Plate (page 29) by Joan Miró, from the book “Parler seul” by Tristan Tzara, published 1950, via MoMA.

Dil Felsefesindeki 3 Önemli Fikir – Luke Dunne

/
862 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Dil, anlam ve zihin arasındaki ilişkiyi anlamak için felsefeyi nasıl kullanabiliriz?

Temelde dil nedir? Anlamın özü nedir? Bütün bunların zihinle ne alakası vardır? Bunlar dil felsefesindeki en temel sorulardan bazılarıdır ve bunlara cevap verme girişimlerinin modern felsefenin gelişiminde merkezi bir yere sahip olduğu kanıtlanmıştır. Bu makalede anlambiliminin, doğruluk-koşullu anlam kavramının ve zihinciliğin (mentalizmin) -anlamın zihnimizde olup bitenlerle ilişkili olduğu fikri- gelişimini inceleyeceğiz.

İki Felsefi Alan Arasında Dil Felsefesi

Dil felsefesini araştıranlar, adından da anlaşılacağı gibi, dilin gerçekliği, amacı, kökenleri, dille neyin imkanlı olup olmadığı ve diğer ilgili araştırmalar hakkında bazı temel soruları sormakla ilgilenirler.

Dil felsefesi, diğer pek çok felsefe alanı gibi, 20. yüzyılın başlarında Cambridge’de geliştirilen ve bugün İngilizce konuşulan üniversitelerin çoğunda öğretilen bir tür olan “analitik” felsefe ile kıta Avrupasında öğretilen “kıta” felsefesi açısından ikiye ayrılabilir. Bunlar muhtemelen en iyi şekilde entelektüel gelenekler olarak görülebilir ve “gelenek” açısından entelektüel faaliyetten bahsetmeye yönelik herhangi bir girişimde de olabileceği gibi, bu iki [gelenek de] birbirlerinden tamamen farklı olarak görülmemelidir.

Burada analitik-kıta ayrımını gündeme getirmekte fayda vardır, çünkü dil felsefesi analitik gelenek üzerine çalışanlar için özel bir yere sahiptir. İngilizce konuşulan dünyada günümüz felsefesi olarak kabul edilen şey, çoğu zaman, diğerlerinden daha temel bir felsefi araştırma alanı varsa, bunun dil felsefesi olduğunu farz etme eğilimindedir. Aslına bakılırsa, bu “dile dönüş” sıklıkla analitik felsefenin geri kalanından ayrıldığı noktayı tanımlamanın bir yolu olarak kullanılır.

1. Anlambilim (Semantik)

Dil felsefesi, özellikle Anglofon (İngilizce konuşulan dünya) dünyasında uygulandığı şekliyle, genellikle bir anlam teorisi sunma çabasına odaklanır. Ancak bir anlam teorisine sahip olmanın ne olduğu ilk bakışta açık değildir.

İki tür anlam teorisi arasındaki farkı belirtirken önemli modern analitik filozoflardan biri olan David Lewis’i takip edebiliriz. Birincisi, belirli bir şeyin belirli bir grup için ne anlama geldiğine dair bir teori bulunmaktadır. Bu grup “x dilini konuşanlar” veya “y’yi z türünün bir sembolü olarak anlayanlar” olabilir. Ama yine de, bu teorinin, belirli sembollerin nasıl veya neden bu şekilde anlam kazandığı hakkındaki teorilerden ayrılması gerekir. Anlama dair (Semantik) teorilere ilişkin incelemenin konusu işte bu ikincisidir. Bu ikinci türden bir teoriyi formüle etmeye yönelik çoğu girişimin varsayımı, belirli bir dilin anlambiliminin diğer dillerinkinden çeşitli yönlerden farklı olmasına karşın, tüm dillerin belirli formel anlambilimsel özellikleri paylaştığı ve anlambilimini çalışırken bunları incelediğimizdir.

Anlambilimin bir zorluğu da, anlamı araştırmaya başladığımızı söylediğimizde, neyin anlamını araştırdığımızın tam olarak açık olmamasıdır. Cevap sadece “dil” olarak yanıtlanamaz; kastettiğimiz dilin türü veya dilin alanı konusunda daha spesifik olmamız gerekir. “Klasik anlamsal teoriler” olarak bilinen teoriler sınıfında, esas olarak ilgilendiğimiz şeyin cümlelerin anlamı olduğu yaklaşımın benimsenmesidir.

2. Doğruluk-Koşullu Anlam Kuramları

Günümüzün baskın klasik anlam teorilerinden biri, kökenlerini Gottlob Frege‘nin çalışmalarına dayandırmaktadır. [Buradaki] temel fikir, bir kelimenin bir cümledeki rolünün ne anlama geldiğini bildiğimizde ve bir cümlenin doğru (veya yanlış) olması için gereken koşulları ayırt edebildiğimizde anlamı anlayabileceğimizdir.

Bu durumu benimseyen teoriler “doğruluk-koşullu anlam teorileri” olarak bilinir. Bir şeyi dil (veya dilsel ifade) yapan şeyin, dilin parçalarının bir nevi dünyanın gerçeklerini temsil etmesi olduğu varsayımını paylaşırlar; bize neyin doğru olup olmadığını söylerler.

Cümleler, olguları temsil ettikleri dikkate alındığında, anlamın temel birimidir. Bu dil anlayışının merkezinde referans fikri yer alır. Bir anlam teorisini dünyadaki olgu durumlarına bağlamak, anlamın daha derinlemesine natüralist bir açıklamasını (yani, anlamı sadece doğal dünyayla ilgili gerçeklerle açıklayabileceğimizi) benimsemeden önce gidilecek çok fazla yol olmadığı anlamına gelir. İsimler ve diğer ifadeler burada atıfta bulundukları veya “seçtikleri” şeylere göre tanımlanmaktadır.

Referansı düşünmenin iki yolu vardır. İlk olarak, adlar bir dizi betimlemenin bir fonksiyonu olarak anlaşılabilir ve bu nedenle bir ad, betimleyen şeylerin tümünün veya çoğunun geçerli olması durumunda uygulanabilir. İkincisi, özel adlar katı belirleyici/gösterici olarak anlaşılabilir, yani bir ismin anlamı, daha başka bir betimleyici içeriğin ürünü değildir. Bu ikinci teori 20. yüzyılın ikinci yarısında ilgi görmeye başlamış ve en ünlüsü Saul Kripke tarafından Naming and Necessity (Adlandırma ve Zorunluluk) adıyla yayınlanan dersler dizisinde savunulmuştur.

3. Zihincilik (Mentalizm): Dil ve Zihin

Artık anlam konusunda çok farklı bir yaklaşıma yönelebiliriz. “Zihinselci” anlam teorileri olarak bilinen anlam sınıfı teorileri vardır. Zihinselci teoriler, dilsel anlamı zihnimizle nasıl ilişkili olduğu açısından anlamaya çalışan teorilerdir. Dilin temel açıklamaları zihin düzeyine göre yapılmalıdır, yani zihinsel açıklamalar anlamsal olanları da kapsamaktadır.

Bu yaklaşımın en önemli savunucularından biri Paul Grice olmuştur ve anlambiliminde ‘Gricean programı’ olarak bilinen programı geliştirmiştir. Gricean programı iki temel önermeden yola çıkmaktadır. İlk olarak ifadelerin anlamına ilişkin gerçekler, konuşmacının bunları ifade ederken ne kastettiği temel alınarak açıklanmalıdır. İkincil olarak ise, konuşmacının ifadeleriyle neyi kastettiği, neyi amaçladığı açısından açıklanmalıdır.

Burada kavramamız gereken fark, bir cümlenin kendi başına ne ifade ettiği (ifade-anlam) ile konuşmacı için ne ifade ettiği (konuşmacı-anlam) arasındaki farktır. Bu, bir cümlenin “gerçek anlamı” ile onun kastettiği şey arasında çizdiğimiz günlük ayrıma benzemektedir, dolayısıyla Grice’ın konuşmacının niyetine odaklanmasından kaynaklı olarak başlangıçta temel bir makullüğe sahip gibi görünmektedir.

Söylediklerimizin Anlamı

İfade-anlam ile konuşmacı-anlamı arasındaki fark şu örnekle güzel bir şekilde aktarılmıştır: Birisi “Sadece iki saatim kaldı!” derse, bu ifadenin anlamı basitçe onun (sebebi ne olursa olsun) kastettiği görevi iki saat içinde bitirmeye mecbur olduğu anlamına gelir. Ancak elbette konuşmacının kastettiği, fazla zamanın olmadığı, acele etmesi gerektiği vb. imalardır (veya en azından bu içerir).

Grice’a göre konuşmacı-anlamı, konuşmacının dinleyicide amaçladığı tepki açısından analiz edilebilir. Konuşmacı-anlamının bir diğer önemli özelliği ise, dinleyicinin konuşmacının niyetini, konuşmacının kastettiği anlam olarak anlamasıdır. Jeff Speaks, Grice’e göre konuşmacı-anlamının özetini bize şu şekilde sunuyor: “a, x’i söylemekle p’yi kastetmektedir ancak ve ancak a’nın x’i söylemekle şunu niyet etmesi halinde: (1.) dinleyicilerinin p’ye inanmaya başlamasını, (2.) dinleyicilerinin bu niyeti fark etmesini ve (3.) (1)’in (2)’den yola çıkılarak meydana gelmesi.

Peki anlamı bu şekilde kavramsallaştırmanın sorunları nelerdir? Speaks’in gözlemlediği gibi, bu kategorilerin hiçbirine dahil olmayan çeşitli vakalar vardır. Öncelikle, konuşmanın her zaman yeni bilgiler aktarması gerekmez; birisine bir şeyi hatırlatabiliriz veya yaptığımızı bildiği bir şeyi ona söyleyebiliriz.

İkincisi, bazen insanların söylediklerimize inanmalarını amaçlamadığımızdan ötürü bize inanmalarını ummayız.

Aslında, birilerini ikna etmeye çalışmanın bir özelliği de, sizin onları istemenizden başka nedenlerle (“Önyargılı olduğumu biliyorum çünkü zaten x’e inanıyorum, ama gerçekten x’e inanmalısınız çünkü bunun için kanıtlar çok fazla”) istediğiniz şeye inanmalarını sağlayabilmenizdir. Son olarak, ve muhtemelen, en derin konu da budur: Her konuşmanın hedeflenen bir dinleyicisi yoktur. Hatta düşüncelerimizin dili -iç monoloğumuz- herhangi bir anlam teorisinin veya herhangi bir dil felsefesinin üstünde durması gerektiği büyük zorluklardan bazılarını sunar.


Luke Dunne – “3 Important Ideas in the Philosophy of Language“, (Erişim Tarihi: 06.08.2024)

Çevirmen: Melek Mesci

Çeviri Editörü: İbrahim Yeşua Özçelik

Abant İzzet Baysal Üniversitesi İngilizce Mütercim-Tercümanlık lisans eğitimine devam etmektedir. Etik, din felsefesi, bilim felsefesi ve varoluşçuluk başlıca ilgi alanları olmak üzere felsefenin çoğu alanıyla ilgilenmektedir. İngilizce öğretmenliği yapmaktadır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Neden Bilimcilik Olmasın ki? – Moti Mizrahi

Sonraki Gönderi

Kitap Analizi: Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede? (Cemre Demirel) – Musa Yanık

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü