Immanuel Wallerstein 2019 yılında hayatını kaybettiğinde, küresel kapitalizmin krizlerle dolu gelişimi konusunda en etkili düşünürlerden biri olarak anılıyordu. Kitaplarından birini bile okumamış olan insanlar, kendilerini hala kapitalist dünya sisteminin “merkez” ve “çevre”sinden bahsederken bulacaktır.
Wallerstein kapitalizmin önümüzdeki birkaç on yıl içinde sona ereceğini düşünüyordu. Fakat demokrasi uğruna verilen halk mücadelelerinin sonucuna bağlı olarak kapitalizmin yerini ya daha gerici bir ya da daha eşitlikçi bir sistemin alabileceğini düşünüyordu.
Gregory Williams Boston’daki Simmons Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörüdür ve Contesting the Global Order: The Radical Political Economy of Perry Anderson and Immanuel Wallersteinkitabının yazarıdır. Bu, Jacobin Radio’nun Long Reads podcast’inden düzenlenmiş bir metindir.
Daniel Finn: Öncelikle, Immanuel Wallerstein’ın geçmişinden ve akademisyen olma sürecinden bahsedebilir misiniz?
Gregory P. Williams: Wallerstein’ın daha sonra kendisinin de söylediği gibi, kendisi tam bir “zevk ve mizaç olarak New Yorklu” idi. Dışa dönük ve inatçıydı. İnsanlarla aynı fikirde olmadığında bile çok etkileyici olabiliyordu. Birçok yönden 1930’da doğduğu şehri temsil ediyordu.
Aynı zamanda dilleri ve şehrin kültürel çeşitliliğini de seviyordu. Ailesi aslen New Yorklu değildi – eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerinden gelmişlerdi. Ebeveynleri Berlin’de tanışmış ve 1920’lerin başında bir oğulları olmuştu. Daha sonra New York’a taşınmışlar ve Immanuel burada doğmuş.
New York’ta geçen bu çocukluk dönemini gelişimi için çok önemli olarak görmeye başladı. Sonraları dünyayı dolaşacaktı ama gençliğinde dünya gerçekten onun ayağına gelmişti. O da New York’ta eğitim gördü.
Columbia Üniversitesi’ne gitti ve kariyerinin ilk kısmında bu üniversitenin öğretim kadrosunda yer aldı. 1950’lerde, orada genç bir lisansüstü öğrencisiyken, siyaset sosyolojisi adı verilen ve yeni gelişmekte olan bir disiplinin parçası olmuştu. Bugün oldukça yaygın bir akademik alan, ancak o zamanlar çok yeniydi.
O dönemde orada bulunan C. Wright Mills gibi Wallerstein da akademik disiplinlerin benzersizliği konusunda çok fazla kafa yormadı. Sosyoloji onun eviydi ve bence sosyoloji onu fark ettiğinden daha fazla etkilemiş olabilir. Yine de kendini her zaman bir sosyologdan çok bir sosyal bilimci olarak görmüştür.
Pek bilinmeyen 1954 tarihli yüksek lisans tezi McCarthycilik üzerineydi. Joseph McCarthy’nin gücünün zirveye ulaştığı döneme denk gelen bu tez, daha sonra Wallerstein’ın tezine atıfta bulunan Mills ve Richard Hofstadter gibi Columbia Üniversitesi’nde bu konuda yazılan diğer yazılarla da örtüşmektedir.
Bu, internet çağından çok önceydi, bu nedenle McCarthy’nin konuşmalarının kopyalarını elde etmek için Wallerstein, McCarthy’nin “Washington’daki pisliği ortaya çıkarmasına” yardım etmek isteyen bir takipçisi gibi davranarak senatöre mektup yazdı. McCarthy’nin ofisinin Wallerstein’a geri dönüp dönmediğini bilmiyorum ama sonuçta ona ihtiyacı olan bilgiyi sağlayan Daniel Bell oldu. Bence bu hikaye Wallerstein’ın neler olup bittiğini anlamaya olan adanmışlığını ve aynı zamanda mizah anlayışını göstermektedir.
O dönemde ve daha sonraki bir aşamada McCarthycilik konusunda endişeliydi, çünkü bunu o zamanlar ortaya çıkmakta olan dünya sahnesi üzerindeki mücadelenin bir parçası olarak görüyordu: milliyetçi, sömürge karşıtı hareketleri bastırmak isteyen gerici güçler ile daha iyi bir dünya yaratmak isteyen sosyalistler arasındaki bir mücadele olarak görüyordu. Birçok yönden, bugün hala bizimle olan bölünmeler bunlardır.
Wallerstein Soğuk Savaş dönemindeki Washington-Moskova rekabetine vurgu yapmadı. Bu ilişkinin savaş sonrası yıllarda temelde simbiyotik doğası olarak gördüğü şeyi tanımlayan bir yazı yazmak için birkaç on yıl bekleyecekti. Wallerstein, esas bölünmenin bugün Küresel Kuzey ile Küresel Güney olarak adlandırdığımız şey arasında olduğunu düşünüyordu; o dönemde bu bölünme sömürgeciler ile milliyetçi hareketler arasındaydı.
Bunu dünyadaki en önemli mesele olarak gördü ve bu yüzden McCarthycilik üzerine çalışmaya devam etti. Fakat ister bir lider ister sıradan insanlar tarafından olsun, siyasi inançların nasıl harekete geçirilebileceğini anlamaya çalışmaktan asla vazgeçmedi.
Daniel Finn: Wallerstein, o yıllarda sosyal bilimlerde çok yaygın olan ve modernleşme teorisi olarak bilinen yaklaşımla nasıl bir ilişki içindeydi?
Gregory P. Williams: Modernleşme teorisi ile büyük zorluklarla ilişki kurdu. Modernleşme teorisi 1950’lerde popüler oldu. Bu teori farklı katkıları ve uzantılarıyla çok çeşitli bir düşünce bütünüdür, bu nedenle aşırı genelleme yapmak istemiyorum. Ancak genel olarak modernleşme teorisine bağlı olanlar en az üç inancı paylaşır.
Bunlardan ilki, ulus-devlet düzeyinde giderek artan siyasi ve ekonomik gelişmişlik için kullanılan bir terim olan kalkınmaya olan inançtır. İkincisi, kalkınmanın aşamalardan geçtiği düşüncesidir – tersine çevrilemeyen veya atlanamayan tek yönlü aşamalar. Üçüncüsü ise kalkınmanın, ulusların kapitalist büyüme yoluyla Amerikan değerlerini ve geleneklerini benimsemesi anlamında homojenleştirici, Batılılaştırıcı bir süreç olarak kabul edilmesidir. Bu çalışmalar genellikle bağımsızlığını yeni kazanan ya da sömürgecilikten kurtulan ulusların yabancı yatırımı çekmek ve kendilerini ticarete açmak, kısacası modernleşmek amacıyla eski sömürgecileriyle daha yakın bağlar kurmaları gerektiği sonucuna vardı.
Bu noktada 1950’lerin sonunda, Wallerstein bir Afrika uzmanı haline geldi ve modernleşme teorisinden kaçamadı. Avrupa’nın üstünlüğü ya da modernleşme teorisinin dar görüşlülüğü imalarını asla kabul etmedi; toplumsal ilerleme kavramımızı büyüme hakkındaki teknokratik ya da minimalist fikirlerle sınırladı. Eşitlik terimleriyle düşünmeyi tercih etti: siyasi eşitlik, ekonomik eşitlik, kültürel eşitlik.
Bir ulusun başarısı ya da başarısızlığı için yerel liderlerin suçlanması gerektiği düşüncesini reddetti. Bu fikir kendi başına tehlikeliydi çünkü büyük güçlerin eski sömürgecileriyle olan tüm ilişkilerini sorgulanır hale getiriyordu. Ancak Wallerstein o zamanlar kalkınmanın ulus-devlet düzeyinde gerçekleştiği ve kalkınmanın aşamalardan geçerek geri döndürülemez bir süreç olduğu fikirlerini kabul etmeye istekliydi.
Bu görüşleri her zaman benimsemezdi ama 1950’ler ve 60’larda benimsedi. Bununla birlikte, 1960’ların sonlarına doğru tüm geleneği işlevsiz buldu. Bu arada, bölünmüş toplumlarda siyasi gelişmeye ilişkin Avrupa fikirlerini gözden geçirmek için epey zaman harcadı. Karl Polanyi, Fernand Braudel, Amílcar Cabral ve Frantz Fanon’dan yararlandı. Wallerstein, Fanon’un özellikle bu fikirleri sömürge bağlamına tercüme etmede yardımcı olduğunu düşünüyordu.
Nihayetinde, bu fikirler ve bölgedeki deneyimleri ona tamamen yeni bir düşünce tarzına ihtiyaç olduğunu öğretti. Özetle sorun, sonunda farkına vardığı gibi, kalkınmanın ulus-devlet düzeyinde gerçekleşmemesiydi. O dönemde bağımsızlığını yeni kazanan uluslar ile eski sömürgecileri arasında çeşitli kritik ticaret koşulları vardı: Her şey içeride oluyormuş gibi davranamayız.
Wallerstein başlangıçta Afrika’nın sözde yeni ulusları için dersler çıkarmak amacıyla Avrupa’nın sözde eski ulusları üzerine bir çalışma planlamıştı. Ne var ki sonunda asıl önemli olanın “eski” ve “yeni” uluslar arasındaki ilişki olduğunu düşündü ve dikkatini bu ilişkinin doğasını tanımlamaya ve ifade etmeye yöneltti.
Daniel Finn: Wallerstein “sistem karşıtı hareketlerden” bahsederken aklında ne vardı?
Gregory P. Williams: Bu, bulmacanın bir başka önemli parçasıdır, çünkü uluslararası ilişkiler konusu devletler veya ülkelerle ilgilidir, ancak aynı zamanda bu ülkelerde yaşayan insanları da ilgilendirir. “Sistem karşıtı hareket” terimi çok daha sonra, 1960’larda yaşananlar üzerine biraz düşündükten sonra bulduğu bir terimdir. Buradaki fikir, dünyanın her yerinden insanların zaman zaman ayrı toplumsal ve ulusal mücadeleler verdiğidir. Yüzeyde bu mücadeleler oldukça farklı görünür, ancak daha derin bir düzeyde birbirleriyle bağlantılıdırlar. Dünya sistemi genelinde kurulu düzenin reddini meydana getirirler.
Sistem Karşıtı Hareketler kitabı gibi yazılarında, hareketler yıllarla sembolize edilir, ancak her zaman her iki tarafında birkaç yıl olan bir aşamayı oluştururlar: örneğin 1789, 1848, 1917, 1968, 1989. Pek çok akademisyen 2011 Arap Baharını çağdaş bir referans olarak eklemiştir.
Wallerstein için 1968 yılı son derece kritik bir öneme sahipti. O yıl Columbia Üniversitesi’nde öğrenciler ve yönetim yetkilileri arasında yaşanan bir açmazın müzakere edilmesine yardımcı oldu. Birkaç çözüm önerdi ve bir kişinin o zaman söylediği gibi neredeyse tükenmenin eşiğine kadar çalıştı. Batı ya da ABD uluslararası düzenine karşı küresel bir sol protesto hareketi olan 1968’in tüm deneyimi, Wallerstein’ın dünya politikasına ilişkin birçok görüşünün belirginleşmesine yardımcı oldu.
Hatta daha sonra bunun yirminci yüzyılın en önemli tarihsel olayı olduğunu, hatta Rus Devrimi’nden bile daha önemli olduğunu ifade etmiştir. Siyasi olarak Wallerstein, sol entelektüellerin yazılarının sosyalizme geçişi teşvik edebileceğine ve eylemcilerin devrim için doğru araçlarla donatılabileceğine ikna oldu. Kendisinin ve diğerlerinin çalışmalarının bu geniş kapsamlı mücadelede önemli olduğunu düşünüyordu.
Daniel Finn: Wallerstein, dünya-sistemleri analizi fikriyle ilişkilendirilir (bir tire ile, not etmek önemlidir). “Dünya-sistemi” terimi onun için nasıl bir anlam taşıyordu ve ne tür farklı dünya-sistemleri tanımlıyordu?
Gregory P. Williams: Evet, o çok önemli tire işareti! Dünya-sistemi kavramı, Wallerstein’ın dünya siyasetini modernleşme teorisinin bakış açısının ötesinde yeniden düşünme yoluydu. Avrupa’nın üstünlüğü varsayımını zaten reddetmişti. Daha sonra ulusal kalkınma varsayımını reddetmeyi tercih etti.
Eğer uluslar tek başlarına gelişmiyorlarsa, gelişen nedir? Bütün bir sistem: yani Wallerstein’ın “dünya” ve “sistem” arasında tire koyarak dünya-sistemi dediği şey. Bu sistem eski uluslar ile yenileri arasındaki ilişkilerden oluşur. İlginçtir ki Washington bu noktada, bazı önemli sınırlamalar olsa da atlanamayacak aşamalar ya da evreler fikrini kabul etmeye devam etti.
Ancak 1968’den sonra, aşamalardan geçenin tek tek ulus-devletler değil, tüm sistem olduğunu düşündü. Bence bu değişim, Wallerstein’ın meslek hayatı boyunca düşüncesindeki belki de en önemli değişimdi. 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında, Wallerstein sistemler açısından düşünmeye başladı – toplumlar arasındaki, ikili terimlerle veya uluslar arasındaki ilişki açısından.
Sistemlerin kendilerinin de bir başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Başka bir ifadeyle, onun da dediği gibi, sistemlerin yaşamları vardır. Dünya-sistemi, kendisi de bir dünya olan bir sistem olması fikridir. Bu “dünyanın sistemi” değildir. Bugün öyle olsa da küresel olmak zorunda değildir. Dünya kavramı daha ziyade bu (ya da herhangi bir) toplumsal sistemin kendi kendine yeten bir sistem olduğu fikridir.
Wallerstein birkaç tür dünya sistemi tasarlamıştır. Bunlar arasında en önemli iki tanesi dünya-imparatorluğu ve dünya-ekonomisiydi. Dünya-imparatorlukları, antik Roma gibi tek bir yönetim kurumuna ve tek bir ekonomik sisteme sahip büyük ölçekli uygarlıklardı. Yönetici birim geniş toprakları fethedip işgal ediyor ve dünya-imparatorluğunun çeşitli kurucu parçalarından haraç alıyordu. Bu, tarihsel olarak konuşursak, çok yaygın bir dünya-sistemi türüydü.
Dünya ekonomisi çok farklıdır ve tarihsel açıdan da çok sıra dışıdır. Bir dünya-ekonomisi, kuşatıcı bir ekonomik sistem içindeki birkaç farklı yönetim kurumundan oluşur. Wallerstein’ın kapitalist dünya-ekonomisi olarak adlandırdığı modern dünya sistemimizde, devletler kapitalist bir ekonomik sistem tarafından birbirine bağlanmıştır. Bu bugün bize tanıdık gelir, çünkü bildiğimiz ve beklediğimiz şey budur, ama aslında bu alışılmadık bir ilişkidir.
Dahası, Wallerstein kapitalizmi özel mülkiyet ya da ücretli emek açısından tanımlamaz. Özel mülkiyet konusunda, hükümetlerin sanayiyi teşvik ettiğini ve desteklediğini görmüştür. Ücretli emek konusunda ise, kuşatıcı bir kapitalist ekonomi içinde kölelik de dahil olmak üzere birçok zorla çalıştırma örneği tespit etmiştir. Bu nedenle kapitalizmi süreçlerine göre tanımlar. Ona göre kapitalizm, depolanmış değer anlamına gelen sonsuz sermaye birikimine dayalı bir sistemdir.
Wallerstein’a göre kapitalizm, Batı Avrupa’da ve Amerika’nın bazı bölgelerinde, tarihçilerin uzun on altıncı yüzyıl olarak adlandırdıkları, kabaca 1450’den 1640’a kadar uzanan dönem boyunca ortaya çıkmıştır. Bu bir kırılganlık dönemiydi. Ancak yüzyıllar içinde sistem oldukça güçlendi ve birkaçı denemiş olsa da hiçbir güç sistemi kendi kontrolü altına alamadı.
Ancak hiçbir sistem sonsuza kadar süremez. Dünya-sistemleri analizinin temel unsuru, tüm sistemlerin geçici olduğu fikridir. Wallerstein, 1980 yılında Nobel ödüllü kimyager Ilya Prigogine ile tanıştığında bu bakış açısına daha da ikna olmuştur. Benzer şeylerden bahsettiklerini fark etmiştir. Prigogine, Wallerstein’a aynı sonucun doğal sistemler için de geçerli olduğunu öğretti: ister bir kasırga ister kapitalist dünya ekonomisi olsun, er ya da geç bir sistemin rutin işleyişini sürdürmek imkansız hale gelir. Evrenin bile bir ömrü vardır.
Daniel Finn: Wallerstein dünya sisteminin merkez, çevre ve yarı-çevresinden bahsetti. Bunlar insanların gazetecilikte ve ekonomik analizlerde görmüş olabilecekleri terimlerdir. Ancak Wallerstein’ın kendisi bu terimleri kullandığında, küresel kapitalizmin coğrafyasında hangi ayrımları yapmaya çalışıyordu?
Gregory P. Williams: Wallerstein’a göre bu terimler dünya sistemi içindeki işbölümünü ifade eder. Merkez, yarı çevre ve çevre arasındaki ayrımlar, dünya ölçeğinde bir toplum içindeki sınıfsal bölünmeleri az çok yansıtır. Andre Gunder Frank gibi bağımlılık teorisyenleri bir süredir, yoksul çevreden kâr sağlayan varlıklı bir merkez bölge terimleriyle düşünmekteydi.
Merkez, zenginliğe ve güçlü ordulara sahip olan büyük güçleri ifade eder. Bunlar en tepedeki uluslardır ve sayıları nispeten azdır. Buna karşılık çevre, yirminci yüzyılda kesinlikle sona ermemiş olsa da genellikle on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda emperyalizm yoluyla dünya ekonomisine zorla entegre olan uluslardan oluşur. Çevre, resmi imparatorlukların sona ermesinden sonra borç ve ticaret politikaları aracılığıyla küçültülmüş konumunda tutulmuştur.
Wallerstein bu kategorilerin yeterli olmadığını düşünerek yarı-çevre adını verdiği üçüncü bir kategori tasarladı. Yarı-çevrenin kapitalist dünya-ekonomisinin garantörü olarak hizmet ettiğini düşünüyordu. Burası ticaretin taşıyıcı bandıdır ve sistemin evrimi açısından birçok yönden yenilik yapabilir. Ancak yarı-çevre devletleri, kısmen sömürülen ve kısmen de eşitsiz ticaret koşullarından yararlanan orta kademe devletlerdir.
Siyasi olarak, bu devletler, üyeleri zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığını düşünebilecek olan çevredeki devrimci faaliyetlerin engellenmesine yardımcı olurlar. Dolayısıyla, yarı-çevre siyasi anlamda dönüştürücü siyasi eylem üzerinde bir fren işlevi de görür. Kısacası, bu terimler Wallerstein’ın dünya sistemindeki devletler arasındaki çok farklı deneyimleri anlamlandırmasına yardımcı olmuştur.
Daniel Finn: Wallerstein kapitalist sistemde hangi uzun vadeli akımların ya da eğilimlerin iş başında olduğunu tespit etmiştir?
Gregory P. Williams: Bir dünya-sisteminin ömrü olduğu imgesi göz önüne alındığında, sistem içinde davranış örüntüleri olduğu da akla yatkındır. Diğer canlılarda olduğu gibi, kalıcı akımlar vardır. Tıpkı insanların yaşlandıkça belirli eğilimler geliştirmesi gibi, dünya sistemleri de yaşlanır. Wallerstein sistemin tekrarlanan davranışlarına döngüsel ritimler adını vermiştir.
Bu ritimlerin örneklerinden biri de ekonomik uzun dalga olarak adlandırdığı olguydu. Bunlar daha hızlı ya da daha yavaş büyümenin yaşandığı uzun vadeli dönemlerdi. Bazıları birkaç on yıl sürerken, diğerleri yüzyıllar sürebiliyordu. Bu ekonomik uzun dalgalar bir dünya sisteminin nefes alıp vermesi gibidir. Wallerstein’ın bunu tanımlamak için kullandığı imge buydu.
Uzun dalga fikrinin – özellikle de yaklaşık kırk beş ila altmış yıllık Kondratiev dalgasının – Batılı sosyal bilimciler arasında neden bu kadar dirençle karşılandığını hiçbir zaman anlamadı. Eğer insanlar seçmen tercihleri ya da süt fiyatı gibi kısa vadeli eğilimler fikrini kabul etmeye istekliyse, neden daha uzun vadeli eğilimler olmasındı? Cevap elbette siyasidir. Sadece akademik değildir.
Çok önemli olan bir başka döngüsel ritim daha vardır: hegemonik güçlerin yükselişi ve düşüşü. Hegemonya ile Wallerstein, büyük bir gücün rakipsiz hakimiyetinin çok kısa bir dönemini kastetmektedir – bir neslin uzamından bahsediyoruz. On yedinci yüzyılda Hollandalılar, on dokuzuncu yüzyılda İngilizler ve yirminci yüzyılda Amerikalılar vardı. Wallerstein’a göre hepsi bu kadar – bu çok özel bir topluluktu.
Her hegemonik güç temelde çağın kurallarını yazmaktadır – hatta bu kurallar kendi yirmi beş yıllık hegemonyasının ötesine de uzanmaktadır. Şu anda ABD’nin hegemonik gerileme döneminde yaşıyoruz, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Bretton Woods ve San Francisco’da oluşturulan Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Para Fonu gibi büyük uluslararası kredi kuruluşları gibi kurumlarla hala Amerika’nın liberal düzenindeyiz.
Elbette hegemonik güç, tam olarak belirleyemediği bir güç dalgası üzerinde hareket etmektedir. Kendi yükselişini her zaman kişisel çaba ve yeteneklerine bağlı olarak tanımlar. Ancak hegemonyanın bu kadar nadir görülmesinin nedeni, ekonomik uzun dalgaların doğası açısından bazı olağandışı şeylerin sıraya girmesi gerektiğidir.
Wallerstein’ın yenilikçi yaklaşımlarından biri, kapitalist dünya ekonomisi için denge çizgisi olarak adlandırdığı bir tür normal yol – normal bir davranış çizgisi – olduğunu göstermekti. Bu döngüsel ritimler bu çizgiden ayrılır ve sonra geri gelir. Ancak zaman geçtikçe, bir sistem yaşlandıkça, bu döngüsel ritimler de sistemin ömrü boyunca artan seküler eğilimlere neden olur. Tanım gereği, bunlar geri alınamaz.
Kapitalizmin seküler eğilimlerinden bazıları, sistemin siyasi isyanlara olan eğilimi, geniş tanımıyla emek güçlerinin proleterleşmesi ve dünya sisteminin coğrafi olarak genişlemesidir. Bu eğilimlerden sonuncusu, Wallerstein’ın neden bahsettiğini anlamak için belki de en yararlı olanıdır.
Kapitalizmin tarihinin büyük bölümünde, sistem hayatta kalmak için genişlemeye dayandı. Kapitalist dünya ekonomisi, kereste gibi çevresel kaynakları tükettiği için başlangıçta gerçek dünyanın yalnızca küçük bir bölümünü kaplıyordu. İşçiler daha iyi muamele talep etmeye başladıkça, sistem dış alanları da bünyesine kattı.
Dünya sistemi yavaş yavaş büyüdü. Aslında iki büyük aşamada büyüdü, ancak genel olarak yavaş bir süreçti. On dokuzuncu yüzyılın sonunda dünya sistemi gerçek anlamda küresel bir sistem haline geldi. Bugün, Mars’ı fethetmediğimiz ya da bu türden garip bir şey yapmadığımız sürece, sistemin verebileceği daha fazla yer kalmadı ve iç baskılarından kurtulamayan kapitalist bir sistemin etkilerini görüyoruz. Wallerstein’a göre kapitalizmdeki başlıca eğilimlerden bazıları bunlardır.
Daniel Finn: Sizce Wallerstein’ın fikirleri bugün küresel kapitalizmi etkileyen çeşitli sorunları ve krizleri anlamamıza nasıl yardımcı olabilir?
Gregory P. Williams: Wallerstein’ın kendisi de dünya sahnesi hakkında ne kötümser ne de iyimserdi. Kapitalist sistemin önümüzdeki birkaç on yıl içinde sona ereceğine inanıyordu. Ancak onun için asıl mesele, bundan sonra ne olacağı idi. Bugün sistem çok kaotik, bir konumdan diğerine aniden hareket ediyor. Kendi deyimiyle dengeyi koruyamıyor.
Wallerstein artan siyasi protestoları ve jeopolitik çalkantıları sistemin krizde olduğunun göstergesi olarak değerlendirmiştir. Geleneksel bankalar tarafından icat edilen karmaşık finansal araçların ve kripto para birimlerinin son derece öngörülebilir oynaklığına ek olarak hisse senetleri, para birimleri, petrol ve maden kaynaklarında da dalgalanmalar söz konusudur. Ayrıca, Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da yaşanan ve gerçek anlamda genişleme potansiyeline sahip olan çatışmalar, Amerika’nın liderliğindeki düzenin çöküşünü göstermektedir.
Velhasıl, Wallerstein’ın fikirleri bize insanların artık geleneksel liberal vaade, yani nesiller boyunca gerçekleşecek yavaş ama istikrarlı ödüllere inanmadıklarını söyler. Bunun yerine, kapitalizmin çalkantıları, siyasi iktidarın demokratikleştirilmesi konusunda tehlikeli fikirlerle (en azından müesses nizamın bakış açısından) donanmış huzursuz sınıflara yol açmıştır.
Wallerstein sistemin her iki yöne de gidebileceğini düşünüyordu: Yeni, daha gerici bir post-kapitalist dünya sistemi ya da yeni, daha eşitlikçi bir post-kapitalist dünya sistemi yaratabilirsiniz. Wallerstein bu seçeneklerin her birinin başarı şansının kabaca eşit olduğunu düşündü, ancak her zaman tabiri caizse birlikleri harekete geçirmeye çalıştı – insanlara savaşmaya devam etmeleri için ahlaki güç verdi. Bana göre, onun fikirleriyle, mevcut mücadele için oldukça iyi silahlanmış durumdayız.
Çeviri: Yener Çıracı
Kaynak: Immanuel Wallerstein and the Life and Death of Capitalism
Not: Bu içerik birdunyaceviriblog ile işbirliğimizin bir parçasıdır. Sitelerini ziyaret etmek için tıklayınız.