Türkiye’de filozof var mı? Filozof mu demeliyiz felsefeci mi? Hepimizin aşina olduğu bu sorular felsefeyle ilgilenen hemen hemen herkesin bir dönem kafasını kurcalamış ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalardan hareketle Hamdi Bravo[1] da bu sorular üzerine düşünmüş ve 5 Nisan 2024 tarihinde bahsi geçen konuyla alakalı bir yazı yayımlamıştı.[2] “Türkiye’de Filozof Var mı? Bir Camia Eleştirisi” isimli bu yazısında Hamdi Bravo, yer yer haklı serzenişlerde bulunmuş; yer yer de bazı çözüm önerileri dile getirmişti. Ayrıca, konu hakkında yapmış olduğu bir söyleşisi de dahil olmak üzere, sorunun ‘dilsel’ ve ‘tarihsel’ olduğunu vurgulamıştı. Ben ise bu sorunun, dilsel ve tarihsel olmaktan çok ‘sistemsel’ olduğu kanısındayım.[3] Bu yazıda ise ilk olarak sorunun dilsel ve tarihsel olup olamayacağını veya ne ölçüde olabileceğini inceleyip Hamdi Bravo’nun söylemlerini ele alacağım. Ardından Gürol Irzık’ın “Türkiye’de Felsefe ve Bilim Tarihi Yapmak Üstüne Düşünceler” yazısında öne sürdüğü ‘merkez’ ve ‘çevre’ kavramlarından yardım alarak asıl sorunun sistemsel olduğunu savunmaya çalışacağım.
Sorun Dilsel Olabilir Mi?
Bildiğiniz üzere Türkiye’de “Filozof” ve “Felsefeci” şeklinde iki ayrı kullanım bulunur. Bunun yanında da tabii ek olarak “Türkiye’de filozof var mı?” şeklindeki soruyla sık sık karşılaşırız. Bu durumda Hamdi Bravo’nun, yazısında haklı olarak vurguladığı noktalardan biri şudur: Türkiye’de neredeyse her meslek dalından, sanattan, spordan ve bilimden yetkin insanlarımız bulunmaktadır. Örneğin ünlü ressamlarımız, futbolcularımız, bilim insanlarımız, tarihçilerimiz, sosyologlarımız, şairlerimiz vardır. Ve bu alanlarda çalışma yapan insanlara tanımlanan sıfatlarda herhangi bir ikilik durumu bulunmamaktadır. Bu meslekler kendi aralarında “iyisi ve kötüsü” şeklinde ele alınır. Örneğin bir şaire “iyi” derken bir diğerine “kötü” şair diyebiliyoruz lakin ikisini de hala “şair” olarak tanımlıyoruz. Yani bu gibi alanlarda kullanılan sıfatlarda herhangi bir sorun bulunmadığını görebiliyoruz. Ayrıca bu alanlarda çalışma yapan insanlara bu sıfatları tanımlayabilmek için onlardan çığır açan fikirler ya da özgün çalışmalar da beklemiyoruz. Fakat iş felsefeye geldiğinde durum böyle olmuyor. Gerçekten de felsefe alanında akademik çalışma yapan kişilere filozof denmesi için onların çığır açan fikirler öne sürmeleri ve dünyada daha önce hiç söylenmemiş şeyler söylemelerini bekliyoruz. Bu şekildeki düşüncelerden ötürü “Türkiye’de sanatçı var mı?” diye sorulmazken “Türkiye’de filozof var mı?” şeklinde bir soru yöneltilebiliyor aslında.
Türkiye’de bu konuda bir ikilik sorunu bulunduğu ve bu kullanım farklılıklarının kulağa tuhaf geldiği konusunda Hamdi Bravo ile aynı düşünmekteyim. Ancak bu kullanımlara odaklanmalı mıyız? Başta da dediğim üzere sorunun dilsel veya tarihsel değil, sistemsel olduğunu düşünüyorum.
Bu noktada Hamdi Bravo’nun yazısından bir alıntı yapıp, iddialarını ve önerisini incelemek istiyorum:
- “Bir kişi toplumsal rol olarak öğrenci olmaktan çıkıp söz konusu alana ait bilginin kullanıcısı, yani araştırmacı, anlatıcı, yazar ve öğretici konumuna geçtiyse artık “filozof” adını hak etmeli ve rahatça kullanabilmelidir. Diğer bilim alanlarında böyledir. Aksi tutumda ısrar edildiğinde, bu ayrım ülkemizde önce bu alanda çalışanları, sonra da felsefeyi değersizleştirmekten başka işe yaramamaktadır.”
Gördüğünüz üzere Hamdi Bravo burada iki şey söylemektedir. İlk olarak, bu alanda öğrenci konumundan çıkıp araştırma yapan herkese “filozof” denmesi gerektiğini; ikinci olarak da bunu yapmadığımız takdirde felsefenin değersizleşeceğini vurgulamaktadır. Elbette bu alanda çalışma yapan herkese filozof diyebiliriz, bunda tabii ki bir sakınca yoktur. Fakat filozof demediğimiz takdirde neden felsefeyi değersizleştirmiş olalım ki? Yani Türkiye’deki felsefenin değeri neden bir tür sıfatla belirlensin? Bana kalırsa felsefenin değerini düşüren bu sıfatlar değil, Türkiye’deki felsefeye olan bakış açısı, felsefeden ne anlaşıldığı ve buna bağlı olarak da ortaya konulan çalışmalardır.
Burada “Felsefeci mi filozof mu?” diye sormaktan daha önce sorgulamamız gereken başka önemli şeyler bulunmaktadır. Örneğin Türkiye’deki çalışmalara baktığımız zaman çoğunluğunun bir konunun ya da bir filozofun özeti olmaktan öteye geçemediğini görebiliriz ki bu da filozofça bir tutum değildir elbette. Yapılan çalışmaların çoğunun özet niteliğinde oluşu da bizim felsefe anlayışımızın bir bölümüne açıkça işaret etmektedir. Bu çalışmaların en can alıcı ortak özelliği ise bir ‘tartışma’ bulundurmamalarıdır. Zaten bir felsefe metninin en önemli özelliklerinden biri de tartışma bulundurması değil midir? Bahsi geçen çalışmalara şu şekilde örnekler verebiliriz: Sanki iki filozof birbirleriyle yarışıyormuş da biri kaybedecekmiş gibi bir izlenim veren, bunun yanı sıra bir filozofun felsefesini özetleyen ya da bir konuyu anlatırken o sırada filozofun hayatına dalıp kaybolan çalışmalar. Bu gibi çalışmaları derslerde öğrenciler konu hakkında genel bir fikir edinmek adına okuyabilirler elbette. Fakat mesele felsefenin değeriyse, filozof mu yoksa felsefeci mi diye sormadan önce asıl bu sorunlara odaklanmamız gerekir.
Burada gördüğümüz üzere sorun dilsel değildir. Yani bu alanda çalışma yapan herkese filozof demek makul bir çözüm olmamaktadır. Peki sorun tarihsel olabilir mi?
Sorun Tarihsel Olabilir Mi?
Burada da Hamdi Bravo’nun yazısından bir alıntı yaparak başlamak istiyorum:
- “Yabancılar bizim çalışmalarımıza atıf yapmıyor, çünkü biz yapmıyoruz. Yabancılar bizim çalışmalarımızı ciddiye almıyor, kendi dillerine çevirmiyor, çünkü biz almıyoruz, biz okumuyoruz. Tek sorun değerli şeylerin olmaması değil, olsa da bunu fark etmeye niyetli kimsenin olmaması; tek sorun değerli ile değersizin fena halde birbirine karışmış olması değil, kimsenin bunları birbirinden ayırmanın değerli bir iş olduğunu düşünmemesi.”
Burada Hamdi Bravo bir tür camia eleştirisi yapmaktadır. Bunu yaparken de yabancıların bizim çalışmalarımıza atıf yapmıyor oluşunu, çalışmalarımızı ciddiye almamasını, kendi dillerine çevirmemesini aslında bizim kendimize değer vermememize bağlamaktadır. Gördüğünüz üzere burada yine ele almamız gereken birtakım iddialar bulunuyor.
Bizim burada kendi içimizde birbirimize çok değer vermemizin çalışmalarımıza yabancılar tarafından atıf yapılmasına ne açıdan bir etkisi olabilir ki? Biz istediğimiz kadar birbirimize değer verelim, istediğimiz kadar birbirimizin çalışmalarını okuyup atıfta bulunalım, eğer ortada gerçekten felsefi açıdan değer taşıyan işler yoksa ya da yabancıların bu çalışmalar için Türkçe öğrenmeye gayret gösterecekleri bir durum yoksa tabii ki de alıntı yapmaz ve de çevirmezler. Ayrıca burada sadece yabancıların Türkçe öğrenmelerini teşvik edecek düzeyde iyi yayınlar yapmak da yeterli değildir. Sormamız gereken bir diğer soru da, bizim neden keşfedilmeyi bekleyen genç bir müzisyen gibi bekliyor oluşumuzdur. Yabancı dillerde yapılan çalışmalarımızı artırsak, uluslararası dergilerde ve tartışmalarda bulunmaya çalışsak, yani uluslararası bir konum elde etmeye çalışsak daha doğru olmaz mı? Aksi takdirde sadece birbirimize değer verelim, okuyalım ve birbirimize atıfta bulunalım dersek bu kendi aramızda yaptığımız bir etkinliğe dönüşür. Bizim yapmamız gereken felsefi anlamda nitelikli işler ortaya koyup bu çalışmalarımızı olabildiğince uluslararası mecraya kazandırabilmektir.
Hamdi Bravo, “Türkiye’de filozof var mı?”, “Felsefeci mi yoksa filozof mu?” gibi soruları yanıtladığı bir söyleşisinde Türkiye’deki Felsefeci/Filozof ayrımını ve felsefenin mevcut durumunu bazı tarihsel sebeplere bağlamaktadır.[4] O, bir dönem anlatısı yaparak bu sorunu irdelemeye başlar. Anlattığına göre ilk felsefecilerimiz yurtdışındaki literatürü bize aktarmakla işe başlamış, biz ise bu temeller üzerine bir camia oluşturma yolunda ilerlemişizdir. Yani burada yerel bir felsefenin oluşma aşamasından bahsedip kendi felsefemizi inşa etmekten söz ediliyor. Dolayısıyla henüz genç bir felsefe ortamımız olduğu vurgulanıyor. Ayrıca git gide dergilerimizin, çalışmalarımızın, topluluklarımızın sayılarının arttığı ve daha iyi bir noktaya gittiği söyleniyor.

Elbette bir ülkedeki felsefe ortamının nasıl olduğu o ülkede yapılan çalışmaları etkileyebilir. Fakat daha önce de söylediğim üzere mesele sadece yerelden yola çıkmak değildir. Yani bir filozofa sahip olmamız için illa bizim onu filozof olarak görmemiz, ona atıfta bulunuyor olmamız ya da okumamız yeterli değildir. Ayrıca kendi felsefi kökenimizin de sanıldığı kadar etkisi yoktur. Bir filozof çıkartabilmek ya da nitelikli işler yapabilmek için gerçekten de bu tarihsel şartlar göründüğünden daha az önemlidir. Yani tabii ki de bizim kültürümüzün, siyasetimizin, yaşam koşullarımızın, düşünce sistemimize etkileri olabilir, olacaktır da. Fakat biz burada sıfırdan bir dünya felsefe tarihi inşa etmemekteyiz. Sözgelimi, Amerika’yı yeniden keşfetmemize gerek yok aslında. Yunanistan’da felsefenin 2500 yıldır yapılıyor oluşu, bizim ise daha yeni yeni başlıyor oluşumuz neyi değiştirir ki? Yunanistan’da şu an yüzlerce Aristoteles mi bulunuyor? Ayrıca bulunması mı gerekir? Ya da Yunanistan’da bu etkinlik bin yıllar önce başladığı için o dönemden beri hep nitelikli işler mi yapılmıştır? İşin ironik bir kısmı ise Antik Yunan topraklarının bir kısmının, yani İyonya bölgesinin bizim sınırlarımız içerisinde bulunuyor oluşudur. Hatta direkt olarak felsefenin ortaya çıktığı kabul edilen topraklar desek daha doğru olur. Böyle bir durumdayken gerçekten de tarihsel koşulların çok önemli olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca biz de bu felsefe tarihinin bir parçasıyız. Biz de bu dünya felsefe tarihini miras alanlar arasındayız. Daha önce de söylediğim üzere Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz. Bizim Aristoteles, Descartes ve Kant okumamızın önünde hiçbir engel bulunmamakla birlikte, bu gibi filozoflara sahip olmamız için belli bir kökene sahip olmamız da şart değildir.
Burada gördüğümüz üzere sorun tarihsel de değildir. Peki sorun nerededir? Sorun sistemsel olabilir mi?
Sorun Sistemsel Olabilir Mi?: Gürol Irzık’ın ‘Çevre’ ve ‘Merkez’ Metaforları Üzerine
Gürol Irzık’ın öne sürdüğü “çevre” ve “merkez” kavramlarına geçmeden önce Hamdi Bravo’nun bir iddiasını daha ele almak istiyorum.
Hamdi Bravo’nun dikkat çektiği önemli bir nokta ise ülkemizdeki felsefe dergilerinin, çalışmalarının, toplulukların sayısının giderek arttığının ve bu çalışmaların ilgi gördüğüdür. Ve bu gidişle de iyi bir camia oluşacağını söylemektedir. Sayıların ve ilginin giderek artması noktasında haklı olsa da, şu anki sayıların yetersiz olduğunu söylememiz gerekir. Öncelikle dediğim gibi felsefeyle ilgilenenlerin sayısı göründüğünden daha da azdır. Bunu da Gürol Irzık’ın ortaya koyduğu bir veri ile açıklayabiliriz. Gürol Irzık’ın bahsettiğine göre Türkiye’de Bilim Felsefesi ve Tarihi alanında çalışma yapan 67[5] felsefe akademisyenimiz bulunurken, yurtdışında bu sayı sadece bir üniversiteye tekabül edebilmektedir. Bunun da yol açtığı birçok problem bulunur. Örneğin daha nitelikli çalışmalar ortaya koyamıyor oluşumuzun bir sebebi de bu sayı olabilir mi? Bunun sebebi de aslında aynı uzmanlık alanında yetkin olan birçok kişinin bulunmamasından kaynaklıdır. Örneğin spesifik bir konuda yazılan bir makaleyi incelemek için yine o konuda ilgili olan hakemlerin bulunması gerekir. Bunun için ya da örneğin bir bilim felsefesi öğretimi veya camiası için 67 gibi bir sayının gerçekten de çok az olduğunu görebiliyoruz. Bu durumda Türkiye’de felsefe adına iyi bir denetim ve eleştiri sürecinin tam anlamıyla olamadığı yorumunu yapabiliriz. Dolayısıyla Hamdi Bravo’nun bahsettiği eleştiri ortamı da oluşamamış oluyor.
Bu noktada bazı itirazlar gelebilir. Örneğin daha evvel tarihsel koşulları ele alıp aslında bu tarihsel argümanın geçerli olamayacağından bahsettim. Bu durumda şu soru yöneltilebilir: “Daha demin tarihsel bir sorun olduğunu reddettin fakat şimdi sayıların azlığından dem vuruyorsun?” Burada şu cevabı verebilirim, daha önce tarihsel bir sorun olduğu argümanını eleştirirken aslında daha kapsamlı bir tarihsel dönemi ele alıp başka bir ülkeyle kıyaslamıştım. Yani oradaki kastım “köken” idi. Ancak burada bahsettiğimiz sayıların oluşumu bir döneme vurgu yapabilir elbette. Örneğin Türkiye’deki ilk felsefe bölümü 1933 yılında kuruldu, bu sebepten ötürü felsefe çalışmaları yapan araştırmacı sayımız azdır şeklinde bir söylemde bulunabiliriz.
Pekala, burada sistemin bir parçasından söz etmiş olduk, peki biz sistemin neresindeyiz?
Bu sorulara, Gürol Irzık’ın “Toplum ve Bilim” dergisinin 99. sayısında yayımlamış olduğu “Türkiye’de felsefe ve bilim tarihi yapmak üstüne düşünceler”[6] isimli yazısında vurguladığı ‘merkez’ ve ‘çevre’ kavramlarından yardım alarak cevap vermeye çalışacağım. Ayrıca sorunun sistemsel olduğunu savunacağım.
Gürol Irzık bu yazısını yazmadan önce Yunanistan’da bir sempozyumda konuşma yapmıştı. Ve meseleye Yunanistan’ı da dahil ederek örneklerini güçlendirmişti. Burada Gürol Irzık’ın yazısından bir alıntı yaparak meselenin ne olduğunu anlamaya çalışalım:
- “Yakın geçmişte ve günümüzde, felsefe/bilim felsefesi/bilim tarihi alanlarında, akademik/bilimsel katkı itibarıyla, ne Yunanistan ne de Türkiye öne çıkan, ilk akla gelen ülkeler. Bu, elbette, ne Türkiye’nin ne de Yunanistan’ın bu alanlarda uluslararası düzeyde akademisyeni, düşünürü yok demek değil. Ama var olan faaliyete bir bütün olarak baktığımızda, bu iki ülkenin, ne “Batı’da” ne “Doğu’da”, felsefe ve bilim tarihi yapılan her neresi olursa olsun, bir ağırlığı, öncülüğü yok. Yeni kuramsal yaklaşımlar ve açılımlar, tartışmaları yönlendiren ajendalar ve problem yumakları başka yerlerde ortaya çıkıyor, başka yerlerde belirleniyor. Bu anlamda Türkiye de Yunanistan da çevrede yer alıyor.”
Gürol Irzık’ın bu söylemlerine baktığımızda aslında basit bir “Batı iyi Doğu kötü” argümanı görmemeliyiz tabii ki de. Burada gerçekten de Türkiye’nin ve Yunanistan’ın bu konularda birer ‘çevre’ ülke konumunda olduğuna dair bir tespit bulunmaktadır. Sözgelimi Yunanistan da Türkiye de hem dil hem de coğrafi bakımdan birer çevre ülkedir. Öte yandan Gürol Irzık, Yunan meslektaşlarına bu saptamasına katılıp katılmadıklarını sorduğunda, onlardan da bu ‘çevre’ fikrinin onay aldığını söylemektedir.
Burada gelebilecek eleştirilerden birine cevap vermek istiyorum. Örneğin kimin merkezde kimin çevrede olduğuna dair şu şekilde bir soru gelebilir:
Baktığımız zaman Rusya da bir çevre ülke konumunda görünür. Fakat çevre denilemeyecek kadar da iyi çalışmalar bulunur. Örneğin Andrei Lebedev’in Herakleitos üzerine bir araştırma yaptığı ve iyi bir yorum ortaya koyduğu The Logos of Heraclitus isimli çalışması merkezde ele alınmayı hak eden bir çalışmadır. Bu durumda Rusya’yı neden “çevre”de değerlendiriyoruz?
Bu itirazda çok güzel bir örnek verilmiştir, ancak aceleci davranmamak da gerekir. İlk olarak bu itiraza Gürol Irzık’ın da yazısında vurguladığı Çevre-Merkez arasındaki ilişkisel bağa değinerek cevap verebiliriz. Sözgelimi Gürol Irzık’a göre çevre ve merkez arasında ilişkisel bir bağ bulunur. Yani biri olmadan öteki de olamaz. Aslında bu iki konum da birbirinden beslenmektedir. Fakat merkezin çevreye olan etkisinin, çevrenin merkeze olan etkisinden daha çok olduğunu unutmamak lazımdır. Bu örnekte de buna benzer bir durum bulunur. Yani Andrei Lebedev’in bu çalışması gerçekten de merkezde olmayı hak eden bir çalışmadır ve merkezi etkilemiştir de. Ancak buradan hareketle Rusya’nın bu alanlarda bir merkez ülke olduğunu söyleyemeyiz. İkinci olarak bu örnek benim ileri sürdüğüm, nitelikli felsefe çalışmaları yapabilmek için ya da bir filozof çıkartabilmek için belli bir kökene sahip olmamız gerekmediği savımı desteklemektedir. Çünkü gördüğümüz üzere merkez ülkeler gibi köklü bir felsefe anlayışına sahip olmayan Rusya’da da nitelikli işler yapılabilmekte ve filozoflar çıkabilmektedir.
Öte yandan merkezin neresi olduğuna dair itirazlar gelebilir. Örneğin “İtalya’da da iyi çalışmalar yapılıyor, İtalya merkez midir?” şeklinde sorular yöneltilebilir. Burada Gürol Irzık ise şu şekilde bir açıklama yapmaktadır:
- “Yanlış anlamaları baştan önlemek için ‘merkez’ derken tek bir coğrafi yeri kastediyor değilim. Bir değil birden birçok merkez olabilir. Dahası, A, B’ye göre çevre konumundayken, C’ye göre merkezde olabilir. Dolayısıyla, merkez-çevre ilişkisi aynı zamanda göreceli bir derecelendirmeyi de içerebiliyor. Bu nedenlerle, merkez = ‘Batı’ gibi özdeşleştirmelerden sakınmak gerektiğini düşünüyorum. “Batı” derdimi anlatmak için çok toptancı, çok düzleyici bir terim. Hangi ‘Batı’?”
Son olarak Gürol Irzık’ın yazısından özet niteliğinde olan bir cümleyi alıntılayarak bitirmek istiyorum:
“Bugün Türkiye’de felsefe yapan herkesin ilk kaygısı, işini en iyi şekilde yapmak olmalıdır. ‘İşini iyi yapmanın’ da ölçütü yerel olamaz.”
Sonuç
Bu çalışmada öncelikle Türkiye’de “Filozof-Felsefeci” şeklinde bir ayrımın bulunduğunu ve bu ayrımın da “Türkiye’de filozof var mı?” şeklinde sorulara yol açtığını ortaya koydum. Bu noktada aynı sorunu öne sürüp bazı çözüm önerileri getiren Hamdi Bravo’nun iddialarının da bazı açılardan yetersiz olduğunu, sorunun asıl kaynağını saptayamadığını vurguladım. Sorunun ise, dilsel ve tarihsel olmaktan çok sistemsel olduğunu savundum. Bu savunmamda da Gürol Irzık’ın ‘merkez’ ve ‘çevre’ kavramlarından yardım aldım. Söz konusu kavramlar neticesinde Türkiye’nin birer çevre ülke konumunda olduğunu; asıl odağımızın ise filozof ve felsefeci kavramlarında değil, daha iyi işler yapmaya çalışarak merkeze yönelmekte olduğunu savundum.
Dipnotlar
- [1] Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü
- [2] Bu yazıda direkt olarak bahsi geçen tartışmaları ele alıp bir çözüm önerisinde bulunmayacağımı söylemem gerekir. Bu konuları Hamdi Bravo kendi yazısında ele almıştır. Benim burada yapacağım şey ise Hamdi Bravo’nun bu konuya yaklaşımına -Türkiye’deki felsefenin sorununun nerede olduğuna dair yorumlarına- bir eleştiri getirmektir.
- [3] Peki dilsel, tarihsel ve sistemsel kavramlarından ne anlamamız gerekir? Dilsel derken, Türkiye’deki felsefenin sorununun Felsefeci/Filozof ayrımında olduğunu; tarihsel derken, sorunun belli bir felsefi kökene sahip olup olmamakta olduğunu ya da bir camia bulunmasında olduğunu; Sistemsel derken ise Türkiye’deki felsefenin niteliğini, yani felsefe çalışmalarımızı ve felsefeye nasıl baktığımızı kastediyorum.
- [4] Hamdi Bravo’nun “Türkiye’de Filozof Var mı?” isimli söyleşisi: https://www.youtube.com/watch?v=JDA_QlYVnI8&t=801s
- [5] Gürol Irzık bahsi geçen 67 sayısını, 30 Mayıs 2024 tarihinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün düzenlediği “Günümüzde Türkiye’de Felsefe Yapmak” isimli sempozyumda vermiştir.
- [6] Bu yazısında Gürol Irzık, Toplum ve Bilim dergisinin bir önceki sayısında yani 98. Sayısında bulunan Zeynep Direk’in “Başkada aynı kalmak: Türk başkalığını felsefi olarak düşünmenin yolları üstüne” isimli yazısına bir eleştiri getirmektedir. Fakat ben bu çalışmamda Gürol Irzık’ın ortaya koyduğu kavramları Hamdi Bravo’ya karşı bir eleştiri olarak kullanacağım.
Kaynakça
- Hamdi Bravo’nun yazısı: “Türkiye’de Filozof Var mı? Bir Camia Eleştirisi“, (Erişim Tarihi: 12.11.2024)
- Irzık, G. “Türkiye’de felsefe ve bilim tarihi yapmak üstüne düşünceler.” Toplum ve Bilim Dergisi/99. (2003-2004): 65-75.
Yazar: Efe Can Akdeniz
Not: Değerlendirme ve eleştirileri için MSGSÜ Felsefe bölümünden hocalarım Alper Yavuz ve Hakan Yücefer’e, ayrıca bölüm arkadaşım Emre Kahvecioğlu’na teşekkür ederim.
Güzel bir makale olmuş. İstifade edeni çok olsun.Selamlar…
Prof. değil mi bu Hamdi Bravo? Ne diyor peki? “Biz birbirimizi okumuyoruz ki yabancı bizi okusun”, “filozof demezsek felsefe değerini yitirir”. Vay babam vay! Argümana bak hizaya gel. Siz akademileri bu adam gibi mantık matematik terbiyesi almamış, empirik veriye duyarsız, masal anlatıcısı vasıfsız ergenlerden kurtarın, ilk ve büyük adımı atmış olursunuz.