Schopenhauer’ın Felsefesi: Acı Çekmenin Panzehiri Olarak Sanat – Matthew Fitzgerald

Schopenhauer karamsarlığıyla meşhurdur. Fakat o, hayatın acımasız gerçekliğine kayıtsız değildi: Sanatın bizi acı çekmekten kurtarabileceğine inanıyordu.

//
2835 Okunma
Okunma süresi: 10 Dakika

Arthur Schopenhauer’ın varoluşa dair iç karartıcı bir görüşe sahip olması şaşırtıcı değildir. Annesi onu pek sevmezdi, babası intihar etmişti ve yaşamının büyük bir kısmını Frankfurt’ta küçük bir apartman dairesinde tek başına geçirdi. Ona göre acı, hayatın dokusuna işlemişti. Ancak, varoluşun acımasızlığıyla mücadele etmek için çözümleri vardı. Bu çözümler arasında; bir soluk almayı sağladığına inandığı şey, sanat ve estetik karşılaşmalardı. Bu yazımızda Schopenhauer’ın acı olarak yaşam felsefesine ve acıyla mücadele etme yöntemlerine odaklanıyoruz.

Arthur Schopenhauer’in Acı Döngüsü

Schopenhauer’in pesimist felsefesi iki temel iddiaya dayanıyordu: Yok olmanın tercih edilir olduğu ve dünyamızın mümkün dünyaların en kötüsü olduğu. Gelin ilk iddiaya biraz yakından bakalım.

Schopenhauer, öyle ya da böyle, sonsuza dek bir şeye ihtiyacımız olduğunu savunur; eksik olduğumuzu hissederiz. Söz konusu bu eksiklik/yetersizlik algısı gerçek veya yanıltıcı olabilir. Örneğin, aç kalmamıza sebep olacak bir şekilde gıdadan ve gıdaları elde etmek için gerekli olan araçlardan yoksun olabiliriz. Aynı şekilde, son çıkan iPhone modelini isteyebiliriz fakat onu satın alacak paramız olmayabilir. Örnek verdiğimiz her iki durumda da, bu şeylerden yoksun kalır ve bu sebeple de eksiklik/yetersizlik hissesinin etkisinde kalırız. Fakat biz insanlar, eksik olduğumuz şeyi elde ederek bu acıya bir son vermeye çalışırız: Yiyecek almak için para kazanmak veya yeni model iPhone gibi. Bu durum, Schopenhauer’ın ‘çabalamak’ adını verdiğini şeydir. Ona göre çabalamanın iki amacı vardır. Ya çabamız başarıya ulaşır ve daha önce sahip olmadığımız şeyleri elde ederiz. Ya da çabalarımızda başarısız olur ve acımızın artık ikiye katlanmıştır: Çünkü artık yalnızca eksik/yetersiz değilizdir aynı zamanda başarısızlığımızın ve yetersizliğimizin gerçekliğiyle de yüzleşmek zorundayızdır. Fakat işler burada bitmiyor.

Schopenhauer, çabalarımızın başarıya ulaşması ve istediğimiz şeyi elde etmemiz durumunda, acıdan kaçışımız ve bunun sonucunda oluşan tatminin yalnızca anlık ve geçici olduğunu iddia ediyor. İPhone’u satın aldıktan veya yiyecekleri tükettikten kısa bir süre sonra, bu şeylerden çabucak sıkılırız ve yeni bir eksiklik algısıyla çembere düşeriz. Bu ise yalnızca daha fazla çabalamaya ve dolayısıyla daha fazla acı çekmeye yol açar. Schopenhauer’ın da söylediği gibi:

… arzular doyumsuzdur, [onlar] tükenmezler ve tatmin edilen her arzu bir yenisini doğurur.

(Janaway, 2013).

Böylece Schopenhauer’ın felsefesine göre; yaşam, kişinin anlık/geçici tatmin durumunun aslında henüz var olmamış yeni bir acı olduğu bitmek bilmeyen bir acı döngüsüdür; yakında yeni acı doğacaktır.

Üç Çözüm

Bu acı döngüsünün özünde bulunan şey arzudur: elde etme ve dindirme/hafifletme arzusu. Başka bir deyişle, acı çekmemize sebep olan şey, dünyayla olan ilişkimiz ve bağımız yani dünyaya adım atmamızdır. Schopenhauer buna “yaşam istenci” (veya istem olarak yaşam) adını verdi: Yani; fenomenal gerçekliğin (yani duyular aracılığıyla algılanan dünyanın) elde etme ve dindirme/hafifletme oyunumuzdaki kullanışlılığına göre biçim alıp bölündüğü ve kategorilere ayrıldığı bir ben merkezli bakış açısı. Böylesi bir yaklaşımdan dolayı da, bizi dünyaya bağlayan ‘binlerce irade ipliğini’ keserek bu acı döngüsünden kurtulabileceğimizi savundu (Janaway, 2013). Ona göre bunu yapmanın (yani “yaşam irademizi” nasıl reddedebileceğimizin) birkaç yolu vardır (Ç.N.: En meşhur kitabının adının İstem ve tasarım Olarak Dünya olduğuna dikkat ediniz). Daha spesifik ifade edersek, yaşamın, doğuştan beraberinde getirdiği acıyı hafifletmemize yardımcı olması için üç olası yol vardı. Bunlar şöyle sıralanabilir:

  1. Çilecilik
  2. Merhamet
  3. Sanat ve estetik deneyimi

Şimdi bu olası yollara biraz daha yakından bakalım.

1. Acının Çözümü Olarak Çilecilik

Acıyı hafifletmenin en radikal yolu Çilecilik’tir (asceticism). Çilecilik basitçe tüm zevklerin reddetmektir. Bu kavram cinsellik, yiyecek, alkol ve diğer pek çok zevkin reddedilmesinin gerektiği, bakir keşişlerin ve rahiplerin yaşamına benzer aşırı disiplinli bir hayata işaret eder. Budist ve Hindu geleneklerini takip eden Schopenhauer, kişinin hayatındaki tüm zevklere son vererek arzu ve ilgili “yaşam istencini” kalıcı olarak ortadan kaldırılabileceğini savundu. Bu yaklaşıma göre, “yaşam istenci” insanın var olan tüm ıstırabından sorumlu olan şeyin ta kendisi olduğundan ötürü, kişi bu ıstırabı sürdüren şeyi (yani arzuyu) reddederek kendilerini bu ıstıraptan kurtarabilir. Başarılı Budist’in nihayetinde tüm geçici arzulardan arınarak nirvana durumuna erişmesi gibi, başarılı bir çileci de benzer bir dinginlik ve huzurla sonuçlanan bir “istençsizlik” durumuna erişecektir. Bununla birlikte, Schopenhauer , insan doğasını anlamıştı; kendisi hiçbir şekilde bir Çileci değildi. İnsanların çok büyük bir kısmının, hakiki bir çileci olmak için gerekli olan özen ve/veya disiplinden yoksun olduğunu; ve bundan dolayı da insanların bu yolu izleyerek hayatın ıstırabını asla yenemeyeceklerini düşünüyordu. Bundan ötürü de ikinci bir seçeneğe işaret etmişti.

2. Merhamet Felsefesi

Schopenhauer’a göre, eğer kişi çileciliği takip etmiyorsa, en azından merhametli olabilir. Fakat niçin merhamet? diye sorabilirsiniz. Onun metafiziğinin kafa karıştırıcı derinliklerinde kendimizi kaybetmeden söylersek; acıdan kaçmanın bir yolu olarak merhametin önemini kavramak adına onun metafizik yaklaşımını ana hatlarıyla bilmek gerekir. Daha önce de söylediğimiz gibi, o, “yaşam istencini” tüm acıların asli nedeni olarak görüyordu. Söz konusu bu “istenç” kavramı, ilk olarak, var olmaya devam etme ve üreme istenci olarak düşünülebilir. Bu ‘istenç’ tüm gerçekliğin temelinde yer alan temel şeydir. Ona göre istenç, zihnimizinkinden, yani fenomenal deneyimlerimizden bağımsız olan tek “nesnel” gerçekliktir. İstenç ve Tasarım Olarak Dünya adlı kitabının da başlığında açıkça görülen bu görüş, felsefi yaklaşımının an hatlarından biriydi. İstenç kavramının özü; gerçekliğin her alanında mevcut (gerçekliğin her alanına içkin) olmasıdır. Başka bir deyişle, istenç biz de dahil olmak üzere organik ve inorganik dünyayı içeren gerçekliğin bütünüdür. O halde, şeyler arasında hiçbir ayrım olmadığı sonucuna ulaşmış oluruz; birey yoktur, benlik yoktur, farklılık yoktur: Her şey istençtir. Bu nedenle gerçeklik birdir. Bu fikirden yola çıkan Schopenhauer insanlara, hayvanlara ve dünyadaki her şeye merhametle yaklaşmanın akla yatkın olduğunu, çünkü her şeyin zaten bizzat biz olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla merhametli olmak, bizzat kendine iyi davranmak anlamına gelir.

Ve şefkatli olmak; aynı zamanda, gerçekliğin tümüyle istençten oluştuğunu kabul etmek ve böylece de kendini bu istençten ve bunun sonucunda ortaya çıkan yaşam istencinden (ve dolayısıyla ıstıraptan) ayırmak (en azından uzak tutabilmek) anlamına gelir.

3. Sanat ve Estetik Buluşmalar

Merhametli olmak, Çileci olmaktan daha makul bir tercih olsa dahi, yine de kişinin hayata spesifik bir tutum geliştirmesini gerektirir. Bununla birlikte, hayatın acısını hafifletmek için uygulanabilecek üçüncü ama geçici bir çözüm daha mevcuttur. Bu sanat yoluyla olur. Estetik tefekkür (veya düşünceye dalma) üzerine, Schopenhauer aşağıdaki sonuçlara ulaşmıştır:

Artık ilgi, istencin güdülerine yönelmez; şeyleri istenç ile olan ilişkilerinden bağımsız olarak kavrar. Böylece de şeyleri çıkar olmaksızın, öznellik içermeden, tamamen nesnel olarak ele alır… Sonraysa ani bir huzur… bize kendiliğinden gelmiştir ve ve her şey bizim için yoluna girmiştir.
(Janaway, 2013’te alıntıdır).

İzleyici, bir sanat eseri üzerinde tefekkür ettikten yani temaşa haline geçtikten sonra, kendini istençten kurtarabilir. Yaşam istenci; yani arzu ve çabaları bir anlığına askıya alınır. Kişiler; istenç tarafından yönetilen bir birey olduklarını unutup sanat eseriyle bütünleştikleri ölçüde sanat yapıtında kendilerini “kaybederler”. Peki ama bu nasıl mümkün? Schopenhauer, sanatı ‘Platonik bir idea’ olarak kavramsallaştırır. O, bununla, sanatın ve iyi bir sanatçının nesneleri en çarpıtılmamış ve saf formlarında kopyalamayı arzuladığını ima etmektedir. Diğer bir ifadeyle; bir manzarayı resmeden sanatçı, onu algıladığı gibi değil, ‘gerçekte olduğu gibi’ resmetmeye çalışmaktadır. Yani sanat; nesnelliği yakalamayı amaçlamaktadır. Örneğin, bir sanatçı bir çiçek çizdiğinde, amacı çiçeğin hakiki özünü ve onun ‘ur’unu (içsel niteliklerini) yakalamaktır. Sanatçı bunu yaparken; çiçeğin evrensel ve dolayısıyla nesnelliğe en yakın imgesini yaratmaktadır.

Schopenhauer’a göre sanat, istenç ile temsil arasında yer alır. Başka bir deyişle, sanat; fenomenler (kendinde-şeyler olarak algıladıklarımız) tarafından bozulmayan bir formdur ve bu nedenle de temsil değildir, ancak istençten (doğuştan gelen yaşam uğraşından) eşit derecede bağımsızdır/ayrıdır. O halde sanat, en yüksek biçimiyle, nesnelliğe en yakın olabileceğimiz formdur. Böylece, bir sanat eserine bakmak, şeylerin ‘hakiki’ özüne yaklaşmak demektir, bu da izleyicinin gerçekliğin aslında neyden (yani istençten) oluştuğunu kavramasını ima eder. Buradan çıkan sonuca göre; izleyici, bu farkındalık ve tanıma yoluyla, bir an için istençten kurtulabilir ve istencin yarattığı baskılarından kurtulmuş bir biçimde şeylerin gerçek doğasını yakalayabilir.

Schopenhauer’in Favori Sanat Formu

Schopenhauer’in felsefesine göre, insanı yaşamın ıstıraplarından kurtarabilecek beş sanat formu vardır. Bunlar mimari, şiir, resim, heykel ve müziktir. Fakat o, bu sanatları birbirine eş değer görmemişti. Spesifik olarak, müziği en yüce sanat formu olarak kabul ediyordu. Bunun sebebi, müziğin yaşamın özünde yer alan istenci somutlaştırdığını ileri sürmesidir. Peki ama Schopenhauer bununla ne demek istemişti?

Sanatçıların Platoncu bir ideayı kopyalamaya çalıştığı heykel veya resim sanatının aksine müzik, ‘istencin bizzat kendisinin kopyasıdır’. Diğer bir deyişle müzik, tüm gerçekliğin özünde yer alan istenci somutlaştırmaktadır. Böylesi bir yaklaşım müziğin niçin evrensel bir dil olarak kabul edildiğini açıklamaktadır. Bu nedenle, örneğin spesifik bir sahneye göre düzenlenmiş olan film müzikleri ve müzik, onların üzerinde mükemmel bir açıklama görevi görür ve izleme deneyimini daha ileriye taşır. Ayrıca, müzik (yaşamın ve gerçekliğin ta kendisi olan) istenci somutlaştırır fakat ona bağlı pratik kaygıları bir kenarda tutar. Bununla kastedilen şey, istenci, gündelik kaygılarından acı çekmeksizin deneyimleyebileceğimizdir.

Örneğin, melankolik bir his uyandıran bir müzik parçası, bizi gerçek anlamda üzmeksizin, yaşamın ortak olan üzüntü duygusunu deneyimlememize ve bu duygu üzerine düşünmemize olanak tanır. Aynı anda hem bağımsız hem de ilişkili bir deneyimdir. Böylece müzik, gerçekliğin (istencin) altında yatan şeyi, bizi ona bağlı kılmadan anlamamızı sağlar. Bundan dolayıdır ki müzik, diğer sanat formlarından çok daha fazla, bizi nesnel gerçekliğe yaklaştırır. Benzer şekilde, müzik mekan ile değil de zaman ile sınırlı olduğundan dolayı (şeyleri algılamamızı sınırlayan iki faktör olarak zaman-mekan), fenomenal gerçekliğe bir adım daha uzak fakat nesnel bir gerçekliği yakalamaya bir adım daha yakındır.

Genel anlamda konuşursak Schopenhauer’ın felsefesi bir acı olarak yaşama dair birden çok çözüm sunar. Bu çözümler yalnızca ıstırabı hafifletmekle kalmaz, aynı zamanda aydınlanmış kişinin gerçeklik hakkında (şeylerin birliği ve şeylerin gerçek formu hakkında) daha fazla bilgi edinmesini sağlar. Çilecilik büyük bir sorumluluktur ve merhamet de benzer zorluklarla karşılaşır, fakat estetik beğeni hepimizin gündelik olağan yaşamlarında ortak olan bir şeydir. Bu nedenle, bir daha kendinizi bir portreye bakarken kaybolmuş veya bir sonata dalmış halde bulduğunuzda, şeylerin gerçek doğasına bir adım daha yaklaştığınızı düşünün.


Arthur Schopenhauer (Felsefe Sözlüğü)


Matthew Fitzgerald-Arthur Schopenhauer’s Philosophy: Art as an Antidote to Suffering“, (Erişim Tarihi: 14.11.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

4 Yorum

  1. Ben de istençlik konusuna katılıyorum
    Doğrusu bu yazıyı çok da güzel bulmadım ama dediğim gibi istençliğe katılıyorum

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ludwig Wittgenstein: Çığır Açan Bir Filozofun Çalkantılı Yaşamı – Sara Papic

Sonraki Gönderi

Teleolojik Argüman: Tanrı’nın Varlığının En Güçlü Kanıtı mı? – Matthew Fitzgerald

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü