Tractatus Logico-Philosophicus, Wittgenstein’ın çalışmalarının doruk noktası olarak kabul edilir. Wittgenstein’ın Tractatus’taki çalışmasıysa halen tartışmalı bir konudur, ancak tekrar tekrar döndüğü bir tema da şudur: Üzerine konuşmanın mümkün olduğu şeyleri ayırt etme girişimi. Bu yazı Wittgenstein’ın düşüncesinin ana unsurlarını incelemektedir ve umarım bunu yaparken Tractatus’taki diğer önemli fikirleri de aydınlatmaya hizmet edecektir. Ayrıca bu yazı, felsefeyi bir ‘öğretiler bütünü’ olmaktan çok bir etkinlik olarak görme anlayışını, ‘açıkça düşünme’ ile anlam arasındaki ilişkiyi ve neyin anlamsız sayıldığı konusundaki tartışmayı ele almaktadır.
Wittgenstein’a Göre Nelerin Üzerine Konuşabiliriz?
Wittgenstein’ın erken dönem felsefesi genellikle nelerin üzerine konuşup nelerin üzerine konuşulamayacağını ve buna bağlı olarak da neyin düşünülüp neyin düşünülemeyeceğini tanımlama girişimi olarak anlatılmaktadır. Wittgenstein, entelektüel yaşamın diğer alanlarından ve her şeyden önce doğa bilimlerinden farklı olarak tekil bir felsefe anlayışı sunar: felsefe “bir öğretiler bütünü değil, bir etkinliktir.”
Söz konusu etkinlik, düşünme ile ilgilidir – özellikle de açık bir şekilde düşünme ile. Wittgenstein, modern dil felsefesi ve mantığın kurucusu sayılan Alman mantıkçı Gottlob Frege ile, doğal dilin düşüncenin netliğini gölgede bıraktığına dair bir inanç paylaşmaktadır.
Başka bir deyişle, net düşünceye karşılık gelen bir konuşmayı gelmeyenden ayırt etmeyi zorlaştıran şey dilin belirsizliğidir. Bir yandan, felsefenin amacının bu tür saptamalar (yani düşünülebilen ve düşünülemeyen arasındaki saptamalar) yapmak olacağı açıktır.
Bu araştırma konusuna odaklanmamızın nedeni, felsefenin hangi konu olursa olsun, nihayetinde ne üzerine konuşup ne üzerine konuşulamayacağının sınırlarıyla yüzleşmek zorunda kalacak olmamızdır. Bu anlamda, dil felsefesi her zaman meta-felsefidir (yani, felsefenin kendisinin olanaklılık koşullarını belirlemekle ilgilidir).
Açıkça Düşünmek
Açık olmayan bir şekilde düşünmenin nesi yanlıştır? Neden buna odaklanıyorsunuz ki? Bu sorunu ifade etmenin bir yolu, dilin sınırlarının zorlanması (hatta ötesine geçilmesi) sonucunda ortaya çıkan tutarsızlıklar açısından ifade edilmektedir ve bu dil işkencesi, birtakım yanlış anlamalara yol açmaktadır.
Wittgenstein özellikle belirli konuşma biçimlerinin, belirli sözcük kombinasyonlarının bizi yanıtı olmayan sorular sormaya yöneltebileceğinden endişe duymaktadır. O, açıkça şunu söylemektedir: Kendi döneminden modern döneme kadar (bizim zamanımızda da) felsefe olarak adlandırılan etkinliğin en azından bir kısmı bu tür beyhude bir egzersizdir.
Wittgenstein’ın günümüz Anglofon felsefesi (yani İngilizce yazılan ve konuşulan felsefe) üzerindeki etkisi muhtemelen Tractatus’tan çok daha sonraki çalışmalarından kaynaklansa da, felsefenin amacına ilişkin bu anlayış – kulağa derin gelen saçmalıkları ortadan kaldırmak ve gerçekten cevaplanabilecek sorular sormak – son derece kalıcı bir etki yaratmıştır. Gerçekten de bu durum, İngilizce konuşulan dünyadaki felsefenin yapılış biçimi ile başka yerlerdeki yapılış biçimi arasındaki temel farklardan birini oluşturmaktadır.
Wittgenstein’ın hayranlarının çoğunu, hatta en ateşli olanlarını bile kaybettiği bir konu, iyi felsefenin işaretinin sadece belirsiz düşüncenin ciddiye alınmayıp reddedilmesinde olduğunu iddia etmesidir. Yine de bu bir etkinliktir ve bu yüzden en iyi haliyle felsefe bizi, en başta belirsiz konuşmayı hiç öğrenmemiş biri olsaydık bile olacağımız noktaya geri getirir.
Felsefeye Karşı mı?
Tractatus’un büyük bir kısmı, bu anti-felsefi eğilime karşı çıkıyor gibi görünmektedir ancak Wittgenstein’ın kitabın başka yerlerinde bizi uyardığı derin görünüşlü felsefi düşüncelere dalıyor gibi de görünebilir.
Ancak Wittgenstein, kendisinden önce gelen pek çok filozoftan farklı olarak, ne dünyayı kendi içinde anlamlandırmaya çalışmakla ne de şeyleri bizden bağımsız oldukları halleriyle anlamak için dili kullanmakla ilgilenir. Wittgenstein’ın düşüncesinin odak noktası, şeyleri anlamlandırma girişimlerimiz, konuşma ve düşünme biçimlerimizdir, şeylerin kendileri değil.
Eğer Wittgenstein anlamla ilgileniyorsa, bu ilgisi yalnızca anlamın doğru bağlamı içinde geçerlidir. Anlam nedir, onu oluşturan nedir? Şeyleri anlamlandırıyor ve aynı zamanda onları anlamlandırabiliyoruz çünkü şeylerin belirli bir yolu var – yani olgular vardır. Wittgenstein için dünya basitçe olguların toplamıdır, şeylerin değil – başka bir deyişle, şeylerin nasıl düzenlendiğiyle oluşmaktadır. Şeyler ya da nesneler, olguların düzeninin izini sürdüğü, tamamen analiz edilemez kurucu parçalardır. Eğer olgular farklı olsaydı, bu farklı nesneler var olduğu için değil, farklı şekilde düzenlendikleri için olurdu.
Yine, olgular nesnelerin ya da şeylerin düzeniyle ilgilidir, ne olduklarıyla değil. Anlam önermeler tarafından taşınır (ya da taşınamaz). Anlam taşımayan önermelerin önerme mi, sözde önerme mi yoksa bağlama göre her ikisi olarak mı adlandırılacağı konusunda bazı tartışmalar vardır. Ne olursa olsun, anlam taşıyan önermeler işaretlerden oluşur. İşaretlerin yapılandırılması, nesnelerin yapılandırılmasını ifade eder ve eğer gerçekten nesnelerin yapılandırmasıyla uyumluysa, bu doğru olur. Uyumsuzsa, yanlıştır.
Önerme Türleri
Wittgenstein’ın genellikle önermeleri üç farklı türe ayırdığı düşünülür. İlk olarak, düşünceleri ifade eden önermeler vardır. Bir önermenin anlamlı olmasının ölçütü, dünyada resmedilebilmesidir. Dolayısıyla, bu genellikle dilin “resim teorisi” olarak bilinir. Bu önermelerin önemli bir özelliği doğru ya da yanlış olabilmeleridir – doğruluk değerleri önceden belirlenmiş değildir.
İkinci olarak, genellikle “sözde önermeler” olarak adlandırılan ve resmedilemeyecek karşılıkları olan önermeler vardır. Daha karakteristik bir Wittgensteincı terminoloji kullanırsak, gerçek önermelerin işaret ettikleri şeye karşılık gelen işaretler olduğunu, sözde önermelerin ise böyle bir karşılıklılığı olmayan işaretler olduğunu söyleyebiliriz.
Üçüncü tür önermeler mantıksal sabitler, yani totolojiler ve çelişkilerdir (tanım gereği doğru ya da tanım gereği yanlış olanlar). Bunlar anlamdan yoksun önermelerdir çünkü benzer şekilde tasvir edilemezler, ancak önceden belirlenmiş bir doğru değerine sahiptirler. “Önceden belirlenmiş” derken, “başka türlü olamaz” gibi bir şeyi anlamalıyız.
Anlam ve Saçmalık
Tüm bunlardan çıkan sonuç olarak, Wittgenstein’a göre, dilin sınırları anlam ve anlamsızlık arasındaki çizgide yer alır; ve üzerine konuşabileceklerimiz ile konuşamayacaklarımızı belirlemek, bu sınırın daha ayrıntılı bir analizini gerektirecektir.
Başlangıçta şunu belirtmekte fayda var ki, sahte önermelerin anlamsızlıkla basit bir şekilde birleştirilmesi bir eleştiri konusudur. Wittgenstein’ı, “anlamsız” terimini daha sınırlı bir şekilde uyguladığı şeklinde yorumlamayı düşünen alternatif bir anlayış vardır. Bu aynı zamanda, onun terimi daha sıradan bir dil kullanımıyla uyumlu bir şekilde sınırlama çabası olarak da değerlendirilebilir.
Cora Diamond, Tractatus’ta Wittgenstein’ın sahte bir önerme olduğu için onun anlamsız olduğu görüşüne kesinlikle bağlı olduğunu savunmadığını öne süren çağdaş filozoflardan biridir. Bu görüşe göre, Wittgenstein bazı sözde önermelerin aslında anlamsız olduğunu, ancak tüm sözde önermelerin anlamsız olduğunu düşünmemiz için bir neden olmadığını savunur. Anlamsız olmayan sözde önermelere verdiği bir örnek de matematiksel önermelerdir.
Wittgenstein için Anlamsızlığın Sınırları
Adrian Moore’un yeniden yorumladığı argümanına göre, matematiğin önermeleri Wittgenstein için “sahte önermeler” olarak sayılır çünkü o, bunları birer denklem olarak kabul eder ve Tractatus’ta sunduğu denklem tanımına göre, bunlar ne doğru ne de yanlış olabilen temsil araçlarıdır. Yine de bunların açık, kodlanabilir ve önemli bir kullanımı olduğunu kabul etmekten oldukça mutluluk duymaktadır.
Moore, bu görüşle ilgili şöyle bir sorun ortaya koyuyor:
Matematiğin önermelerinin çok açık ve net bir kullanımı vardır, aynı zamanda Tractatus’un önermelerinin de bir kullanımı bulunmaktadır (bir anlamları bulunmaktadır) fakat bu kullanımın ne olduğu oldukça belirsizdir. Wittgenstein’ın felsefesi en azından belli bir dereceye kadar terapötik [therapeutic] bir felsefe olarak anlaşılmalıdır.
Dilin sınırlarını belirlemeye yönelik olan kaygımız, yalnızca ne üzerine konuşabileceğimizi anlamaya yönelik bir girişim olarak değil, üzerine konuşamadıklarımızla da barışmamızı sağlayan bir şey olarak anlaşılmalıdır:
Gerçek keşif, felsefeyi istediğim zaman durdurabilmemi sağlayan keşiftir; felsefeye huzur veren ve artık kendisini sorgulayan sorularla rahatsız olmaktan kurtaran keşiftir.
Wittgenstein, Tractatus’ta açıkça bu eserin anlamsız olduğunu belirtmektedir; dolayısıyla “kullanımda olmak” dili anlamsız olmaktan kurtarmak için yeterli değildir. Bu iddiayı savunabilmek için, Tractatus’un kullanımını matematiğin kullanımından ayıran bir zemin bulmamız ve bu ayrımı tüm ifade biçimlerine uyacak şekilde geliştirmemiz gerekecektir.
Luke Dunne – “Sense or Nonsense? Wittgenstein on the Limits of Language“, (Erişim Tarihi: 15.11.2024)
Çevirmen: Efe Can Akdeniz
Çeviri Editörü: Ufuk Yazlık
önerim olacak özellikle wittgeinstein’ın felsefi soruşturmalar veya diğer çalışmalarındanda örnek verirseniz belki kendi fikirleriyle daha çok temaşa ederiz .
teşekkürler anlaşılır bilgilendirici bir yazı idi.