Daha affedici olabilmek için genellikle daha empatik olmamız gerektiği söylenir. Empati, güçlü bir sosyal bağlayıcıdır ve çoğu insan empatinin bize zarar veren biriyle aynı duyguları paylaşma olasılığımızı arttırdığı için affetmeyi kolaylaştırdığına inanır. Ancak, psikolog Paul Bloom’un öne sürdüğü gibi, empatiyle ilgili ciddi problemler vardır.
Bloom, empatinin doğası gereği taraflı olduğunu ve onu ahlaki bir rehber olarak kullanmamamız gerektiğini vurgular. 2017 yılında verdiği bir röportajda, “Empatinin tasarım kusurları, bir spot ışığı gibi çalışmasından kaynaklanıyor,” demiştir. “Sizi belli bir noktaya odaklar. Ancak spot ışıkları sadece yönelttiğiniz yeri aydınlatır ve bu nedenle empati taraflıdır.” Empati duygusu, farklı durumlarda eşit şekilde ortaya çıkmaz ve insanlar genellikle kendi gruplarına ait olanlarla daha fazla empati kurma eğilimindedir. Olumsuz bağlamlarda ise empati, duygusal tükenmişliğe ve strese yol açabilir.
Neyse ki empati, nezaket ve hoşgörüyü geliştirmenin en etkili yolu değildir. Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un Stoacı felsefesi, empatinin kırılgan doğasını aşan ve bunun yerine zihinsel sükûneti (dinginliği) bulmaya odaklanan güçlü bir alternatif sunar:
Biri benden nefret mi ediyor? Bu, onların sorunu. Benim meselem ise nefret edilecek bir şey söylememek veya yapmamaktır. Biri beni küçümsüyor mu? Bu, onların sorunu. Benim meselem ise sabırlı ve neşeli olmaktır – onlara karşı bile.
İmparatorluk sarayında, Marcus Aurelius antik dünyanın en entrikacı sosyal ortamına tanıklık etmiştir. Ahlaki üstünlüğü korumak çoğu zaman zor olmuş, bu yüzden de sık sık affetme üzerine düşünmüş ve Kendime Düşünceler adlı eserinde bu konuya yer vermiştir. Stoacı bir bakış açısını benimseyerek kendi duygularını kontrol etmeye ve sosyal bağlamdan bağımsız bir iç huzur sağlamaya odaklanmıştır:
Bizi rahatsız eden, onların yaptıkları değildir. Bu, onların zihninin bir sorunu, bizim değil. Asıl mesele, bizim yanlış algılarımızda. Onları bir kenara bırak. Bu durumu bir felaket olarak görmekten vazgeçmeye istekli ol… ve öfken kaybolacak.
Bu ilkeleri hayata geçirmek, Marcus Aurelius’u adil bir hükümdar yapmıştır. Günümüzde ise onun fikirleri, nezaketi ve affediciliği, yaşamın temel ilkeleri haline getirmek için pragmatik bir yol sunmaktadır. Duygularımızın sorumluluğunu almak ve böylece başkalarının kışkırtmalarından etkilenmeyen güçlü bir zihniyet inşa etmek empatiye bel bağlamaktan daha pratik bir karakter geliştirme yöntemidir. Olayları failin eylemlerine değil, kendi düşünce ve davranışlarımıza odaklanarak ele aldığımızda kendimize karşı hesap verebilirliğimizi artırırız: egomuz ve onun getirdiği ayrıcalık duygusu, öfke ve mağduriyet hisleriyse azalır. Sinirbilim ve psikoterapinin de öne sürdüğü gibi, Marcus Aurelius’un tarif ettiği doğrultuda zihin yapımızı değiştirmek, duygusal beynimizi adeta “yeniden programlayarak” daha sabırlı, nezakete yatkın bir ruh hali geliştirmemize olanak tanır.
Olay bittikten sonra dahi sürekli olay üzerine düşünmeye devam ederseniz kafanızda öfkeyi daha da büyütmüş olursunuz.
Affetme eyleminin psikolojik yönünü keşfetmek için öncelikle öfkenin beyinde nasıl işlendiğine bakmamız gerekir. Biyolojik olarak öfke, “savaş ya da kaç” tepkisiyle ilişkili bir stres yanıtıdır. Amigdala, çevrede bir tehdit algıladığında veya tahmin ettiğinde, beyni stres hormonlarıyla doldurur. Bu hormonlar kalp atış hızını, kan basıncını ve solunumu artırarak vücudu mücadele etmeye hazır hale getirir.
Ancak en önemli nokta, öfke, stres veya korku anlarında kontrolümüzü kaybetmemize neden olan amigdalanın duygusal tepkiselliğinin, bilinçli olarak prefrontal korteks tarafından düzenlenebilmesidir. Duygusal düzenleme, davranış kontrolü ve karmaşık karar alma süreçlerinden sorumlu olan bu beyin bölgesi, amigdalanın iletmeye çalıştığı sinyalleri sürekli olarak değerlendirerek durumu anlamlandırmaya çalışır. Buna karşılık, prefrontal korteks bu içgüdüsel ve duygusal sinyali ya bastırabilir ya da güçlendirebilir.
Diyelim ki bir konserdesiniz ve biri ayağınıza bastı. Öfkeyle arkanızı dönüp tepki vermeye hazırsınız ancak bunu yapanın sadece bir çocuk olduğunu görüyorsunuz. Bunun üzerine tepki göstermekten vazgeçiyor ve durumu büyütmeden onu affediyorsunuz. Bu durumda, prefrontal korteksiniz amigdaladan gelen duygusal sinyali bilinçli olarak değerlendirmiş ve bu tepkiyi bastırmıştır.
Ancak, arkanızı döndüğünüzde daha önce iki kere ayağınıza basmış olan aynı iri adamı fark ederseniz ona karşı öfkeyle bağırmaya başlayabilirsiniz. Bu durumda, amigdaladan gelen öfke tepkisini bastırmak bir yana, onu daha da güçlendirmiş olursunuz. Bağlamı bu şekilde değerlendirmek, durumu daha da sinir bozucu hale getirir. Üstelik, olay bittikten sonra dahi sürekli olay üzerine düşünmeye devam ederseniz kafanızda öfkeyi daha da büyütür, kendinizi bilinçli olarak öfkeli bir halde tutarsınız.
Bu nedenle, öfkemizden genellikle hızlı tepki veren, duygusal amigdalayı sorumlu tutsak da asıl sorumlu hangi duyguları hissetmeyi ve nasıl ifade etmeyi seçtiğimizi düzenleyen prefrontal kortekstir. Amigdala ile korteks arasındaki bu dinamik etkileşim, rasyonel beynimizin duygusal sinyalleri bastırmasını veya tam tersine onların etkisine girmesini mümkün kılar.
İşte burada, yeni davranışların öğrenilmesini sağlayan nöroplastisite mekanizması devreye girer. Eğer her tetikleyici olaya öfkeyle tepki vermeye devam edersek, amigdalanın bilinçli beynimiz üzerindeki etkisi giderek güçlenir. Tam tersine, kendimizi sakinleştirmeyi veya bu tür olayları rasyonelleştirmeyi pratik edersek prefrontal korteksin öfke üzerindeki kontrolü artar ve zamanla bu süreç daha zahmetsiz hale gelir. Bu düşünceyi Marcus Aurelius şu sözleriyle güzel bir şekilde özetler:
Zihnin niteliğini düşündüğün şeyler belirler. Ruh, düşüncelerin rengine boyanır.
Bu, Stoacılığın pratik bilgeliğini anlamak için kritik bir kavramdır. Bu düşünce, dünya hakkında bilinçli olarak bir düşünce çerçevesi inşa ederek duygularımızın – ve dolayısıyla hayatımızın – hangi nitelikte olacağını belirleyebileceğimiz anlamına gelir. Korteksimizdeki değer yargılarını değiştirmek, ruhumuzun rengini şekillendirir.
Hayal kırıklığı veya öfke gibi duygusal tepkilerimiz, zihnimiz tarafından şekillendirilir, yani deneyimlerimizi nasıl çerçevelediğimize bağlı olarak değişir.
Stoacılara göre zihinsel berraklık, erdeme ulaşmanın en kesin yoludur. Ve bir kişi ancak Stoacılığın “kontrol ikilemi” olarak bilinen ilkesini anlayarak zihnini berraklaştırabilir, yani hayatta kontrol edebileceğimiz şeyler ile edemeyeceklerimiz arasındaki açık ayrımı kavrayarak. Onlara göre, insanın yaşadığı çalkantılı ve değişken duyguların çoğu, kontrolü dışında olan şeyleri kabul etmeyi reddetmesinden kaynaklanır. Marcus Aurelius’un da belirttiği gibi:
Kontrol edemediğin şeyleri ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olarak tanımlıyorsun. Ve elbette, ‘kötü’ şeyler olduğunda ya da ‘iyi’ olanlar gerçekleşmediğinde tanrıları suçluyor ve sorumlu tuttuğun insanlara karşı nefret besliyorsun.
Bu ikiliği benimsemek, hayal kırıklığı veya öfke gibi duygusal tepkilerimizin zihnimiz tarafından şekillendirildiğini – yani deneyimlerimizi nasıl çerçevelediğimize bağlı olarak değiştiğini kabul etmek anlamına gelir. Ve bu öznel perde, objektif bir olayın üzerini örter ve kişiden kişiye farklılık gösterir: bazıları daha kolay tetiklenirken bazıları daha sakindir; kimileri belirli bir durumu incitici bulurken başkaları gülüp geçer. İşte bu yüzden Stoacılık, algılarımız üzerinde kontrol sağlamak için kişisel sorumluluk almayı öğütler. Bu süreç, tetikleyicilerimizi zayıflatır, egomuzu küçültür ve yalnızca kendimize odaklanma ve hak edilmişlik duygumuzu azaltır. Marcus Aurelius’un dediği gibi:
Zarar görmemeyi seçersen zarar görmüş hissetmezsin. Zarar gördüğünü hissetmezsen gerçekten zarar görmemiş olursun.
Bu, hayatta önemli bir seçime götürür bizi. Başkaları bizi incittiğinde öfkemizi ifade etme hakkımız olduğunu düşünebilir, kin tutabilir ve hatta misilleme yapabiliriz. Ya da daha Stoacı bir bakış açısını benimseyerek, başkalarının davranışlarını kontrol edemeyeceğimizi ancak onlardan rahatsız olmamayı bilinçli bir şekilde seçebileceğimizi kabul edebilir ve böylece onları affedebiliriz. Bu perspektif, duygularımızı hissetme hakkımızı inkâr etmez ancak kaçınılmaz olarak daha fazla acı yaratacak bir dünyada, onların zihnimizi nasıl şekillendirdiğini sorgulamamızı önerir.
Stoacılığın bu akıl yürütme biçimi ve bilinçli düşünme yoluyla beyni yeniden şekillendirme kapasitesi modern psikoterapinin temel taşlarından biridir. 1950’lerde, öncü psikolog Albert Ellis, Stoacı felsefeden ilham alarak ilk bilişsel terapi yöntemi olan Rasyonel Duygusal Davranış Terapisi’ni (RDDT) geliştirdi. Günümüzde yaygın olarak kullanılan Bilişsel Davranışçı Terapi’nin (BDT) öncüsü ve ilham kaynağı olan RDDT, depresyon, anksiyete ve öfke problemleri gibi çeşitli psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde etkilidir. Bu terapi, Stoacılıktan esinlenen yöntemlerle değer yargıları inşa ederek ve daha sağlıklı duygusal ve sosyal tepkiler geliştirerek iyileşmeyi amaçlar.
RDDT, psikolojik sıkıntılarımızın temel nedeninin mantık dışı inançlar ve bu inançların hayatımızı algılayış şeklimizi nasıl etkilediği olduğunu vurgular. Bu yaklaşım, ‘ABC modeli’ olarak bilinen bir çerçeveye dayanır: ‘A’ (Activating event) uyaran olaydır, yani çevreden gelen bir tetikleyici. ‘B’ (Belief) bu olay hakkındaki inancımızdır, yani durumu nasıl yorumladığımız ve dünya görüşümüz doğrultusunda ona nasıl anlam yüklediğimiz. ‘C’ (Consequence) duygusal sonucumuzdur, yani inancımızın bizi nasıl hissettirdiği. Stoacı kontrol ikilemi ilkesini yansıtan ABC modeli, bizi rahatsız eden şeyin ‘A’ (olay) değil, ‘B’ (olaya dair inancımız) olduğunu öne sürer. Yani, nasıl hissedeceğimizi belirleyen, başımıza gelenler değil, onlara nasıl anlam verdiğimizdir. Marcus Aurelius’un dediği gibi:
Dışsal şeyler sorun değildir. Sorun, onlara verdiğin anlamdır. Ve bunu şu anda yok edebilirsin.
Eğer bir kişi başkalarının masum davranışlarına karşı kolayca öfkeleniyorsa, RDDT uygulayıcısı, bu kişinin bilişsel çarpıtmalarını (örneğin, hızlı sonuçlara varma, aşırı genelleme veya duygusal akıl yürütme) belirlemesine yardımcı olur ve zararlı inançları yeniden çerçeveleme ve rasyonelleştirme yoluyla ortadan kaldırmasına destek olur. Bu Stoacı yaşam okulunda, danışanlar olayları bilinçli bir şekilde değerlendirmeyi ve buna göre hareket etmeyi öğrenirler. Böylece, amigdala üzerindeki kortikal kontrol güçlendirilerek öfke tepkilerinin hem sıklığı hem de duygusal yoğunluğu azaltılır.
Marcus Aurelius için Stoacılık, antik Roma’nın yozlaşmış ortamında daha affedici olabilmek için bir çerçeve sundu; duygularını kontrol altında tutarak bilge ve adil bir hükümdar olmasını sağladı. Günümüzde Stoacılığın yeniden popülerleşmesiyle birlikte, onun fikirleri modern dünyada akıl sağlığını tehdit eden benzer zorluklarla karşılaşan insanlarda yankı buluyor. İnsanlar, dünyanın ve olayların duygularımızı belirlemek zorunda olmadığı fikrinden güç alıyor. Bunun yerine, RDDT’nin (Rasyonel Duygusal Davranış Terapisi) yaklaşımını takip ederek, bilincimizi yeniden şekillendirerek kendimizi gereksiz acılardan arındırmak için bilinçli bir çaba gösterebiliriz.
Kontrol ikilemini uygulayarak bilişsel çarpıtmalarımızı fark etmek ve duygularımızı düzenlemek sadece zihinsel iyi oluşa değil, aynı zamanda bizi aşan daha büyük bir şeye de yol açabilir. Gerçek sabır, nezaket ve affedicilik daha derin sosyal bağlar kurmamızı ve ortak insanlığımızı daha iyi anlamamızı sağlayabilir ki bu, empatiyle sunulan geçici ve seçici erdemden çok daha kalıcıdır. İmparatorun yazdığı gibi:
İnsanlar hata yaptığında bile onlara karşı sevgi besleyebilmek, insana özgü bir yetidir. Bunu yalnızca şunu kabul edersen yapabilirsin: Onlar da insan… Ve en önemlisi, sana gerçekten zarar vermediler. Seçme yetini hiçbir şekilde azaltmadılar.
István Darabán – “The Stoics were right – emotional control is good for the soul“, (Erişim Tarihi: 05.02.2025)
Çevirmen: Mehmet Mirioğlu
Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan
👍teşekkürler