Vefatından kısa bir süre evvel hastanede dedemle birlikte vakit geçirdim, doktorlar ne yaparsa yapsın epey bitkin ve kötü haldeydi. Oradan ayrılmadan önce bana gardırobu gösterdi ve cüzdanını eve götürmemi istedi. Kaygısı o ki; ‘Ben uykudayken aşağılık herifin biri gelip pantolonumu karıştırabilir ve cüzdanımı çaldırabilirim” dedi sakin bir ses tonuyla.
Ben de cüzdanını aldım ve giderek yaklaşmakta olan ölümün ağırlığıyla oradan ayrıldım. Dedem öldüğünde benimle böyle konuşacak; yani hayatın keskin kenarlarını kibar bir sadeliğin kadim retoriğiyle paylaşacak kimsem kalmayacaktı. Dedemle beraber hırsızların aşağılık herifler, pantolonların ceplik, cüzdanların kese ve hırsızlığın cukkalamak olduğu bir dünyada yaşıyordum. Ölümün kendisi de bir aşağılık herifti. Dedem ölmek istemezdi fakat bu meseleye dair en çok söylediği şey “biraz daha” buralarda kalmayı tercih edeceğiydi.
Kayıplar, her zaman için bir dil yitimini de beraberinde getirir; çünkü var olan ilişkiler, geçirilen zaman ve paylaşılan deneyimlerden doğan kendine has söz dağarcıkları taşır. Ölüm var olan ilişkileri sona erdiğinden ötürü, bu ilişkilerin kendilerini inşa ettikleri karakteristik etkileşimler ile beraberce oluşan konuşma ve kavrama biçimlerine de nokta koyar. Bunun yanı sıra yaşlıların kaybı söz konusu olduğunda hemencik kendini gösteren bir şey daha var: Onların ölümü ile birlikte bir yerel dili, içindeki dil ile öğrendiğimiz bir dünyayı da kaybederiz. Gözlerimizi açtığımız dünya, onların bize sunduğu ve bizim için tanımladığı dünyadır.
Biraz da bundan ötürü olacak ki antik Çin filozofu Konfüçyüs, bir ebeveynin yasını tutmanın “eksik bir kendini adama” gerektirdiğini söylemiştir. Antik bir Konfüçyüsçü özlü söze göre, acıların en sık rastlanılanı aslında hayatın en yoğun rahatsız edici tarafıdır. Batı felsefesiyle kıyaslandığında Konfüçyüsçü tutumda tuhaf olan birşeyler var. Nihayetinde, herkesin ölümlü olduğu bir dünyada, uzun bir yaşamın sonunda ölmek oldukça beklenildik ve sürpriz olmayan bir şeydir. Yaşlıları kaybetmek hayatın olağan akışının bir parçasıdır ve olağan karşıladığımızda budur. Çocukların ebeveynlerinden, torunların ise dedelerinden ve nenelerinden daha uzun yaşaması hiç şüphesiz çok daha iyidir.
Yaşamını yitirenlerin sıralı olduğu herhanbir bir listeye bakıyor ve bu listenin sonlarına gözlerimizi dikmiş olsaydık, burada yaşlı insanları görmek daha olağan ve normal bir şey olarak görünürdü. Şayet bu ölümleri de kötü buluyorsak, o halde ölümün bizatihi kendisi (yani kapsadığı tüm ölümler) korkunç dememiz gerekmez midir? Eğer büyüklerimizin ölümüne sakinlikle göğüs geremiyorsak, belki de göğüs gerebileceğimiz herhangi bir ölüm (haberi) yoktur. Yaşlıların ölümlerini daha geniş çeperli bir ölüm olasılıkları kümesinde görmek, onların ölümlerini yerinde ve zamanında, olağan ve öngörülebilir bulmak anlamına gelir; ki böylece de keder ve yasın yatışıp durulacağını tasavvur edebiliriz. Ancak Konfüçyüs’e göre bu akıl yürütmedeki problem, keder ve yasın hiçbir zaman ölümle ilgili olmadığının ıskalanmasıdır.
Kişi, ölümle barışık olmasına rağmen yine de kederlenip yas tutabilir. Konfüçyüs kendi ölümünü de sukunet ile karşılayıp dostlarının kollarında ölmekten memnun olduğunu ifade etti; ölümünün de doğurduğu üzere yaşamının tümünü bir dua ve ağıt olarak görüyordu. Ama buna rağmen anne ve babasının mezarlarının çöken toprağıyla birlikte o da ruhen çökmüştü, aslolan acının, asıl yaranın üzerine yığılan sembolik travmadan dolayı teselli edilemez bir şekilde ağlamıştır. Bilge kişi ölümü kabullenir fakat bilgelik hissedilen üzüntüye karşı koruma sağlamaz. Çünkü çekilen acıyı tetikleyen ölüm değil kayıptır; ve yaşlıların kaybı başka hiçbir şeye benzemeyen bir kayıptır.
Kendimize gelişimiz saymakla bitmeyen başkaları aracılığıyla gerçekleşir, kimliklerimiz başkalarıyla ilişki içindeyken oluşur. Meseleye buradan bakınca ebeveynlerimiz, dedeler ve nenelerimiz ile olan ilişkilerimiz belirgin bir şekilde ayrıcalıklıdır. Onların dili bizim de edindiğimiz ilk dilimizdir, konuşmaları ve davranışlarıyla tasvir ettikleri dünya, yola koyulurken elimizde tuttuğumuz haritanın başlangıç noktasıdır. Konfüçyüs felsefesinde sürekli kendini gösteren bir kavrayışa göre, yaşlılar bizim yalnızca biyolojik olarak değil ahlaki ve varoluşsal olarak da kökümüz ve atamızdır. Onların yapıp ettiklerinden derinlemesine yararlandığımızdan ötürü -kavrayışta, amaçlarımızda, ilgilerimiz ile eğilimlerimizde- onların tohumuyla çiçek açarız. Şayet bu köklerden çok iyi beslenirsek de (yani iyi eğitilir ve yetiştirilirsek) asla geri ödeyemeyeceğimiz bir borç altına girmiş oluruz.

Onların bizim için üstlendikleri masrafların uygun karşılığı, iyi bir yaşam sürmek olsa da bu masrafların tam karşılığı bizim başkalarına göre yaşlı olduğumuz, onların asla göremeyeceği bir gelecekte yatmaktadır. Bu aynı neslin duyarlılığı, büyüklerimizin ölümünü kabullenmemizi öğütlemeyi de içerir, ki bu da onların kaybını bu kadar yıkıcı ve korkunç kılan şeydir. Konfüçyüsçülükte ebeveynlerin yaşlanmasına tanıklık etmek hem eşsiz bir “mutluluk kaynağı” hem de büyük bir “kaygı kaynağı”dır: onların şefkati ve yoldaşlığını deneyimlemeyi iç içten sevinerek karşılasak dahi, gidişat bunun uzun süre böyle devam etmeyeceğini zorunlu olarak gösterir. Onların yaşlanması demek, artık eşi benzeri olmayan bir yalnızlığın kapıyı çaldığı anlamına gelir.
Her ne kadar yaşlıların gençlerden önce vefat etmesini daha çok tercih ediyor olsak da, onların vefatının bizi kendi yolumuzu çizmeye zorlayacağından da korkarız; fakat günün birinde bulabileceğimiz tek engin tecrübeli bilgelik yolu kendi bilgeliklerimiz olacaktır. Bu noktada, Batı’nın felsefi kavrayışlıyla bir kıyaslama yapmak yerinde olacaktır. Batı düşüncesinin temel metinlerine baktığımız, paradigmatik insan ilişkisi, dostluktur. Doğal olarak da bu düşünce geleneğinin yalın ve mütevazı teselliye dair literatürü tam da buna, yani arkadaşların kaybına odaklanmaktadır. Yaşanan kaybın acı verici kederine dair en iyi reçete, bir zamanlar dost bulduğunuz yerde tekrar başka bir dost bulabileceğinizi kabul etmektir. Dostların yeri doldurulamaz fakat birden fazla olabilirler.
Ebeveyn(lerin) veya büyükanne/büyükbabanın kaybı ise böyle bir şey değildir. Aramızdaki ilişkiler ne kadar derinlikli ve zengin olursa olsun, benim ebeveynlerimden başka hiç kim kimse ebeveynim olamaz; benim için büyükannem ve büyükbabamdan başka kimse büyükannem ve büyükbabam olamaz. Bu rolleri üstlenen insanlar, ancak bir tür benzer olabilirler. Bu insanlar sözünü ettiğim ebeveynlik rolünü bütünüyle yerine getiremezler zaten, çünkü bu rol benim dünyaya gözlerimi açmamın da ötesine uzar ve bizzat benim deneyimlerimle şekillenen dünyanın kumaşını birbirine örer. Ebeveynlerin ve büyükanne ile büyükbabaların var olmadığı yani onların zaten ölmüş oldukları bir dünyaya gözlerini açmak, bilinmeyen ve eşi benzeri olmayan bir dünyadır; önceki deneyimlerimle şekillenen tüm haritanın ve manzaranın sınırının ötesindeki bir ülke gibidir.
Kimi zaman, yaşlıların ölümlerinin daha az yas tutmayı gerektirdiği gibi varsayımıyla konuşuruz; sanki yaşlanmayla beraber hayatın da solup yıprandığı yıpranır ve gerçek acının yönelip bağlanabileceği bir şey kalmazmış gibi. Fakat Konfüçyüsçü kavrayışta, ölümlülerin beklemesi ve kabul etmesi gereken şeylere dair tüm derli toplu akıl yürütmelerimiz, “inatçı” bir gerçeğin yani aziz büyüklerimize bağlı olduğumuz gerçeğinin yerini almaz. Yaşlılık biraz daha dayanılamayacak hale geldiğinde, ardında çok şeyi miras bırakır: Gençliğe emanet edebileceği her şeyi emanet eder, gençlik ise daha önce hiç olmadığı kadar yas içinde, yük altında ve yalnız yoluna devam etmek zorunda kalır.
Amy Olberding – “Is the death of an elder worse than the death of a young person?“, (Erişim Tarihi: 08.07.2025)
Çevirmen: Taner Beyter