Modern dünya ve onun eşi benzeri görülmemiş refahı niçin ve nasıl başladı? Tarihçiler, siyaset bilimciler, iktisatçılar ve diğer akademisyenler tarafından kaleme alınan ciltlerce kitap, modern ekonomik büyüme ya da ‘Büyük Zenginleşme’ sürecinin 18. yüzyılda Batı Avrupa’da nasıl ve neden patlak verdiğine dair açıklamalarla dolu. Bu açıklamaların en eski ve ikna edicilerinden biri ise Avrupa’nın uzun süren siyasi bölünmüşlüğüdür. Öyle ki yüzyıllar boyunca hiçbir hükümdar Avrupa’yı Moğolların ya da Ming Hanedanı’nın Çin’i birleştirdiği şekilde birleştirememiştir.
Avrupa’nın başarısının, Avrupalı (hele ki Hristiyan) kültürün doğasında var olan herhangi bir üstünlüğün sonucu olmadığı özellikle vurgulanmalıdır. Bu, daha ziyade klasik bir beliren özellik (emergent property) olarak bilinen bir durumdu; yani bütünde daha basit etkileşimlerin karmaşık ve amaçlanmamış bir sonucuydu aslında. Modern Avrupa’nın ekonomik mucizesi zorunlu olmayan ve koşullara bağlı kurumsal çıktıların bir sonucuydu. Ne tasarlanmış ne de planlanmıştı. Fakat gerçekleşmişti ve bir kez başladıktan sonra hem sürdürülebilir bir şekilde bilgi odaklı büyümeyi hem de kendi kendini güçlendiren bir ekonomik ilerleme dinamiğini mümkün kılmıştı.
Peki bu nasıl olmuştu? Kısaca, Avrupa’nın siyasi bölünmüşlüğü üretken rekabeti teşvik etmişti. Bu, Avrupalı yöneticilerin kendilerini en üretken entelektüeller ve zanaatkarlar için rekabet halinde buldukları anlamına geliyordu. İktisat tarihçisi Eric L. Jones bunu ‘Devletler Sistemi’[1] olarak adlandırıyordu. Avrupa’nın siyasi olarak birden fazla devlete bölünmesinin maliyeti oldukça yüksekti; bu maliyet neredeyse aralıksız savaş, korumacılık ve diğer koordinasyon başarısızlıklarından oluşuyordu. Ancak artık birçok bilim insanı, uzun vadede rakip devletlerin faydalarının maliyetlerinden daha büyük olabileceğine inanıyordu. Özellikle birden fazla rakip devletin varlığı bilimsel ve teknolojik yeniliği teşvik ediyordu.
Avrupa’daki siyasi bölünmenin bariz maliyetlerine karşılık büyük faydalar sağladığı düşüncesi seçkin bir kökene sahiptir. Edward Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi (1789) kitabının kapanış bölümünde şunları yazdı: “Avrupa, şimdilerde eşit olmasa da 12 güçlü krallığa bölünmüş durumda.” Bu krallıkların üçünü ‘saygın devletler’, geri kalanını ise ‘bağımsız fakat çeşitli küçük devletler’ olarak adlandırdı. Ayrıca Gibbon, ‘tiranlığın suistimallerine korku ve utancın karşılıklı etkisiyle dizginlendiğini’ yazmış ve şu şekilde eklemiştir: “Cumhuriyetler düzen ve istikrar kazanmıştır; monarşiler özgürlük ya da en azından ılımlılık ilkelerini içselleştirmiştir ve en kusurlu anayasalara bile zamanın genel tutumu tarafından bir miktar onur ve adalet duygusu aşılanmıştır.”
Başka bir deyişle, devletler arasındaki rekabet ve birbirlerine teşkil ettikleri örnekler, siyasi otoriterliğin en kötü olasılıklarını bir nebze hafifletti. Gibbon şunu ekledi; “Barış durumunda, bilgi ve sanayinin ilerlemesi pek çok aktif rakibin rekabeti ile hızlanır.” David Hume ve Immanuel Kant gibi diğer Aydınlanma yazarları da bunu aynı şekilde gördü. Erken 18. yüzyılda Rusya’da Büyük Peter’in reformları ve Sovyetler Birliği’nin 1957’de Sputnik’i fırlatmasına yanıt olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin paniğe kapılması ve teknoloji seferberliği başlatmasına kadar devletler arasındaki rekabet güçlü bir ekonomik itici gücü temsil ediyordu. Daha da önemlisi, belki de ‘devletler sistemi’ siyasi ve dini otoritelerin entelektüel yenilikleri kontrol etme gücünü kısıtlıyordu. Çünkü eğer muhafazakar yöneticiler sapkın ve yıkıcı (yani özgün ve yaratıcı) düşünceye baskı uygularsa, en akıllı vatandaşları başka bir yere giderdi (aslında birçoğunun yaptığı gibi).
Bu görüşe yöneltilebilecek olası bir itiraz, siyasi bölünmüşlüğün tek başına yeterli olmadığıdır. Hint alt kıtası ve Orta Doğu tarihleri boyunca büyük ölçüde parçalanmış durumdaydı, Afrika ise onlardan da fazla bölünmüştü; yine de bu bölgeler Büyük Zenginleşme’yi deneyimlemediler. Açıkça görülüyor ki başka etkenlere de ihtiyaç vardı. Entelektüel ve teknolojik yenilikçilerin karşı karşıya olduğu ‘pazar’ın büyüklüğü, bilimsel ve teknolojik gelişme söz konusu olduğunda belki de hak ettiği kadar dikkat çekmemiş bir unsurudur. Örneğin 1769’da Matthew Boulton, ortağı James Watt’a şöyle yazmıştı:
Sadece üç kontluk için (motorunu) üretmeye değmez; fakat onu bütün dünya için üretmek, vaktime fazlasıyla değecek bir uğraş olur. (‘Kontluk’: İngiltere’deki idarî bölge birimi)
Buharlı makineler için geçerli olan şey aslında astronomi, tıp ve matematik kitapları ve makaleleri için de geçerliydi. Bir kitabın yazılması, sabit bir maliyet demekti ve bu nedenle pazarın büyüklüğü önemliydi. Eğer siyasal parçalanmışlık, her yenilikçinin seslenebileceği çevreyi daraltmış olsaydı, bu da doğal olarak yenilik yapma arzusunu köreltirdi.
Ne var ki erken modern Avrupa’da, siyasi ve dini parçalanmışlık, entelektüel yenilikçiler için dar bir izleyici kitlesi anlamına gelmiyordu. Avrupa’da bu siyasi bölünmüşlüğün yanı sıra dikkate değer bir entelektüel ve kültürel birlik de söz konusuydu. Avrupa, az çok bütünleşmiş bir düşünce piyasası sunuyordu; yeni fikirlerin yayıldığı ve dolaşıma girdiği, kıta geneline yayılmış seçkin bir kadın ve erkek bilginler ağına ev sahipliği yapıyordu. Avrupa kültür birliği, klasik mirasına ve entelektüeller arasında ortak dil (lingua franca) olarak Latince’nin yaygın kullanımına dayanıyordu. Orta çağ Hristiyan Kilisesi’nin yapısı da kıta genelinde paylaşılan ortak bir unsur sağlıyordu. Aslında ‘Avrupa’ teriminin yaygın olarak kullanılmasından çok önce Avrupa, ‘Hristiyan Alemi’ olarak adlandırılıyordu.
Avrupa’nın entelektüelleri beklenmedik bir sıklıkta ve kolaylıkta hareket edebildiği için, fikirleri de aynı hızla yayıldı.
Orta çağın büyük bir kısmında, entelektüel faaliyetlerin yoğunluğu (hem katılımcı sayısı hem de tartışmaların harareti açısından) şimdiki durumuna kıyasla daha hafifken, 1500’den sonra uluslararası bir boyuta ulaştı. Erken modern Avrupa’da, Avrupa’nın zayıf ama canlı ve hareketli entelektüeller topluluğunda ulusal sınırların pek önemi yoktu. Yavaş ve konforsuz olan seyahate rağmen, Avrupa’nın önde gelen entelektüellerinin çoğu devletler arasında mekik dokuyordu. On altıncı yüzyıl Avrupa hümanizminin en önde gelen iki lideri olan Valencia doğumlu Juan Luis Vives ve Rotterdam doğumlu Desiderius Erasmus, Avrupa’nın önde gelen düşünürlerinin olduğu yerde duramayan niteliklerini temsil ediyorlardı. Vives Paris’te okudu, hayatının çoğunu Flander’da geçirdi ama aynı zamanda Oxford’daki Corpus Christi Koleji’nin bir üyesiydi. Bir süre 8. Henry’nin kızı Mary’nin özel öğretmeni olarak görev yaptı. Erasmus ise Leuven, İngiltere ve Basel arasında gidip gelmesine karşılık zamanını Torino ve Venedik’te geçirdi. Entelektüeller arasındaki bu hareketlilik 17. yüzyılda daha da belirgin hale geldi.
Avrupa’nın entelektüelleri, benzeri görülmemiş bir sıklık ve kolaylıkta seyahat edebildiği için onların fikirleri de hızla yayıldı. Matbaa ve çok gelişmiş posta sistemi sayesine yazılı bilgi hızla yayıldı. Erken modern Avrupa’nın nispeten çoğulcu ortamında, özellikle Doğu Asya’nın aksine, yeni fikirleri bastırmaya yönelik muhafazakâr girişimler başarılı olamadı. Galileo ve Spinoza gibi entelektüel süperstarların şöhreti o kadar fazlaydı ki yerel sansürcüler onların eserlerinin yayınlanmasını yasaklamaya çalışsalardı bile, yurt dışında kolaylıkla yayıncı bulabilirlerdi.
Galileo’nun yasaklanan kitapları, hızla İtalya dışına kaçırıldı ve Protestan şehirlerinde basıldı. Örneğin, İki Yeni Bilim Üzerine Konuşmalar’ı [Discorsi] 1638’de Leiden’de basıldı ve İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyaloglar’ı [Dialogos] 1635’te Strasburg’da yeniden yayınlandı. Spinoza’nın yayıncısı Jan Riewertz, kitap Amsterdam’da basılmış olmasına rağmen sansürcüleri yanıltmak için Tractatus’un başlık sayfasına ‘Hamburg’u yerleştirdi. Entelektüeller için Avrupa’nın bölünmüş ve koordine edilemeyen politikaları, Çin’de veya Osmanlı İmparatorluğu’nda var olmayacak bir entelektüel özgürlüğü güçlendirdi.
1500’den sonra, Avrupa’nın benzersiz siyasi bölünmüşlüğü ile pan-Avrupa öğrenim kurumlarının benzersiz birleşimi, yeni fikirlerin dolaşım biçiminde dramatik entelektüel değişikliklere yol açtı. Avrupa’nın bir tarafında yazılan kitaplar diğer tarafına gitmenin yolunu buldu. Kısa sürede her yerde okundu, alıntılandı, çalıntılar yapıldı, tartışıldı ve yorum yapıldı. Avrupa’nın herhangi bir yerinde yeni bir buluş olduğunda, kıtanın her yerinde tartışılıyor ve test ediliyordu. William Harvey’in kan dolaşımına ilişkin metni Hayvanlarda Kalbin ve Kanın Hareketi Üzerine Anatomik İnceleme’sinin [De Motu Cordis] yayınlanmasından elli yıl sonra, İngiliz doktor ve entelektüel Thomas Browne, Harvey’in keşfine ‘’kan dolaşımı fikri ilk ilan edildiğinde Avrupa’daki tüm okullar itiraz etmiş… ve bu fikir ortak bir görüşle kınanmıştı.. ancak sonunda seçkin hekimler tarafından kabul edilip onaylanacaktı.’’ şeklinde değinmişti.
Dönemin entelektüel yıldızları, yerel bir çevreye değil, doğrudan Avrupalı bir kitleye hitap ediyordu ve ünleri kıta geneline yayılmıştı. Kendilerini bir “Mektuplar Cumhuriyeti”nin yurttaşları olarak görüyorlardı ve bu yapıyı, onun önde gelen figürlerinden Fransız filozof Pierre Bayle’ın ifadesiyle, özgür bir ortaklık, bir “hakikat imparatorluğu” olarak değerlendiriyorlardı. Elbette, bu siyasi metafor büyük ölçüde bir hüsnükuruntu ve azımsanmayacak bir kendini yüceltme ifadesiydi; yine de fikirler piyasası için davranış kurallarını belirleyen bir topluluğun temel niteliklerini yansıtıyordu. Ve bu piyasa son derece rekabetçiydi.
Her şeyden önce, Avrupalı entelektüeller neredeyse hiçbir şeyi sorgulanamaz adletmediler; tekrar tekrar, kutsal sayılan fikirleri yıkmaya istekli olduklarını gösterdiler. Birlikte, açık bilime adanmış ortak bir ilke etrafında birleştiler. Gibbon’a dönecek olursak: filozofun, vatanseverin aksine, Avrupa’yı tek bir “büyük cumhuriyet” olarak görme ayrıcalığına sahip olduğunu söyler. Böylesi bir cumhuriyette güç dengesi sürekli dalgalanabilir, bazı ulusların refahı sırayla artıp azalabilirdi. Ancak işbu “büyük cumhuriyet” fikri, genel bir mutluluk durumunun yanı sıra sanat, hukuk ve görgüden müteşekkil bir sistemi güvence altına alıyordu. Gibbon’a göre işte bu durum, Avrupa’yı diğer medeniyetlerden ayrıcalıklı bir konuma yerleştiriyordu.
Bu bakımdan, Avrupa’nın entelektüel topluluğu iki dünyanın da en iyi yönlerinden yararlandı: hem bütünleşmiş, ulus-ötesi bir akademik topluluğun avantajları hem de rekabetçi bir devletler sisteminin sunduğu dinamizm. Bu yapı, Büyük Zenginleşme’ye yol açan pek çok kültürel unsuru ortaya çıkaracaktı: toplumsal ve ekonomik ilerlemeye duyulan inanç, bilimsel ve entelektüel yeniliğe artan saygı ve ekonomik büyümeye hizmet eden, Baconcu yani sistematik ve deneysel temellere dayanan bir bilgi üretim programına bağlılık. 17. yüzyıldaki “Mektuplar Cumhuriyeti”nin doğa filozofları ve matematikçileri, deneysel bilimi temel bir araç olarak benimsedi ve doğayı anlamanın ve sistemleştirmenin yöntemi olarak giderek karmaşıklaşan matematiğin kullanımını kabul etti.
Sanayi Devrimi’nin ve erken dönem ekonomik büyümenin asli itici gücü olarak bilgi temelli ekonomik ilerleme fikri hala ve haklı olarak tartışmalıdır. 18. yüzyılda tamamen bilime dayalı icat örnekleri az olsa da 1815’ten sonra sayıları hızla artmıştır. Yine de bilimsel devrimin modern ekonomik büyümeyle ilgisi olmadığını söylemek, doğaya dair daima gelişen bir anlayış olmaksızın 18. yüzyılın zanaatkârları tarafından yönlendirilen gelişmelerin (özellikle tekstil endüstrisindeki) yavaş fakat kaçınılmaz bir şekilde durma noktasına geleceğini gözden kaçırmaktır.
Ayrıca, bazı icatlar tamamen bilime dayalı olmasalar bile, yine de bilgili kişilerin katkılarına ihtiyaç duyuyordu. Örneğin, Sanayi Devrimi döneminin en önemli buluşlarından biri olan denizcilik kronometresi (ki bu icat nadiren Sanayi Devrimi’nin bir parçası olarak anılır), daha önceki matematiksel gökbilimcilerin çalışmaları sayesinde mümkün hale geldi. Bu isimlerden ilki, 16. yüzyılda yaşamış Hollandalı (daha doğrusu Frizyalı) astronom ve matematikçi Jemme Reinerszoon’du; Gemma Frisius adıyla tanınır. O, John Harrison’ın -ki kendisi bu karmaşık sorunu nihayet 1740’ta çözen usta saatçidir- gerçekleştirdiği şeyin imkanını ilk kez ortaya koymuştu.
Homo Sapiens’in gezegenin baskın türü olması ne kadar önceden belirlenmiş bir hadise ise bilimsel ilerlemenin ve kalıcı ekonomik büyümenin zaferi de ancak o kadar önceden belirlenmişti.
Bilimdeki ilerlemenin yalnızca açık bilimin ortaya çıkışından ve fikirler için uluslararası pazarın artan karmaşıklığından kaynaklanmadığını belirtmek bu işin ilginç bir yanıdır. Ayrıca doğa felsefesi araştırmalarını kolaylaştıran daha iyi araç ve gereçlerin ortaya çıkması da onları harekete geçirdi. En önemli olanları mikroskop, teleskop, barometre ve modern termometredir. Bunların hepsi, 17. yüzyılın ilk yarısında geliştirildi. Fizikte, astronomide ve biyolojide geliştirilen araçlar, klasik antik çağlardan miras kalan bir sürü yanlış kanıyı çürüttü. Yeni keşfedilen vakum ve atmosfer kavramları, atmosferik motorların gelişimini teşvik etti. Buna karşılık, buhar motorları, bilim insanlarına ısının harekete dönüşmesinin fiziğini araştırma konusunda ilham verdi. Newcomen’in ilk pompasından (1712’nin ünlü Dudley Castle motoru) bir asrı aşkın süre sonra termodinamik geliştirildi.
18. yüzyıl Avrupa’sında saf bilim[2], mühendislik ve mekanik çalışmaları arasındaki etkileşim giderek güçleniyordu. ‘Ne olduğu’na ilişkin önermesel bilgi ile ‘nasıl yapılacağı’na ilişkin uygulamalı bilgi arasındaki etkileşim, olumlu geri beslemeli ve otokatalitik bir model oluşturmuştu. Bu tarz sistemler, süreç bir kez başladıktan sonra kendi kendine hareket edebilir. Bu anlamda, bilime dayalı büyüme, tüm tarihsel olgular arasında en kalıcı olanlardan biridir; her ne kadar kalıcılığın koşulları karmaşık olsa da ve her şeyden önce fikirler için rekabetçi bir pazar gerektirse de.
Avrupa’nın (ve dünyanın) Büyük Zenginleşme’sinin hiçbir şekilde kaçınılmaz olmadığını kabul etmemiz elzemdir. Başlangıç koşullarındaki nispeten küçük değişiklikler ya da süreç içindeki tesadüfi olaylar bu sürecin hiç gerçekleşmemesine yol açabilirdi. Eğer Avrupa’daki siyasi ve askeri gelişmeler farklı bir yönde ilerlemiş olsaydı, muhafazakâr güçler üstün gelebilir ve dünyaya dair yeni ve daha ilerici yorumlara çok daha düşmanca bir tavır alabilirlerdi. Bilimsel ilerlemenin ve sürdürülebilir ekonomik büyümenin nihai zaferinde -tıpkı Homo sapiens’in (ya da herhangi başka bir türün) gezegenin egemen türü haline gelmesinde olduğu gibi- hiçbir önceden belirlenmişlik ya da zorunluluk yoktu.
1600’den sonra fikir pazarındaki faaliyetlerin bir sonucu, bilimsel ve entelektüel ilerlemeye olan inancın iddialı bir siyasi programa dönüştürüldüğü Avrupa Aydınlanması’dır, Aydınlanma birçok kusur ve başarısızlığa rağmen hala Avrupa’nın politikalarını ve ekonomisini domine etmektedir. Son zamanlarda karşı karşıya kaldığı tepkiye rağmen, bilimsel ve teknolojik ilerleme süreçleri bir kez harekete geçtiğinde, durdurulamaz bir hale gelmiş olabilirler. Ne de olsa bugünün dünyası hala rakip varlıklardan oluşuyor ve birleşmeye 1600’dekinden çok da yakın görünmüyor. Kolay erişilebilen teknolojik kazanımlar henüz tükenmiş olmaktan çok uzak; en iyisi ise hâlâ bizi bekliyor.
Joel Mokyr – “How Europe became so rich“, (Erişim Tarihi: 25.06.2025)
Çeviren: Zilan Ocak
Editör: Emir Arıcı
Editör Notları
- [1] Devletler Sistemi, Avrupa’da modern anlamda egemen (bağımsız) devletlerin ortaya çıkmasıyla oluşan, devletlerin birbirleriyle belirli kurallar, dengeler ve çıkarlar çerçevesinde ilişki kurduğu tarihsel ve siyasal düzendir. Egemenlik, diplomasi, güç dengesi ve uluslararası hukuk bu düzenin temel taşlarıdır. (ç.n)
- [2] Saf bilim, bilginin kendisi için yapılan bilimdir. “Neden?” ve “Nasıl?” sorularına yanıt arar. Uygulama değil, anlama odaklıdır.(ç.n)