Günümüzün en karikatürize edilmiş imajlarından biri internet ateistleri. Sakallı, şişman, bakımsız, fötr şapkalı, tek ifade ile düşük statülü bir alay figürü. Bundan önce ateizm uzun bir süre sol düşünceyle ilişkilendirilir ya da sol düşüncenin bir sonucu olarak görülürdü. Bunun dışında ateizm, kültürel Yahudilik, hippi hareketi, rasyonel özgür düşünceli bilim insanı veya bir tür alışılmışın dışında uç karakter çağrışımlarına sahip. Antik Çağ’dan itibaren bir soyağacı oluşturmaya yönelik “Yeni-Ateist” projesi haricinde, tarihsel dönemlerdeki ateizm üzerinde pek durulmuyor. Birçok düşünce akımı, dinin insan gelişiminin ilkel bir çağına ait olduğunu varsayıyor; bu meta-hikâye, insanların dünyayı “anlamlandırmak” için tanrılar ve ilahlar yaratmaya ihtiyaç duyan “hikâye anlatıcıları” olduğu yönünde. Bu noktada o kadar da emin değilim. Birçok basit avcı toplayıcı halkın karmaşık dini düşünce sistemleri yok, hatta bazıları bir Yaratıcı’ya inanmayı bile küçümsüyor. Katı materyalizm ile ateizm arasındaki ayrım elbette korunmalı, bir tanrıya başvurmadan da doğaüstü olaylara inanılabilir. Bu türden üç halkı inceleyeceğiz: tekbenci (solipsist) Pirahãlar, militarist Komançiler ve bazı eski Yunanlar. Üç farklı zihniyet ama teolojik yaşamın reddinde birleşiyorlar.
Tanrılar da Yok Sayılar da: Pirahãlar ile Yaşam
Pirahã halkı antropolojik garabetler arasında özel bir sınıfa dahil, kategorileştirilmeye meydan okuyan ve insanların genelgeçer tüm kurallarını çiğneyen bir halk. Bu 500-1000 kişilik küçük Amazon toplayıcı grubu Brezilya’nın kuzeyindeki Amazonas eyaletinde Maici nehri çevresinde yaşıyor. Pirahãlar 1970’lerden önce dilbilimciler arasında garip dilleriyle ünlüydü. Dillerinin yaşayan hiçbir dille ilgisi olmayan izole bir dil olduğuna inanılıyordu. Ancak Daniel Everett’in misyonerlik çalışmalarına kadar dünya bu uzak halkın asıl tuhaflığını öğrenemedi.
Pirahã zihniyetini tam olarak kavramak için okuyuculara Don’t Sleep There Are Snakes: Life and Language in the Amazonian Jungle (Uyuma Yılanlar Var: Amazon Ormanlarında Yaşam ve Dil) adlı kitabını edinmelerini tavsiye ederim. Bu kitapta Everett bir yabancı, bir akademisyen, bir baba ve bir misyoner olarak Pirahãların kültürünü inceliyor ve Pirahãların her türlü soyutlamayı şiddetle reddeden, radikal bir şekilde ampirik bir zihniyet geliştirdiklerini anlıyor. Buna da “deneyimin dolaysızlığı ilkesi (immediacy of experience)” adını veriyor:
Deneyimin dolaysızlığı ilkesi Pirahã’nın basit akrabalık sistemini de kapsıyor. Akrabalık terimlerinin kapsamı herhangi bir konuşucunun yaşam süresinin ötesine uzanmıyor ve bu nedenle prensipte tanık olunabiliyor –Pirahãların normal ömrü olan kırk beş yıl içinde büyükanne ve büyükbaba görülebilir, ancak büyük büyükanne ve büyükbaba görülemez.
Antropologlar genellikle tüm kültürlerin kendilerinin ve dünyanın geri kalanının nereden geldiğine dair yaratılış mitleri olarak bilinen hikayeleri olduğunu varsayarlar. Bu nedenle ağaçları, Pirahãları, suyu, diğer canlıları vs. kimin yarattığına dair Pirahãların da hikayeleri olacağını sanıyordum. Bu yüzden konuşuculara “Maici Nehri’ni kim yarattı? Pirahãlar nereden geldi? Ağaçları kim yaptı? Kuşlar nereden geldi?” gibi sorular sorardım ama hiç cevap alamadım. Konuşucunun veya olayı görüp konuşucuya bildiren birinin anlık deneyiminin ötesine geçen bir yaratılış efsanesi, geleneksel bir hikâye, kurgusal bir masal veya herhangi bir anlatıyı hiç kimse toplamamış ya da duymamıştı.
Daha sonra ben ve bir dizi psikolog tarafından Pirahãların hiçbir şekilde sayı saymadığını kesin olarak gösteren çok sayıda yayımlanmış deney yapıldı… Hiçbir Pirahã sekiz ay içinde ona kadar saymayı öğrenmedi. Hiçbiri 3 + 1 ya da 1 + 1 toplama işlemini öğrenemedi (eğer düzenli olarak 2 rakamını yazarak veya söyleyerek cevaplamak öğrenmenin bir kanıtı ise). Sadece ara sıra bazıları doğru cevabı verebiliyordu.
Pirahã kültürünün tuhaflıklarından bazıları şunlar: sayılardan ve sayma yeteneğinden yoksun olmaları; yakın çevrelerindeki (immediate surroundings) renkler dışındaki renkler için terimlerinin olmaması; yiyecekleri muhafaza etme, metal aletleri paslanmaya karşı koruma veya kano yapmayı öğrenme konusundaki isteksizlikleri; sağlık, hamilelik ve çocuk yetiştirme konularına Darwinist yaklaşımları ve yeni insanlara “dönüşerek” önceki kişiliklerinin var olduğunu unutmak gibi son derece tuhaf alışkanlıkları. Bunların da ötesinde Pirahãlar özellikle dilbilimsel “özyinelemenin” (recursion) yokluğu ile ünlenmişlerdir. Dilbilgisel özyineleme, sonlu sayıda kelimeyle potansiyel olarak sonsuz sayıda cümle kurmaya izin veren bir özelliktir. Örneğin “Kasabaya gittim ve Sam’in kırmızı arabasını gördüm” cümlesi iki öğe içerir. “Sam’in kırmızı arabası” ifadesi ana cümlenin bir parçasıdır ve bu ifadeyi kullanmak aynı şey için birkaç cümle daha kurmaktan çok daha kolaydır. Ünlü akademisyen Noam Chomsky ve dahaları, özyinelemenin insan dilinin evrensel bir özelliği olduğunu ve sonsuz sayıda cümle oluşturmak için bir araç sağladığını ileri sürmüşlerdi. Pirahãlar bu kuralla çelişiyor. Bu özyineleme yokluğunun doğru olup olmadığını anlamaya çalışan tartışmalar onlarca yıl devam etti.
Dine dönecek olursak, Pirahãlar yine antropolojinin genel kurallarına uymuyor ve bir Yaratıcı tanrıları yok. Ruhlara ve doğaüstü olaylara inanıyorlar ancak garip bir şekilde bunlara sadece doğrudan deneyimledikleri için inanıyorlar. Bu durum Everett’in kitabında Pirahã zihniyetini anlamlandırmakta zorluk yaşadığı gerçekten tuhaf anlara yol açıyor:
“Onu görmüyor musun?” diye sordu sabırsızlıkla. “Bulutların üzerinde yaşayan varlıklardan biri, Xigagaí sahilde durmuş bize bağırıyor ve ormana gidersek bizi öldüreceğini söylüyor.”
“Nerede?” diye sordum. “Göremiyorum.”
Kóhoi boş görünen kumsalın ortasına doğru dikkatle bakarak sabırsız bir tavırla “İşte orada!” diye bağırdı.
“Sahilin arkasındaki ormanda mı?”
“Hayır! Orada, sahilde. Baksana!” diye cevap verdi öfkeyle.
Pirahãlarla birlikte ormanda iken onların gördüğü vahşi yaşamı ben çoğunlukla göremiyordum. Benim deneyimsiz gözlerim onlarınki gibi göremiyordu.
Ama bu sefer farklıydı. Ben bile yüz metreden uzak olmayan o beyaz, kumlu plajda hiçbir şey olmadığını görebiliyordum. Yine de ben bu konuda ne kadar eminsem, Pirahãlar da orada bir şey olduğundan en az benim kadar emindiler. Belki de orada benim göremediğim bir şey vardı, ama onlar gördükleri şeyin, Xigagaí’nin, hâlâ orada olduğunda ısrar ediyorlardı.
Everett, Pirahãları Hristiyanlığa inandırmaya çalışırken, tekrar tekrar tuğladan duvara toslar gibi bir ampirizm engeline takıldı. Ne Everett’in ne de tanıdığı birinin İsa ile şahsen tanıştığını öğrendiklerinde, İncil’deki hikayeleri hemen reddettiler. Everett ne kadar uğraşırsa uğraşsın, anlık deneyimin (immediate experience) ötesinde bir şeyi kabul etmeme konusundaki inatçılıkları mutlaktı. İspanyol Cizvitler’in zamanından günümüze kadar tek bir Pirahã’nın bile Hıristiyanlığı kabul ettiği kaydedilmemiştir. Kendilerine özgü zihniyetlerinde İncilleri kabul etmeyen bir şeyler var. Hatta Everett, ruhlar gibi giyinmek ve ele geçirildiklerine inanmak gibi tuhaf alışkanlıklarının büyük bir örneğine şahit oldu:
Bir akşamki “gösterinin” ertesi sabah yaşlı bir Pirahã erkeği olan Kaaxaóoi benimle dil üzerine çalışmaya geldi. Çalışırken aniden beni şaşırtan bir şey söyledi: “Kadınlar İsa’dan korkuyor. İstemiyoruz onu.”
“Neden istemiyorsunuz?” diye sordum. Bu açıklamayı neyin tetiklediğini merak etmiştim.
“Çünkü dün gece köyümüze geldi ve kadınlarımızla seks yapmaya çalıştı. Onları köyün içinde kovalayarak büyük penisini onların içine sokmaya çalıştı.”
Kaaxaóoi iki eli ile bana İsa’nın penisinin ne kadar uzun olduğunu gösterdi –neredeyse bir metre vardı.
Buna ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir Pirahã erkeği İsa gibi davranıp bir şekilde uzun bir penisi varmış gibi numara mı yapmıştı? Veya bu haberin arkasında başka ne olabilirdi, hiçbir fikrim yoktu. Belli ki Kaaxaóoi bunu uydurmuyordu. Bunu endişe duyduğu bir gerçek olarak haber veriyordu. Daha sonra köyünden iki erkeği daha sorguladığımda, hikâyesini doğruladılar.
Dolayısıyla Pirahãlar, bir tanrısı olmayan, yaratılış miti olmayan ve bir tanrıya ihtiyaç duymayan kabile halklarının alt kümesine dahil. Dünya görüşlerinden o kadar eminler ki basit ve naif bir zenofobi ile her türlü yabancı bilgiyi, kelimeyi, teknolojiyi ve inancı çoğunlukla reddediyorlar. Everett’in inancı onlarla geçirdiği zaman nedeniyle o kadar sarsılmış ki, kitabın sonunda Pirahãların Tanrı olmadan da mutlu olduklarını itiraf ediyor ve kendisi de ateist oluyor.
Komançiler: Savaşçılar ve Şüpheciler
Komançiler’in din anlayışları, coğrafya veya astronomi kadar kaba, kusurlu ve sınırlı. Büyük Ruh’a inanıyorlardı ya da ona dair belirsiz bir geleneksel fikirleri vardı; ama aralarında hiçbir zaman belirgin bir ibadet şekli ya da gösterisi tespit edemedim. … Aralarında bir rahiplik düzeni ya da buna benzer bir şey görmedim; herhangi bir dinî otorite tanıyorlarsa, bu şeflerinde; ancak dinî duygularının böyle bir kuruma yol açamayacak kadar gevşek, belirsiz ve işlevsiz olduğunu düşünüyorum. Aralarındayken şimdiye kadar fark ettiğim, en ufak dinî kaygı belirtisi gösteren tek eylem kalkan kaldırmak. Üzerlerinde ahlaki herhangi bir etki yaratan ve gelecekteki ödüller ve cezalarla ilgili herhangi bir fikirleri olduğundan şüpheliyim. Mitoloji sistemi gibi bir şeyleri olmadığı gibi, geleneğe dayalı ya da yerleşik bir karaktere sahip dinî mitleri de yok… Zihinleri gelecekteki bir durum konusuyla ilgili bağlantılı bir fikir sistemi oluşturamayacak kadar az odaklanmış durumda. Ruh göçü doktrini onlara sunulmuşsa bile, ulusal ya da genel bir itibar görmemiştir; gerçekten de büyücülüğün mistik kaprislerinin ötesinde, herhangi bir ortak dinî inanç planı ya da bu yaşam üzerinde faaliyet gösteren doğaüstü bir failleri olduklarından şüpheliyim ve bunlardan da insan araçlarının potansiyelinin ötesinde olan herhangi bir şeye ayrıca bir inançları yok. Dinî duyguların tüm pratik sonuçlarına ilişkin olarak onlar hakkında “Akılsız içinden, ‘Tanrı yok!’ der ” (Mezmurlar 14) denebilir.
–Comanches and Other Tribes of Texas and the Policy to be Pursued Respecting Them (Komançiler ve Teksas’taki Diğer Kabileler ve Bunlara İlişkin İzlenecek Politika)(1851) David Burnet.
Bu ilgi çekici ve oldukça harika pasaj bize Komançiler’in en eski Anglo-Amerikan gözlemcilerinden biri olan David Burnet’ten geliyor. Komançi Ulusu’nun yayılmacı ve militarist gücüne tanıklık eden diğer kişiler gibi o da Komançiler’in gevşek ve oldukça muğlak dini inanç ve uygulamalarını anlamakta zorlanmış. Komançiler Doğu Shoshone’dan türeyen Ova Kızılderilileri’nden biriydi ve ölen erkeklerin eşini de öldürerek mezarına yerleştirdikleri sati geleneği veya ölülerin isimlerini anmaktan çekinme gibi birçok Ova geleneğini sunuyorlardı. Bazı ortak ritüelleri vardı, muskalara ve ruhani ilaçlara kişisel olarak odaklanmışlardı, ancak 19. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar farklı antropoloji ekollerinden gözlemciler Komançiler’i sürekli olarak şüpheci ve büyük ölçüde dinsiz olarak tanımlamışlardır:
Bol gözyaşı olan bir Kiowa anma törenini hakkında konuşurken bir adam bana şöyle demişti: “Komançiler bunu yapmaz. Ölüleri geri getiremezsin. Biz sadece onları koyacak iyi bir yer buluruz, işte o kadar” (Gelo 1986)
Bu kadar tehlikeli hayatlar yaşayan insanlar son derece dindardılar ve öyle olmak zorundaydılar ancak inançları ilkel ve kozmolojilerine göre tamamen pratikti. … İnsanların soyut düşüncelere ayıracak zamanları yoktu. … Nermernuhlar birbirlerinin gizli büyülerini ve kişisel tabularını anlıyor ve bunları tutarlı bir inanç bütünü haline getirmeye çalışmadan onlara saygı gösteriyorlardı. (Fehrenbach 1979)
Komançiler genellikle ovaların şüphecileri ya da inançsızları olarak tanımlanır. … Dogmaları ve sistematik bir din formüle edecek profesyonel bir ruhban sınıfları yoktu. … İç gözlem yapmak Komançiler’in doğasında yoktu. Dürtülerini ya da eylem tarzlarını formüller halinde ifade etmek de yoktu. Komançiler, olayları büyük bir şemanın örüntülü bir açılımı olarak değil, izole bölümler olarak görme yönelimine sahipti. (Wallace ve Hoebel, 1941)
“Komançiler hiçbir şey bilmezler; onlar düşünmezler”; bununla Komançiler’in savaş, kovalamaca ve diğer geçici konularla ilgili hiçbir şeyden haberdar olmadıklarından ziyade “ruhani bilgiye” sahip olmadıklarını kastetmişlerdir. (Curtis, 1930)
Belki yerli şüphecileri hariç tutarak, Komançiler gibi neredeyse her önemli kabilenin taime eşdeğeri bir kabile “ilacı” vardır ya da olmuştur, kabilenin refahı ve kaderinin bağlı olduğu kabile mitolojisi ve törenleri bu merkezin etrafında toplanır. (Mooney, 1898)
Bu seçilmiş pasajlar ve alıntılar, on yıllar boyunca benzer bir görüşü vurguluyor. Komançiler savaş, avcılık, yaşam ve ölümle ilgilenen, dogma ya da uzman rehberliği olmaksızın bireylerin ruhani olarak kendi yollarını bulmalarına izin vermekten memnun ve pratik oldukları izlenimini veriyorlar. Bu niteliklerin aynı zamanda genel fatih zihniyetlerinin bir parçası olup olmadığı merak uyandırıyor, daha ritüelci komşularına kıyasla neredeyse devasa bir ilgisizlik. Bazen Komançiler ve diğer Ova ulusları arasındaki bu ayrışmalar neredeyse gülünç:
Şayenler ve Arapaholar ayıların ataları olduklarına ve insanlarla cinsel ilişkiye girebildiklerine, dolayısıyla da ayı yemenin yamyamlık olduğuna inanırlarken, “yerli şüpheciler” olan Komançiler ayıları avlayabildiklerinde çok iyi bir yemek olarak görürlerdi. (Marriott ve Rachlin, 1968, 159)
Gözlemcilerin bahsettiği az sayıdaki ritüelden biri de deri kalkanlarını üç ayaklı sehpalar üzerinde gün boyu güneşe bakacak şekilde yerleştirerek gücünü emmelerini içeren ‘kalkan-güneşleme’ alışkanlıklarıdır. Yağ ve adet gören kadınlar kalkandan uzak tutulur yoksa kirlenmiş sayılırdı. Danslar, şifacı “ilaççı adamlar” ya da şamanların varlığı, ruhlar dünyası ile iletişim kurma ritüelleri ve buhar kulübeleri gibi diğer geleneklerin hepsi mevcut, ancak tutarlı bir dinî çerçeve yok. Geleneksel bir yaşam biçiminin bütün işaretleri mevcuttu, ancak hiçbir zaman Kiyovalar ya da Pavniler gibi kullanılmadı.
Bu, biz modernlerin anlayabileceği şekliyle bir ateizm örneği mi? Gerçek materyalist anlamda hayır ama dinî inançlara karşı pratik ve şüpheci bir zihniyet geliştiren savaşçı bir toplumun ilgi çekici bir örneği. Var olan spiritüalizm avlanmaya, savaşa ve başarıya yönelikti. Antropologların gizli bir dogma mabedine girmelerine izin verilmemiş olması ve Komançilerin inançlarını yabancılara karşı korumuş olmaları da bir ihtimal. Bunu asla bilemeyebiliriz.
Kritias, Alkibiades ve Antik Yunan Ateizmi
Ve konuşarak böyle laflarla
En kurnaz öğretiyi attı ortaya,
Gerçeği gizledi yalan lafların ardına.
İnsanları en çok korkutabileceği yerdi
Tanrı’nın evi olarak bahsettiği yer.
Bilirdi ki hem iki dehşet gelirdi oradan
Hem de kolaylıklar zahmetli yaşayan insanlara.
Yukarıdaki yeri göstermek için şimşeklerin geldiği,
Gök gürültüsünün ihtişamlı patlamalarını gösterdi,
Zaman denen kurnaz zanaatkâr tarafından
İnce işle pullanmış yıldızlı gök manzarasını.
Meteorun parlayan gövdesi de oradan düşer
Ve oradan yere inerdi sıvı yağmur da.
Kısıtladı insanları bu korkularla,
Ve uygun bir yerde bu konuşmasıyla
Uygun bir ev verdi Tanrı’ya,
Böylece kanunsuzluğa son verdi kanunlarla.
Ve ilk kez bir insan anladığım kadarıyla
İnandırdı insanları Tanrı ırkının varlığına…
– Sisifos Fragmanı (Sisyphus Fragment)
Modern ateizmin ilginç bir özelliği de ahlaki öğretilerin ve verilmiş değerlerin varlığıdır. Bugün hemen hemen her inançsızın yüzeyini kazıdığınızda eşitlikçiliğe, demokrasiye ve insan haklarına bağlı olduklarını görürsünüz. Bunun için kendilerini içinde buldukları genel sosyal ortam dışında hiçbir gerekçe yok. Demokritos’tan Dostoyevski’ye kadar pek çok düşünür, ateist düşünce etiği ile mücadele etmiştir. Yazar Peter Hitchens, ateizmin kökenlerinin tarihsel olarak Felix Dzerjinski’ye dayandığına işaret ediyor; Dzerjinski’nin Leninist, dehşet verici ve acımasız saltanatı süngülerden oluşturulan cenaze çelengi ile sembolize edilir. Bolşevik ve Yeni Ateist şüpheciler mantıksal olarak herhangi bir gerçek inançla ayrışmıyor ve herhangi bir “gerçek” ateizm dönemi Doğa’nın egemenliğine, yani güçlülerin egemenliğine yol açacaktır.
Herhangi bir şeyin hizmetkârı olan bir insan nasıl mutlu olabilir ki? Açıkça iddia ediyorum ki tam tersine, gerçekten yaşamak isteyen kişi, arzularının en uç noktaya ulaşmasına izin vermeli ve onları kınamamalıdır; ancak en uç noktaya ulaştıklarında, onları giderecek ve tüm özlemlerini tatmin edecek cesarete ve zekaya sahip olmalıdır. Bunu doğal adalet ve asalet olarak kabul ediyorum. Ancak pek çok kişi buna ulaşamaz; güçlü adamı suçlarlar çünkü kendi zayıflıklarından utanırlar ve gizlemek isterler ve bu nedenle de ölçüsüzlüğün aşağılık olduğunu söylerler. Daha önce de belirttiğim gibi, doğası daha soylu olanları köleleştirirler ve zevklerini tatmin edemedikleri için, kendi korkaklıklarından dolayı ölçülülüğü ve adaleti överler. Çünkü bir adam aslında bir kralın oğlu olsaydı ya da bir imparatorluk, bir tiranlık ya da egemenlik elde edebilecek bir doğaya sahip olsaydı, ölçülülükten daha alçakça ya da kötü ne olabilirdi –onun gibi bir adam için, yani özgürce her iyiliğin tadını çıkarabilecek ve ona engel olabilecek kimsesi olmayan ve yine de geleneği, aklı ve diğer insanların görüşlerini kendine efendiler olarak kabul eden bir adam için? Şehrinin yöneticisi bile olsa, adalet ve ölçülülük ününün, dostlarına düşmanlarına verdiğinden daha fazlasını vermesini engellediği kişi sefil bir durumda değil midir?
– Kallikles’ten Sokrates’e, Gorgias
Kallikles’in Sokrates’e yönelttiği, güçlünün zayıfı yönetme hakkı argümanı, Nietzsche’nin iyi ve kötüden iyilik ve kötülüğe doğru psikolojik hareketi ortaya koyduğu Ahlakın Soykütüğü (Genealogy of Morality) adlı eserinde daha da geliştirilmiştir. Zayıfların güçlülere karşı öfkesi, tıpkı kuzuların kartala karşı öfkesi gibi, ahlakın gelişmesine ve ahlakın güçlüleri bağlamak için kullanılmasına yol açar. Nietzsche burada, MÖ 404’te Otuz Tiranlar olarak bilinen Atina tiranlık dönemini okuyarak ilham almış olabilir. Tiranlığın başlıca kışkırtıcılarından biri olan Kritias adlı adam, genellikle ateizmin ilk örneklerinden birini tarif eden biri olarak tanımlanır. O ve Euripides’ten, yukarıdaki Sisifos Fragmanı’nın olası yazarları olarak bahsedilir. Kritias, Kalliklesçi “efendi ahlakının” iş başındaki en iyi örneklerinden biri. Tanrıların ilahi yargısını umursamıyor ve demokrasiyi ezmek ve güçlülerin egemenliğini yeniden tesis etmek için aristokratik bir şehvetle dolup taşıyor. Kritias ve arkadaşı General Alkibiades, Hermes’in bir heykeline saygısızlık etmekle suçlanmış. Alkibiades’in kendisi de Eleusis Gizemleri törenlerinde saygısızlık ile suçlanmış ve bu tanrılarla alay etmenin Atina’da kamusal bir kötülük olduğu gerçeğini vurguluyor.
Tiranlığa karşı duyulan öfke ve Sokrates’in idamı, Atinalılar’ın ve daha geniş anlamda Yunanlar’ın ruhunda derin bir yara açmıştı. Kritias ve yandaşlarının şok edici vahşeti, yolsuzlukları ve şiddetleri, onları harekete geçiren ideoloji her neyse, ona karşı bir yanıt verilmesini gerektiriyordu. Platon ve sonraki filozoflar kendilerini ve mesleklerini savunmak için ahlaka başvurarak felsefe ve araştırmanın seyrini sonsuza dek değiştirdiler:
Platon burada tanrının doğası hakkındaki en önemli ve üzerinde çalışılmış fikirlerinden bazılarını geliştiriyor ve özellikle tanrıların var olduğuna dair kanıtlara odaklanıyor. Bunlar iki şekilde ele alınıyor. İlki kozmolojik bir argüman: Gök cisimlerinin düzenli hareketleri ilahi bir elin iş başında olduğunu gösteriyor. Atinalı, hareket eden her şeyin ona can veren bir şeyi olması gerektiğini varsayıyor. Canlı varlıklar için bu ruhtur. Gökler söz konusu olduğunda ise bu Tanrı’dır. İkinci argüman ahlaki bir argüman: eğer insanların ilahi dünyada ruhları sebebiyle payları olduğunu kabul etmezsek, o zaman yalnızca tanrılara ait olan ahlaki mükemmelliği arzu edemeyiz.
Bunlar sadece felsefi argümanlar değil; aynı zamanda ateizmin yasal olarak bastırılmasını meşrulaştırmak için gerekçeler. Atinalı, argümanlarını tanrılar hakkında itibarsız görüşlere sahip olan “bazı zeki modernlere”, bazı “genç adamlara” yanıt olarak ortaya koyuyor. Bu tür insanların üç tür görüşe sahip olduğunu iddia ediyor: ya tanrıların var olmadığını savunuyorlar ya da var olsalar bile insanların işlerine karışmadıklarını veya var olduklarını ama kurbanlar ve dualarla kolayca yönlendirildiklerini savunuyor. Gerçek bir topluluktan mı bahsediyor? Atina’daki gençler arasında bu tür inançlara sahip büyük bir hareket olduğunu mu kastediyor? Saygın bir akademisyen tam olarak bunu savunmuştu: Atina’da Platon’un burada ışık tuttuğu bir ‘ateist yeraltı’ olduğunu. Haklı da olabilir. Ancak bu spesifik olmayan saldırının asıl hedefi, Sokrates’in yargılanmasından bu yana Platon’a musallat olan hayaletler olmalı. Yasalar’ın 10. Kitabı nihayetinde felsefenin (gerçek ya da algılanan) ateizmdeki kökenlerinin tüm izlerini reddetmekle ilgili.
– Battling the Gods: Atheism in the Ancient World (Tanrılarla Savaşmak: Antik Dünyada Ateizm) (2015). Tim Marsh.
Bir adım daha ileri giden Costin Alamariu, Selective Breeding and the Birth of Philosophy (Seçici Üreme ve Felsefenin Doğuşu) adlı doktora tezinde, Kallikles ve Kritias’ın ateist efendi ahlakının antik Yunan’ın Nazizm’i olduğunu savunuyor. Alamariu’ya göre tiranlığa verilen tepki, faşizm ile ilişkilendirilen ya da faşizme yol açan herhangi bir çalışmanın modern dehşetine çok benziyor. Platon ve felsefe dünyasının ahlaki düşünceye yönelmesinin sebebi de bu, Kritias’ın materyalist soğukluğunun dünyaya ve doğaya böyle bir yaklaşım biçimiyle bağlantılı olabileceğine dair her türlü işareti reddetmek:
Sokrates’in öğrencisi Kritias, antik Yunan dünyasının Hitler’iydi. O ve arkadaşları, deyim yerindeyse ateist biyolojizme dayalı bir rejim kurdular; “radikalleştirilmiş Sparta”, öjenik bir antinomyen diktatörlük. Belki de bugün Hitler’in en histerik karşıtlarının ona atfettiği her şeydi Kritias. Kısa iktidarında, Sparta ile on yıllar süren savaşta ölen Atinalılar’dan daha fazla Atinalı öldürdü. Neredeyse herkesi şehirden sürdü ve demokratik gücün kaynağı olarak görülen rıhtımları yaktı. Eleusis’in tüm rahiplerini can sıkıcı dinî ahlakçılar oldukları için öldürdü. Sparta anayasasının amacını “üstün bir biyolojik örnek” yaratmak olarak gördü ve Kritias bu fikirlere dayalı bir devlet kurmaya çalıştı. Kritias ve arkadaşlarının hükûmeti oldukça hızlı bir şekilde devrildi. Felsefe ve doğa (biyolojinin doğası) adına gerçekleştirilen bu felakete karşı öngörülebilir bir tepki vardı. Sokrates’in diğer öğrencileri, en azından çoğu, ayrıca İsokrates ve diğerleri, kendilerini Kritias’tan ve savunduğu düşünülen şeylerden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaptılar: “Biz o adam gibi değiliz. Biz iyi çocuklarız. Felsefe aslında bununla ilgili değil. Biz farklı bir iş yapıyoruz. Biz sosyal sorumluluk sahibi iyi adamlarız.” Tanıdık geliyor mu? Kritias gibi birinin o dönemde var olduğu şekliyle felsefenin bir çarpıtmasını mı yoksa biyoloji ve öjenik olarak doğa fikrinin bir çarpıtmasını mı temsil ettiği önemli değil. Ona karşı gösterilen tepki ve “kabilesinin” diğer önde gelen üyelerinin onunla aralarına mesafe koyma hevesi, ters yönde eşit derecede bir çarpıtmaya neden oldu.
Dolayısıyla antik Yunan düşüncesindeki ateizm, kasıtsız da olsa Batı entelektüel geleneğinin ana taşıyıcılarından biri olmuş olabilir. Tiranlığın eylemleri, tepkileri ve doğurduğu sonuçlar doğal sorgulamanın köklerini bir ahlak perdesinin ardına saklayarak felsefenin en önemli itici güçlerinden biri olmuş olabilir.
Ateizmin İki Farklı Biçimi mi?
Burada sunduğum ateizm ve şüpheciliğin üç tezahürü de birbirinden farklı. Pirahãlar son derece tuhaf insanlar ve radikal bir dolaysızlık (immediacy) ve deneysellik konusundaki ısrarları onları neredeyse antik Yunanlılar’ın tam tersi yapıyor. Doğa ve onun fenomenleri üzerine nesiller arası uzun bir tartışma onlara tamamen yersiz geliyor. Pirahãlar dışarıdan gelen her türlü müdahaleyi reddederken, Yunan zihni yabancı ile olan temasla döllenmiş. Komançiler yine farklı bir yol çizmiş, fatih zihniyetini benimseyerek pragmatik, amaca uygun ve faydalı olana değer vererek kendilerini daha ritüelci komşularından ayırmışlar. Kişisel tılsımlar, ilaçlar ve inançlar iyi, ancak bir düşünce ve uygulama sistemini kodlamak, hayatta kalmakla daha az meşgul olan halkların geleneğiydi. Bu belki de dinin erdemini daha düşük insanlar için bir sistem olarak, ancak kendileri gibi insanlar için bir dizi kısıtlama ve pranga olarak gören Kallikles ve Kritias’ın efendi ahlakına daha yakın. Bu tür ateizm elbette etik ve ahlaki kaygılarla dolu çağdaş ateizme hiç benzemiyor. En saf haliyle hiçbir zaman büyük bir popüler çekicilik kazanamamış olan ateizmden ziyade, hümanist, hatta bir tür seküler Hıristiyanlık olarak tanımlanması daha doğru olacaktır. Belki de savaşçı aristokratların ve toplum retçilerinin (kolektivizm karşıtı) koruyucusu olarak kalmalı.
Stone Age Herbalist – “Atheism In The Ancient World“, (Erişim Tarihi: 20.10.2024)
Çevirmen: Bilal Şahinoğlu
Not: Bu içerik, entelektüel bir ortaklık içinde olduğumuz Mürekkep ekibi ile işbirliğimizin ürünüdür. İçeriklerinden haber olmak ve takip etmek için tıklayınız.