere ve Avrupa’da popüler bilimsel yayınlar piyasaya sürüldü, bu toplumun bilimsel çalışmalara ulaşılabilirliğini arttırdığı için çok önemli bir gelişmedir. Bunun yanı sıra popüler bilim konferansları da başta Newtonculuk olmak üzere birçok kentte bilimsel çalışmalara dair bilgiler veren bir diğer toplumsal ortamı var ediyordu.

Daha önce söz ettiğimiz gibi kimileri için Locke‘un “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” adı eseri Aydınlanma’nın başlangıç eseridir. Locke, felsefesinin toplumsal boyutu itibariyle Aydınlanma dönemini, bir önceki tarihsel dönem diyebileceğimiz skolastik düşünceden ayırma kaygısıyla hareket etmektedir. Din, otorite ve gelenek üçlemesinde vücut bulan skolastik düşünce yerine hoşgörü çerçevesinde hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı ile ele alınan erken dönem liberalizmini öne süren Locke, doğuştan iyi yada kötü olarak dünyaya geldiğimiz yönündeki iki kutuplu tartışmaya itiraz etmiştir. Ona göre insan doğuştan iyi yada kötü değildir, insan çevresel ve dışsal etkilerle şekillenir. Tam bu noktada dışsal ve çevresel etkilerin önemine işaret etmek; eğitim, psikoloji, sosyoloji ve siyasal örgütlenme biçiminin ne kadar önemli olduğunu anlamamızı sağlamıştır. Locke’un büyüklüğü de tam olarak buradan gelir, skolastik düşünce ile aydınlanma düşüncesi arasındaki farklılıklara işaret eder ve geçişin beşeri/toplumsal arka planını çizer.

Alman Aydınlanması

Alman Aydınlanması, İngiliz ve Fransız Aydınlanması’na göre oldukça özgün ve farklı bir anlam içerir. Öncelikle kimilerine göre Alman Aydınlanması (Aufklarung) bir sapma olarak kendi karşıtı olan “Sturm und Drang”ı var etmiştir, yani kendi tarihini karşıtıyla birlikte yazmak zorunda kalmıştır. Günümüzde muhafazakarlık ve liberalizm arasında var olan gerilimin kökenleri tarihsel bir çerçevede bakarsak Aufklarung’da ziyadesiyle yer almaktadır. Hatta Almanya’da Habermas’ın da alevlendirdiği modernizm, post-modernizm ve tarih felsefesi tartışmaları Aufklarung ile daha iyi anlaşılabilir. Bazı yorumculara göre Alman Aydınlanması tam bir diyalektiktir; bir yönüyle Aydınlanma’nın sınırlandırılmasını (Kantçı bilgi teorisi ve etik), diğer yönüyle Aydınlanma’nın aşılmasını (Sturm und Drang, Alman idealizmi ve romantizmi) içermektedir.

Fransız Aydınlanması burjuva sınıfına yaslanan, medya-loca-salon ve ansiklopediler çerçevesinde ortaya çıkmışken, Alman Aydınlanması neredeyse tüm kökenlerini üniversiteye borçludur. Hatta kimileri için kuruluş tarihi Göttingen Üniversitesi’nin kuruluşu ve Berlin Akademisi’nin yeniden açılış tarihi olan 1740’tır. Alman Aydınlanma’sının en ilginç yanı dinsel bir damarı sürekli korumasıydı, düşünürleri arasında Protestanlığın bir kolu olan Pietizm çok yaygındır.

Alman Aydınlanması’nın ilginç ve özgün kılan koşullara ayrıntılı göz atmak yararlı olacaktır. Öncelikle Alman Aydınlanması Otuz Yıl Savaşları’nın korkunç etkileri ortadan kalkmadan tecrübe edilmeye başlanmıştır (Çiğdem,2015:82). Henüz merkezi bir örgütlenme ve aristokrat bir sınıfın olmayışı, toplumsal potansiyeli seferber edecek bir burjuvanın olmayışını doğuruyordu. Zayıf sermaye birikimi, sanayileşme ve şehirleşme nedeniyle orta sınıf burjuvalaşamıyor ve politik atılımını engelleyen muhafazakar damarlarından kurtulamıyordu. Sorumuz böylece biraz daha açık hale gelir, Aydınlanma’nın meşalesini kim taşıyacaktı? Üniversitedeki profesörler mi yoksa din eğitimi almış mürşidler mi? Alman Aydınlanması’nın öncüllerinden Christian Thomasius gibi isimler akla karşı imanın, tanıtlamaya karşı vahyin üstünlüğünü kabul etmemiz gerektiğini öğütleyen düşünürlerdi. Christian Wolff ‘un rasyonalizminde ise vahiy ile akıl, iman ve bilgi aynı anlama geliyordu ve sürekli pratik yarardan, felsefenin işe yararlılığından söz ediyordu. Ancak Alman Aydınlanması’nın 18.yy’daki seyri Friedrich Heinrich Jacobi ve Moses Mendelsson arasındaki panteizm tartışmasıdır. Tartışma daha sonra büyüyerek Kant Herder, Goethe ve Hamann’ı da içine alarak büyümüştür. Tartışmanın taraflarından biri Spinoza olup Baiser’in anlatımıyla “rasyonel bir nihilizm ile irrasyonel bir fideizm” arasındaki gerilimin doğuşunda etkili olmuştur. Tartışma sonucunda Heine için Spinoza’cılık yükselmiş ve Almanya’nın entelektüel olarak resmi dini panteizm olmuştur. Bu tartışmanın diğer önemli sonucu ise Kantçılığın kamusal hale gelmesidir. Bu süreç içerisinde Alman Aydınlanması, diğer toplumlardaki gelişimden uzaklaşıyordu; örneğin Herder, Fransız İlerleme Fikri’ne karşıt teolojik-metafiziksel unsurlar içeren bir tarih felsefesi öne sürüyordu.

Aklını Kullanmaya Cesaret Eden Bir Aydınlanmacı: Kant

Kıta Avrupası rasyonalizmiyle Anglo-Sakson amprisizmi Kantçı felsefe içerinde, kendi kökenlerinde bulamadıkları bağlamlar, tutarlılıklar ve anlamlar bulmuşlardır. Kant’ın zihninde Newtonculuk, fizik, kozmoloji, nedensellik, determinizm, bilgi sorunu, insan özgürlüğü ve iradesi ile ahlaksal yaşam gibi ağrılık merkezleri vardı. Kant, saf aklın sınırlarını çizerek metafiziğin olabilirliğine yönelik bir kapı aralamış ama aynı zamanda rasyonel bir metafizikten ziyade deneysel bir felsefeye kendini yakın tutmuştu. Hume’dan çok etkilenmiş olmakla beraber dışsal dünyanın gerçekliği ile evrensel ahlak yasası söyleminden vazgeçmemişti. Kant, Hume ve benzeri şüphecilerin argümanlarına karşı Hristiyan doktirinlerini korumak için metot ararken aynı zamanda din, bilim ve ahlak arasında bir uzlaşı zemini yaratmaya çalışıyordu (Çiğdem,2015:89).

Kant için Aydınlanma tamamlanmamış hale devam eder bir haldeydi; insanlarda hala ergin olmama hali görülüyordu ve bu kendi hatalarıydı. Çünkü akıllarını başkalarının vesayetine bırakmışlardı. Bu yüzden aklını kullanmaya cesaret etmeleri gerekiyordu insanların ve tembellik, korkaklık, dogmatizm gibi yanlışlardan  ancak böyle kurtulabilirlerdi. İnsanlar hür düşünmek konusunda kendilerini sorumlu hissediyor olmalıydı. Aklı kamusal olarak, yani diğerlerini de hesaba katarak kullanmaları insanların Aydınlanma’sı için olmazsa olmazdı. Geç dönem bir okumayla Kant için Aydınlanma; aklın hür, evrensel ve kamusal kullanımlarını birbirlerine yüklediklerinde gerçekleşecekti. Kant için akıl Hume’un tersine alışkanlık ve deneyle belirlenmez, a priori olan zorunluluk ve evrensellik yasalarına dayanmalıydı. Akıl aynı zamanda ahlaki yükümlülüklerin sırtını dayadığı bir duvar, iyi ve kötünün ayırt edici turnusol kağıdıydı.

Alman karşı-Aydınlanma hareketinden(Sturm und Drang) Hamann ise Kantçı kendi ilkelerini kendisi belirleyen özerk ve soyut akıl yerine, kültürel ve toplumsal bir akıldan söz ediyordu. Hamann, Sokratvari Düşünceler adlı eseriyle başlayarak Aydınlanma’nın temel öncüllerini eleştirmeye başlamıştı. Kant’ın aklı bütün gelenek, inanç ve deneyimlerden bağımsız kılma çabasına nefret kusan Hamann, aksine bildiğimiz her şeyin Kant’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı kaynaktan geldiğini ileri sürüyordu. Aydınlanma’nın kendi çelişik yapısı burada da görülmekteydi.

Sonuç

Üç bölümden oluşan yazımızı burada sonlandırıyoruz, Amerikan Aydınlanması’nı yazımıza dahil etmeyi tercih etmedik. Elimizden geldiğince kısa, öz ve okuyucu yormayacak bir şekilde Aydınlanma düşüncesini toplumsal zemini ile beraber en azından ana hatlarıyla vermeye çalıştık. Bu metin her şeyden önce bir felsefe tarihidir ve bir dizi eleştiriye muhtaç olarak bir deneme niteliğindedir.

Öncelikle okuyucunun şunu fark etmesini amaçladık; herkesin hemfikir olduğu pür bir Aydınlanma yoktur; farklı toplumlarda farklı seyirler izleyen Aydınlanma deneyimleri vardır. Her ülkenin Aydınlanma dinamiği farklı ve bazen diğeriyle çelişik, zıttır. Diğer yandan konuyu ele alışımız ister istemez kendi varsayımlarımızı doğrulama kaygısının izlerini de taşımaktadır.

Ülkemizin kendine özgü şartlarında Aydınlanma benzeri deneyimler Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanmıştır. Örneğin Hayalciler ve Maddeciler tartışması buna güzel bir örnektir. Ayrıca Cumhuriyet’in ilanı ile bir dizi düşünsel atılım gerçekleşmiş, bu atılımlar yüzünü Alman ve Fransız Aydınlanmasına dönmesine rağmen karşılaştığı muhafazakar duvarı ve Doğulu/İslami geleneği aşmaya çalışırken bir çok zorlukla karşılaşmıştır. Bir bütün olarak ülkemizde bir Aydınlanma’nın var olup olmadığını bir yana, çoğu entelektüel kesimin hala 18.yy kaba Fransız materyalizmi üzerinden gelişen felsefi damarı korumasını nasıl değerlendireceğiz?


Kaynakça:

  • https://plato.stanford.edu/search/searcher.py?query=enlightenment
  • Çiğdem, Ahmet (2015), Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayıncılık, İstanbul.
  • Ewald, Oskar (2010), Fransız Aydınlanması, Çev.Gürsel Aytaç, Doğu Batı Yayınevi Ankara.
  • Outram, Dorinda (2007), Aydınlanma, Dost Kitabevi, Ankara.
  • Weber, Alfred (2012), History of Philosophy, BiblioLife Reprodictipon Series.

4 Yorum

  1. “Aydınlanma Thales ile Anaximandros arasındaki diyaloğun hatırlanmasıdır, Ortaçağ bir unutuş, Aydınlanma bir hatırlayış çağıdır” demişti zamanında değerli bir hocam 🙂 Bence Aydınlanmayı ateşleyen en kritik soru; “Aristoteles nerede yanlış yaptı?” sorusudur. Descartes ve Bacon’ın emeği büyük tabi burada…
    Yazar arkadaşın kalemine sağlık, iyi çalışmalar dilerim.

  2. Yerleşik hayata geçmek ve teknik kazanımlar temel yaşamsal ihtiyaçların hızla ve kolaylıkla giderilmesi sonucunu doğurmuş, insanlık doğayla sürekli mücadele halinden çıkmıştır. Aydınlanma, insanlığın bu devirden sonra yaşamın tekdüzeliğinin getirmiş olduğu psikolojik bunalımlara karşı geliştirdiği metafiziksel anlamlandırmaların insan zihninden arındırılması sürecidir. Bu artıklar temizlendikten sonra oluşan boşluğun nasıl doldurulacağı sorunu gündeme gelmektedir. bilgisayar oyunları, sosyal medya yeni akım dolgurgaçlar mıdır?

  3. Çok sade bir anlatı. Teşekkür ediyorum. Bir tarafı övmek için bir tarafın hakir ve kusurlu olduğu anlayışından uzak kalabilmek argümanı güçlendiriyor sanırım. Bir konuyu anlayamadım sadece Hume nin zorunluluğun bir alışkanlık olmadıģını söylemesi/ Hume’un bu argümanı bilimsel düşünüşü ve tabi ki teolojiyi; yani Tanrı’nın yarattığı doğanın hep “orada” var olduğu varsayımını derinden sarsmıştır./ ni anlayamadım. Yardımcı olursaniz sevinirim. Yani Tanrının hep orada olacağının ön kabulü nerededir. Kutsalda bu evrenin zaten mükemmel olmadığı ve kıyametin yaşanacağı ile çelışmediģi gibi onay da verir. Panteizmin yaklaşımında kıyamet olmasa gerek. Ama bu da Entropi anlayışına ters bir şey eğer doğruysa …

Eren için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Analitik Felsefe Kitap Önerileri

Sonraki Gönderi

Felsefe Röportajları #1 Tufan Kıymaz

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü