Radikal feministler Anne Koedt ve Carol Hanisch Times Square'de, New York, 1968. Photo by Bev Grant/Getty Images

Bir Sloganın Tarihi, “kişisel olan politiktir” – Guy Stevenson

“Kişisel olan politiktir” sloganının radikal feminist kökenleri bize kendi bölünmüş çağımız için neler söyleyebilir?

//
147 Okunma
Okunma süresi: 11 Dakika

1960’ların kültür savaşları sırasında ortaya çıkmış onlarca slogandan biri olan “kişisel olan politiktir” bizim çağımızı da gayet iyi şekilde tanımlar. İngiliz ve Amerikan siyasetinin geçtiğimiz altı yılı, kişisel hislerin ve kimliğin politikanın geliştirilmesinde ve ilerleme dediğimiz kavramın tanımlanmasında ne kadar merkezi bir yerde olduğu fikrinin nasıl da anlamlı ve/veya erdemli olduğu üzerine geçen savaşlardan başka bir şey değildir. Günümüz Batı dünyasının ırk, cinsiyet ve cins konularında yaşadığı ihtilafı anlayabilmek için, ‘’kişisel olan politiktir’’ fikrinin başlangıç noktasına, yani 60’ların sonunda ikinci dalga feminizmine ve şimdilerde siyasi yelpazenin her iki ucunda da değersizleştirilip araçsallaştırılmış bir dizi ciddi fikre dönüp oradan başlamak fena bir fikir sayılmaz.

Değil Twitter sayfaları, dövizlerden bile önce “kişisel olan politiktir” ifadesi belirli sosyolojik ve siyasi analizlerde kendine zaten yer bulmaktaydı. Hareketin en tanınır isimlerinden Gloria Steinem’a göre ilk olarak basılı halde 1970 yılında New York’un radikal feministi Carol Hanisch’in bir makalesine başlık olmuş bu ifade, o kadar her yerdeydi ki kökenini bulmak “İkinci Dünya Savaşı” ifadesinin kökenini bulmaya benzerdi. Karşıt kültürün genç kadınları için bu ifade adaletsizlik karşısında günün birinde kendi kişisel acılarına gereken önemi gösterebilecek yeni bir yol demekti. Medeni Haklar hareketiyle ve Greenwich’in, San Francisco’nun, Venice Beach’in bohem çevresiyle içli dışlı taze mezun bu yeni jenerasyon feministler kadınların ikinci sınıf vatandaş hissiyatlarını sadece köklü toplumsal sorunların bir kanıtı olarak değil aynı zamanda da bu hislere bir çare olacak teorilerin başlangıç noktası olarak görüyordu.

Hanisch, Steinem gibi genç idealistler politikasını güneyin Medeni Haklar mücadelesinden alan yeni ve çok daha radikal bir kadın özgürlük hareketinin parçasıydı. Betty Friedan’ın 1963’te yayınlanan ve kadınların ev dışındaki sosyal statüleri hakkında yeniden bir inceleme olan çok satan kitabı Kadınlığın Gizem (The Feminine Mystique) üzerine inşa ettikleri bu yaklaşımda deneyimlerini 1950’lerin ve 1960’ların sonlarındaki Montgomery otobüs boykotlarına, oturma eylemlerine ilham kaynağı olmuş kendi “bireysellik” fikirlerini geliştirmek üzere Şiddet Karşıtı Öğrenciler Koordinasyon Komitesi (Student Nonviolent Coordinating Committee – SNCC)[1] ile işbirliği yaparak kullandılar; bunların sonucunda da 1964’teki Medeni Haklar Yasası (Civil Right Acts) ve 1965’teki Seçmen Hakları Yasası (Voting Rights Act) gibi umut vaat eden gelişmeler yaşandı. 

James Farell’ın 1997’de yayımlanan Altmışların Ruhu (The Spirit of the Sixties) kitabında da yazdığı gibi, Amerikan aktivizmi 1940’ların barışçıl dini yaklaşımlarından sonra zaten daha bireysel bir yöne kaymaktaydı. Nükleer silahlanma yarışına karşı çıkan Hristiyan karşıtlardan Beat Kuşağı hareketine kadar, sol düşünce de giderek ruhani bir hal alıyordu; güçlü ekonomik argümanlardan daha az bahsetmekteydi ve bunun yerine “insanların onurunu” korumak için kültür ile kişisel bilinci nasıl değiştirebileceğimiz konusuyla meşguldü.

Kadınların özgürleşmesiyle ilgilenen bu yeni jenerasyon aktivistler bozulmuş geleneklere karşı daha ciddi, daha tavizsiz ve bir o kadar da heyecan verici yeni bir bakış açısını simgeliyorlardı. Tıpkı Siyah Hakları Güçlendirme Hareketinin Medeni Haklara getirdiği gibi, radikal feminizm de Freidan’ın ikinci dalgasının adalet, anayasa anlayışı ve insani yaklaşım konusunda bakışlarına Marx’tan etkilenmiş devrimci bir görüş getirerek geliştirdi. Aynı zamanda Martin Luther King Jr.’ın Alabama Baptist toplantıları sırasında ortaya çıkan acıları ve utançlarıyla birlik olarak arınmayı amaçlayan o ruha da geri döndüler.

Sol kesimin günümüzde toplumsal adaletten bahsetme şekillerine hedefleri ve söylemleriyle çeşitli şekillerde öncülük etmiş olan “bilinç geliştirme” buluşmaları haline gelen bu toplantılar radikal feminizmin kilit noktasıydı. Hanisch, Kathie Sarachild, Shulamith Firestone ve Anne Koedt’in New York Radikal Kadınları ile küçük çevrelerde başlayan bu toplantılar daha sonra sayıları ABD çevresinde binden fazla katılımcıya ulaşan; kadınların “iş yerinde tacizden beden algısına, hamilelik ile regle kadar” süren deneyimlerini anlattıkları, Nancy Whittier’ın da dediği gibi ataerkinin işlediği zehri kustukları bir yer haline geldi. Gazeteci ve ilk katılımcılardan Susan Brownmiller’ın dediği gibi, amaçları bu kişisel acıları kullanarak “toplu bir gerçeği ortaya çıkarmaktı.”

Eğer kadınlar da Marx’ın işçi sınıfı için dediği gibi ezilen bir sınıfsa, o zaman onlar da “yanlış bir bilinçle” hareket ediyorlardı ve özgürleşmeleri bu bilinçten çıkmalarına bağlıydı. Yükselmelerini sağlayan şey tarihin diyalektiği üzerine dersler değil feministlerin Medeni Haklar hareketi için gönüllü oldukları yaz mevsiminde deneyimledikleri o destekleyici ruhani uygulama olmuştu. Yerel halk için kiliseler, mesela King’s Dexter Avenue kilisesi gibi, beyaz ırkçılığı altında maruz kaldıkları aşağılanmalar hakkında konuşabilecekleri güvenli alanlar halini aldı. Bu alanlar yüzlerce sıradan erkek ve kadının pasif direniş yoluyla güce karşı durabildikleri yerlerdi.

Marksist analizler ile Baptist metodunu[2] birleştiren 1960’ların sonlarının öğrenci feministleri, bu arındırıcı ve dahi cesaretlendirici uygulamayı çok daha politik bir şeye çevirdiler. Ulaştıkları bu “toplu gerçeğin” içerisinde kadın sağlığı kliniklerinin, cinsel saldırı destek merkezlerinin ve kadınlar için oluşturulan sığınma evlerinin karşılaması gereken ihtiyaçlar ile bu ihtiyaçları karşılamak için en iyi şekilde nasıl organize olacakları yatmaktaydı

Gerçek acılar için gerçek çözümler üretmeye çalıştıkları işbu süreçte sol-liberal çevreler, sağ kesim tarafından yerden yere vurulan, günümüz merkez ve sol kesimin bile endişeyle yaklaştığı öyle bir kelime hazinesi geliştirdiler ki; bu hazinede günümüzde oldukça yaygın olan “kişisel bakım” için öğütler, “kendi gerçeğimizi konuşarak iyileşmek” ve sözcüklerle fikirler tarafından “tetiklenme” korkusuyla sığınılan “güvenli alanlar” için söylemler yer almaktaydı. İkinci dalga feminizm sonraki jenerasyonlar için yeni bir siyasi dil ve hatta ona karşı bir koruma oluşturdular.

“Sol-liberal” kesimde maruz kaldıkları iğnelemeler ve sözlü tacizleri bir kenara koyarak kadınlara daha samimi bir dille yaklaşan Hanisch, Sarachild ve Koedt sözcüklerin baskı altına alma ve özgürleştirme güçleri üzerine oldukça kafa yordu. Onların bu yeni hesaplarına göre ataerkil şeytan sadece kadınların yapmak zorunda oldukları ya da yapmalarının yasak olduğu şeylerde yoktu; aynı zamanda onları tanımlayan, onlara hitap etmek için kullanılan ve kendilerine bakış açılarını dahi etkileyen sözcüklerde de yer almaktaydı.

Bu yeni siyasi dilin ilk günleri 1950’lerin sonundan beri hayal meyal oluşan fikirlerin giderek şekillenmesi ve örgütlenmesi üzerineydi. Aşk Yazı (Summer of Love)[3] için San Francisco’ya giden ve savaşa karşı yürüyen yüz binlerce genç İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan bu bireyselliğin siyasetten ayrılması durumuna adeta bir cevap niteliğindeydi. “Karşıt kültür” terimini 1969’da ortaya atmış tarihçi Theodore Roszak bu 18-25 yaş aralığındaki gençlerin Beat şiirine[4], uyuşturucuya ve protestolara yönelmesini; Nazi Almanya’sı ve Sovyet rejiminin kitleleri manipüle etmesinden etkilenmiş, sağ-sol gibi tarihsel açıdan tehlike yaratmış bütün ideolojileri reddeden bir savaş sonrası liberalizmi olan siyasetin “teknokrasi” formuna karşı açık bir ret olarak görmekteydi.

Geleneksel toplumdan kaçıp kırsal kesime yerleşen ya da “okulu bırakıp” uyuşturucuları, yol kenarında yaşamayı deneyimleyen asi gençler[5] kendilerini hem Auschwitz ve Hiroshima’yı engellemek konusunda başarısız olan hem de bu felaketler için zemin oluşturan ruhsuz bir akılcılığa karşı cevap olarak görüyorlardı. Ancak ebeveynlerine ve kısmen anlayışlı bir bakış açısına sahip olan Roszak’a göre bile bu kişisel hayat ile siyasi söylemi birleştirme şekilleri Nazi Almanya’sının ve Sovyet rejiminin neredeyse bir tekrarıydı: tehlikeli biçimde duygusal ve safça tarikat havasında. Bilgelere tapınmasında ve bilinçlenme yoluyla toplumsal bir değişim vadetmesinde kişisel kimliği siyasi devrime giden sihirli bir yol haline getirdi.

Daha net bir siyasi duruş içinde olan radikal feminizm ise sol kesimden sağ kesime ve hatta ilham aldıkları karşı kültür düşünürlerinin bizzat kendilerinden gelen çok ciddi totaliterlik suçlamaları ile karşı karşıya kaldı. Eğer karşıt kültürde özgürlük gelenekselden kopmak anlamına geliyorsa, feministler için bu gelenekleri kendi normlarıyla değiştirmek demekti; kelimelerin baskıyı nasıl devam ettirdiğini toplantılarda fark etmek, ardından dışarı çıkıp bütün dünyaya bu kelimelerin değişmesi gerektiğini haykırmak.

Radikal feminizmi faciaya çeviren şey daha sonraları komik biçimde Donald Trump için yolu açan insancıl bir şekilde dile yaklaşımları oldu. Şiddet gibi kelimeleri yeniden yorumlayan bu radikal genç kadınlar onları yetiştiren 1960 karşıt kültürünün ana esaslarına sırtlarını dönmüşlerdi. Hanisch ve diğerleri asi gençlerin bu zevk peşinde hallerine “çalış, çabala, organize ol” söylemini “seks, uyuşturucu ve rock and roll” söylemine tercih ederek karşı çıktılar ancak hareketin ahlaki değerlere bu kadar karşı, cinsel açıdan oldukça açık ve toplumsal açıdan bilinçli ruhu altında ezilip kaldılar. Kendi gerçeğini konuşup bilinçlendirmeye gitme yolundaki bu yeni sistemleri karşıt kültür düşüncesinde öyle bir değişime sebep olmuştu ki artık özgürlük sadece kişinin kendi gerçek, dürüst benliğini ifade etmesine değil; başkalarının kendilerini ifade etmesinin önlenmesine de bağlıydı.

“Kişisel olan politiktir” ifadesi karşıt kültürün toplumsal cinsiyet konusunda ikiyüzlülüklerini kabul ettikleri hem de bunu denetlemeye başladıkları bir dönemi sembolize ediyor. Kate Millet’ın 1970’te yayımlanan dikkat çekici çalışması Cinsel Politika’yı (Sexual Politics) takriben cinselliğe karşı özgür bir tavır takındıkları için 1960’larda yüceleştirilmiş erkek yazarlar bu sefer cinsiyetçilik yaptıkları sebebiyle mimlendiler çünkü sorunun çözümünden çok parçası olarak görülüyorlardı. Ezilenlere yardım etmek, düşünce ve cinsel özgürlük, söylenemeyenleri söylemek üzerine kurulmuş olan bu hareket bir anda düşünceleri ve kelimeleri kısıtlamak anlamına gelmeye başladı. Toplumsal cinsiyet siyaseti üzerindeki geciken ilerlemeler ile kelimelere yeni anlamlar atfedilmeye başlandı ve günümüzdeki “boykot kültürüne” kadar indirgendiler.

Nihayetinde D.H Lawrence, Henry Miller gibi erkek egemen yazarlık anlayışına sahip yazarları “karşı devrimci” olarak görürken en az onlar kadar acımasız ama eşcinsel olan Jean Genet’yi affettiler, bu süreçte Millet ve diğerleri merhametli ancak bir o kadar da yıpratıcı bir çifte standart yarattı: eğer tarih boyunca ezilenlerin yanlış tarafında olmuş bir gruba aitsen kendini oldukça sinirli, dağınık ve istediğin gibi ifade etme hakkına sahiptin. Hareketin iki kilit figürü Firestone ve Koedt’a göre “kötü olmaya cüret etmek” kadınların özgürlük hareketinin ilkelerinden biriydi. Yok eğer böylesi bir gruba ait değilsen de tarihin adaletsizlikleri düzeltilene kadar dilini tutup beklemeliydin. Azınlıklar tarafından yapılan sanatın dağınık olmak, kendisiyle çelişmek ve sadece deneysel bir dışavurum olarak değerlendirilmek için izni varken; çoğunluk gruplardaki insanlar tarafından yapılan sanat, sanatçının tarihi ayrıcalığını belirtmekteydi ve üstüne zararlı bir siyasi tutumda olup olmadığı konusunda kontrol edilirdi ve dikkatli adımlar atmak zorundaydı.

Kadınların özgürlük hareketindeki kişiselliğin toplumsal siyasetteki yerini sağlamlaştırdığı o tarihsel andan itibaren oluşan sorunlar, bu hareketi teşvik etmiş o derinlerdeki insani nezaketle bir nebze olsun hafifledi. Günümüzde kullandığımız dilin ve mantığın kökenlerine dönmemiz bize her ikisi için de inanılmaz bir farkındalık sağlayacaktır. Aslen Jim Crow ve sömürülen Siyah Amerikalılar arasında ırkçı şiddete karşı tetikte olmaları konusunda bir uyarı olan “gözünüz açık olsun” ifadesi gibi “kişisel olan politiktir” de tartışmalarda üstünlük sağlayan bir laftan çok daha fazlasına dönüştü.  Başka bir bölünmüş çağdan gelen bu slogan bugün sadece alay edilen veya övülmesi gereken bir ideolojiyi tanımlamakla kalmaz aynı zamanda herkesçe bilinen bir gerçektir. “İyi” veya “kötü” olmasından da öte, siyasetin kişisel hislerden ve kimlikten ibaret olmadan önceki zamanını özlemek anlamsız. Kişinin kendi siyasi görüşü ne olursa olsun, bu konularla ilgili elimizdeki tutumlar ile iddiaları onları doğuran kendi asıl koşulları ve ilkelerine göre değerlendirmenin daha faydalı olacağı kuşkusuz.


Guy Stevenson – “The origin story of a slogan, ‘the personal is political’“, (Erişim Tarihi: 20.08.2025)

Çevirmen: İpeksu Kaya

Çeviri Editörü: Emir Arıcı


Notlar

  • [1] Şiddet Karşıtı Öğrenciler Koordinasyon Komitesi (Student Nonviolent Coordinating Committee-SNCC): Özellikle Güney Amerika’da siyahların oy hakkı, ırksal eşitlik ve sosyal adalet gibi konular için mücadele göstermiş bir sivil örgüttür.
  • [2] Baptist Metodu: Bireyin kendi iradesiyle Tanrı’yı seçmesini esas alır ve iman etmiş herkesin (yetişkin olsa dahi) suya batırılarak vaftiz edilmesine dayanır.
  • [3] Aşk Yazı (Summer of Love): 1967 yazında özellikle San Francisco’da yoğunlaşmış barış, sevgi, özgürlük, karşı kültür ve psychedelic müzik temelli bir gençlik hareketidir.
  • [4] Beat Şiri (Beat Poetry): 1950’lerin başında ABD’de ortaya çıkmış, geleneksel değerleri karşı çıkarak özgürlük, bireysellik gibi temaları işleyen bir edebi akımdır.
  • [5] Asi Gençler (Hippies): 1960 Amerika’sında ortaya çıkmış olan ve ana akım toplumsal değerlere karşı; barış, özgürlük, doğallık ve sevgi gibi kavramları savunan bir karşıt kültürdür.

Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi bölümünde lisans, Uluslarası İlişkiler bölümünde çift anadal öğrencisi. Sinema, siyaset ve dijital medya ile ilgileniyor. Aynı zamanda sosyal medya direktörü ve video editörü olarak çalışıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

McDonald’s’ın Satacağı Bir Sonraki 100 Milyar Hamburgerin Olası Etkileri – Elsa H. Spencer &  Erica Frank & Nichole F. McIntosh

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü