2010 yılı Bengal Körfezi’ndeki Andaman Adaları’na özgü bir kabile dili olan Aka-Bo’nun yaşayan son konuşanı Boa Senior’ın vefatına tanıklık etti. Boa Senior’un ölümüyle ilgili haberlerde, kabilenin ileri gelenleri tarafından tahmin edildiği bildirilen 2004 tsunamisinden, 1942’deki Japon işgalinden ve İngiliz sömürgecilerin uyguladıkları acımasız politikalardan sağ kurtulmuş olduğuna dikkat çekiliyordu. Boa Senior’u uzun yıllardır tanıyan dilbilimci Anvita Abbi konuyla ilgili şunları söylemişti: “Boa, anne ve babasının ölümünden sonra 30 ila 40 yıl boyunca Bo dilini konuşan son insandı. Çoğu zaman çok yalnızdı, insanlarla iletişim kurabilmek için Hintçe’nin Andaman lehçesini öğrenmek zorunda kalmıştı.”
Dillerin yok oluşuna dair hikâyeler her zaman trajik olmuştur. Peki, ama neden? Aka-Bo, diğer birçok yok olmuş dil gibi, insanların büyük çoğunluğunun hayatında bir fark yaratmamıştır. Yine de diller öldüğünde değerli bir şeyi kaybettiğimiz düşüncesi tanıdıktır. Azınlık dillerini korumanın zaman ve kaynak kaybından başka bir şey olmadığı görüşü de aynı derecede bilindiktir. Bu yazıda bu çelişkili davranışları anlamlandırmaya çalışmak niyetindeyim.
Azınlık dillerinin en basit tanımı, bir ülkenin veya bölgenin yarısından biraz daha azı tarafından konuşulmasıdır. Bu durum, dünyanın en yaygın konuşulan dili olan Mandarin’i birçok ülkede azınlık dili haline dönüştürmüştür. Genellikle azınlık dillerinden bahsederken, en yaygın olarak konuşuldukları ülkede bile azınlık dili olan dilleri kastettiğimiz söylenir. Burada odak noktamız bu olacak. Özellikle tehlike altında olan veya olabilecek azınlık diller ve bu dillerin desteklenmesine yönelik aktif çabalar konusunda endişe duyuyoruz.
Bir dilin ölümünden duyduğumuz üzüntü karmaşıktır. Boa Senior’un ölümü yalnızca bir dilin yok oluşuna işaret etmiyor. Bu aynı zamanda bir zamanlar parçası olduğu, dilbilimcilerin ve antropologların büyük ilgisini çeken ve yok oluşu baskı ve şiddetten kaynaklanan bir kültürel kaybın da göstergesi. Buna ek olarak, bir dili konuşan son bir kişi kalması fikrinde melankolik bir şey var; Boa Senior gibi, bir zamanlar anadilinde sohbet edebildiği insanları kaybetmenin acısını deneyimleyen bir kişi. Tüm bu yaşananlar bir zamanlar gelişen bir kültürün ölene kadar baskı altında tutulması, yalnızlık ve sevdiklerini kaybetmek bir dilin ölümünü içerip içermediğine bakılmaksızın kötü şeylerdir.
O halde, bir dil öldüğünde duyduğumuz üzüntünün bir kısmı dilin kendisiyle ilgili değildir. Çoğunluğun konuştuğu dillerinde trajik hikayeler yoktur ve bu yüzden duygularımızı aynı şekilde etkilemezler. Beklendiği üzere, azınlık dillerine yönelik kaygılar genellikle duygusal olarak değerlendirilmektedir. Dil politikaları üzerine çalışan araştırmacılar, çoğunlukla yararlı oldukları ve ilerlemeyi kolaylaştırdıkları için çoğunluğun konuştuğu dillere büyük değer verildiğini, azınlık dillerinin ise ilerlemenin önündeki engeller olarak görüldüğünü ve bu dillere verilen değerin çoğunlukla duygusal olduğunu gözlemlemişlerdir.
Duygusallığın, bir şeye karşı abartılı bir duygusal bağlılık olduğunu düşünme eğilimdeyizdir. Abartılıdır çünkü nesnenin değerini yansıtmaz. Felsefeci kimliğiyle tanınan merhum G A Cohen, yeni öğretim görevlisi olduğu dönemde satın aldığı ve ‘kaybetmiş olmaktan nefret ettiği’ 46 yıllık, yıpranmış bir silgiden söz eder. Başka insanlar için değersiz olan bu tür şeylere hepimiz değer veririz (onlarca yıllık bir silgi, çocuklarımızın çizimleri, sevdiğimiz kişiyi görmek için yaptığımız seyahatten kalma bir tren bileti). Eğer azınlık dillerinin değeri esas olarak duygusalsa bu Cohen’in eski silgisine atfettiği değerle kıyaslanabilir. Silgiyi bile bile yok etmek acımasızlık olurdu ancak toplumun onu korumak için önemli kaynaklar harcamasını beklemek de makul olmazdı. Aynı durum azınlık dilleri için de geçerli olabilir: bazıları için değerleri, onları korumak için toplum genelinde bir gayreti gerektirmez.
Buna verilebilecek birkaç yanıt vardır. Birincisi, azınlık dillerinin değeri sadece duygusallıktan ibaret değildir. Diller bilimsel açıdan ilginçtir. Bu dillere adanmış koca bir çalışma alanı vardır. Bu alanın araştırmacıları dillerin tarihlerini, diğer dillerle ilişkilerini, içinde bulundukları kültürlerle bağlantılarını ve daha birçok konuyu incelerler. Dilleri anlamak, düşünme şeklimize bile anlamamıza yardımcı olur. Bazıları konuştuğumuz dilin düşüncelerimizi etkilediğine hatta düşünceyi mümkün kılan şeyin dil olduğuna inanır. Bu görüş, Harvard’da dilbilimci ve bilişsel bilimci olan Steven Pinker’ın ‘yanlış, tamamen yanlış’ olarak ifade ettiği Sapir-Whorf hipotezi ile ilişkilendirilmektedir.
Sapir-Whorf hipotezi, Eskimoların kar için dudak uçuklatacak kadar çok sayıda kelimeye sahip olduğuna dair yaygın ancak yanlış olan inanış gibi çeşitli şüpheli mit ve efsanelerle bağlantılıdır. Bununla birlikte, ana fikri Pinker’ın düşündüğü kadar yanlış değildir. Dil olmadan düşüncenin mümkün olamayacağına dair az sayıda kanıt olsa da dilin düşünme ve dünyayı deneyimleme biçimimizi etkilediğine dair çok sayıda kanıt vardır. Mesela, hangi dili kullandıklarına bağlı olarak, akıcı Almanca-İngilizce bilen kişiler hareketleri farklı şekilde kategorize ederken İspanyolca-İsveççe dil çiftini bilenler zamanın geçişini farklı şekilde ifade eder, Hollandaca ve Farsça bilenlerse müzik perdesini farklı şekilde algılarlar. Görünüşe göre Pinker bile düşüncelerin “mentalize” (mentalise) olarak adlandırdığı kendi dillerinde ifade edildiğine inanmasıyla düşünce ve dil arasındaki bağlantıyı ikna edici buluyor. Elbette bu tartışma ancak deneysel çalışmalarla, olabildiğince çok sayıda farklı dil (ve bu dilleri konuşanlar) üzerinde çalışılarak çözüme ulaştırılabilecektir. Bu durum dillerin duygusal olmayan nedenlerle değerli olduğuna dair biraz şüpheye yer bırakıyor.
İkinci olarak, duygusal açıdan değere daha yakından bakalım. Neden bazı değer biçme yollarını ‘duygusal’ olarak adlandırırız? Bunu genellikle, Cohen ve silgisi örneğinde olduğu gibi, bir kişi kendi kişisel bağının olduğu bir şeye değer verdiğinde yaparız. Cohen bu türden bir değeri kişisel değer olarak adlandırmaktadır. Kişisel değeri olan şeylere, onlarla arasında bir bağ olmayan insanlar tarafından çok daha az değer verilir. Duygusal olmanın bir başka yolu da önem verdiğimiz biriyle veya bir şeyle bağlantılı olan bir şeye değer vermektir. Bu tür bir değer, ünlülerin imzalarıyla oluşturulan bir pazarın gelişmesinin ve dünyanın dört bir yanında ebeveynlerin çocuklarının resimlerini buzdolaplarına yapıştırmalarının ardında yatan nedenler arasında yer almaktadır.
‘Duygusal’ terimi inceden aşağılayıcıdır: duygusallığı aşağı bir değer olarak görürüz (örneğin uygulamaya yönelik yararlılıkla karşılaştırıldığında) ancak bize rahatsızlık vermedikleri sürece birbirimizin duygusal bağlılıklarını hoş görmekten genellikle mutluluk duyarız. Ebeveynlerin çocuklarının çizimleri hakkındaki duygusallığı başkaları için rahatsız edici değildir ancak azınlık dilleri hakkındaki duygusallık, desteklemek için çaba ve kaynak gerektirdiğinden genellikle rahatsız edici bulunmaktadır. Bu durum, azınlık dillerinin bazı insanlar için neden uğraşmaya değmediğini açıklamamıza yardımcı olmaktadır.
Elbette duygusallık o kadar kolay bir kenara bırakılamaz. Kültürümüz, yakından bakıldığında duygusallığa çok benzeyen değerlerle desteklenmektedir. Bir karşılaştırma yapalım. Cohen’in eski silgisini yepyeni bir silgiyle değiştirme fırsatını geri çevirmekte ısrar etmesinin duygusal bir davranış olduğu konusunda hepimiz aynı fikirdeyiz. Yine de Louvre yetkilileri, yetenekli bir taklitçinin Mona Lisa’yı, orijinalinin yıllar içinde uğradığı hasarı ortadan kaldırma amacıyla ‘geliştirilmiş’ bir kopyasıyla değiştirme teklifini reddettiğinde bu kararı duygusal olarak görmemiz pek olası değildir. Aksine, müze taklitçinin teklifini kabul etmiş olsa bu şok edici haberin dünya çapında manşetlere taşınacağını tahmin edebiliriz. Zıt yaklaşımlarımız, bu iki durumda söz konusu olan değerlerin çok benzer olduğu gerçeğini maskelemektedir. Aslında her iki durumda da belirli bir geçmişe sahip bir öğe, farklı bir geçmişe sahip, bir şekilde iyileştirilmiş başka bir öğeye göre üstün olarak değerlendirilmektedir.
Duygusallık, Klingonca yerine nesli tükenmekte olan doğal dilleri desteklemenin neden daha iyi olduğunu açıklamaktadır.
Bu tür değerlere her yerde rastlanır. Orta çağ kaleleri, Eyfel Kulesi ve Roma Kolezyumu gibi yapıları faydalı oldukları için değil, tarihi ve kültürel önemlerinden dolayı korumaktayız. ISID üyeleri 2015 yılında Musul’u ele geçirdikten sonra 5,000 yıllık müzelerde sergilenen eserlere zarar verdiğinde, öfkeli gazeteciler tahrip edilen eserlerin eski ve yok olmuş kültürlerle olan bağlantılarına dikkat çekmişti. Tarihsel ve kültürel önem dillere değer vermemizin bir nedenidir; filozof Neil Levy bunun dillere değer vermemizin ana nedeni olduğunu savunmuştur. Bazı bağlamlarda bu değer biçme biçimleri duygusal olarak adlandırılmaktadır. Eğer azınlık dilleri kısmen duygusal nedenlerden dolayı değerliyse, o zaman tarihi ve kültürel önem nedeniyle iyi bir ortaklık içindedirler diyebiliriz.
Azınlık dillerine değer vermek çoğu zaman duygusal olarak görülse de çoğu zaman da beğenilen bir davranıştır. We Still Live Here (2010) adlı belgesel, bir asırdan uzun süredir ölü olan bir Kızılderili dili olan Wampanoag dilinin yeniden canlanışının hikayesini anlatır. Film, dilin yeniden canlanmasını ve bu canlanmaya liderlik eden, ataları anadil konuşucusu olan ve kızı dilin ilk anadil konuşucusu olan Jessie Little Doe Baird’in çabalarını konu alır. Projesini gerçekleştirmek için MacArthur bursunu kazanan Baird’in başarısı, Boston Celtics basketbol takımından aldığı ‘Aramızdaki Kahramanlar’ ödülü de dahil olmak üzere medyada geniş ilgi görmüş ve ödüllendirilmişti.
Atlantik’in ötesinde, 84 yaşındaki Katrina Esau, Güney Afrika’ya özgü bir ‘tıklama’ dili olan N|uu’yu konuşan üç kişiden biridir. Son on yıldır evinde bir okul işletiyor ve yerel çocuklara N|uu öğreterek bu dili korumaya çalışıyor. 2014 yılında ülkenin başkanı Jacob Zuma’dan Baobab nişanını almıştır. Hem Baird hem de Esau, toplumlarına olumlu katkılar olarak değerlendirilen çabalarıyla dünya çapında haberlerde yer aldılar.
Duygusallığın saygıdeğer bir tutum olabilmesi büyük bir şanstır. Bu olmadan yani sadece dillerin bilimsel ve akademik değerine odaklanarak, bugün yaşayan hiç kimsenin ilgilenmediği uzun zaman önce yok olmuş dilleri yeniden canlandırmak yerine var olan azınlık dillerini korumanın neden daha iyi olduğunu ya da neden Volapük (19. yüzyıl Almanya’sında bir Roma Katolik rahibi tarafından inşa edilmiştir) ve Klingon (Star Trek’teki dünya dışı varlıkları konuştukları dil) gibi yapay diller yerine Orta Amerika’nın Lencan dilleri gibi tehlike altındaki doğal dilleri desteklemenin daha iyi olduğunu veya tamamen yeni diller icat etmek yerine tehlike altındaki doğal dilleri korumanın daha iyi olduğunu açıklamak zordur.
Azınlık dillerini destekleme çabalarına sıcak bakmayan insanların bile, Esav’ın N|uu’yu koruma arzusundan, tamamen yeni bir yapay dilin yaratılması ve yaygınlaştırılması için yürütülen kampanyadan daha az şaşkınlık duyacaklarını tahmin edebiliyoruz. Elbette yeni bir dil yaratmak ve geliştirmek bilimsel açıdan ilginç olsa da böyle bir girişim bulunmamaktadır. Var olan doğal dilleri korumanın yeni diller yaratmaktan daha iyi olmasının nedeni, ilkinin tarihi ve kültürel değeridir. Bunlar tam anlamıyla duygusallıkla ilişkilendirilen türden değerlerdir.
Öyleyse azınlık dilleri değerlidir. Peki, bu toplumların onları desteklemek için yatırım yapması gerektiği anlamına mı geliyor? Pek değil. Azınlık dillerini desteklememenin değeri, onları desteklemenin değerine ağır basabilir. Şimdi bunun neden böyle olabileceğine dair iki nedene değinelim: bunlar sırasıyla azınlık dillerini desteklemenin insanlar üzerindeki yükü ve dil çeşitliliğini azaltmanın faydalarıdır.
Azınlık dillerine, orta çağ kalelerine verdiğimiz değere benzer sebeplerden ötürü değer veriyor olsak da bu iki şeyi nasıl koruyabileceğimiz konusunda önemli bir fark bulunmaktadır. Bir azınlık dilini korumak, insanlara bir kaleyi korumaktan daha büyük bir yük getirmektedir. Bir kaleyi, bakımını yapmaları için insanlara para ödeyerek koruyabiliriz ancak aynı şekilde bir azınlık dilini koruyamayız. Bunun yerine, dili yetkin bir şekilde konuşabilmeleri için insanların söz konusu dili hayatlarının büyük bir parçası haline getirmelerini sağlamalıyız. Bazı insanlar bunu kendi istekleriyle yapsa da dilin bir meraklılar kümesinin ötesine geçmesini istiyorsak insanlar isteseler de istemeseler de onlara yaşam tarzı değişiklikleri dayatmamız gerekir. Genellikle bu, çocukların okulda bu azınlık dilini öğrenmelerini sağlamaya yönelik düzenlemeleri içerir.
Bu tür politikalar tartışmaya açıktır. Bazı ebeveynler, çocukları için daha az kullanışlı bir azınlık dili yerine faydalı bir çoğunluk dili öğrenmenin daha iyi olacağını düşünmektedir. Ne var ki, ana dili İngilizce olanlar için, en yaygın olarak öğretilen çoğunluk dilleri Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca olmaktadır bu durum ilk bakışta göründükleri kadar yararlı değildir. Bir çocuğun bir dili öğrenmesi, iletişim kurabileceği insan sayısını artıracak ise kendini anlatabileceği yerlerin sayısını artırır, buna bağlı olarak da belki komşu bir ülkenin dili etkileşim açısından yararlı olacaktır. Ancak Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde İngilizce yaygın olarak konuşulduğu için, sadece İngilizce konuşan bir kişi bu ülkeleri ziyaret ettiğinde kendini oldukça iyi ifade edebilir. Bu dillerden birini öğrenmek için çaba harcamaya karar verirse yatırımının kullanışlılık açısından geri dönüşünün düşük olacağının bilincindedir.
İngilizce konuşulan ülkelerdeki insanlar çocuklara faydalı diller öğretmek konusunda endişeliyse onlara yerlileri İngilizceyi anlamayan ülkelerin dillerini, Arapça ve Mandarin gibi dilleri öğretmeliler ki bu diller Birleşik Krallık ve ABD’deki okullarda hiç de yaygın olarak öğretilmemektedir. Elbette İngilizce çok yaygın olarak anlaşıldığı için anadili İngilizce olanların yabancı dil öğrenmenin anlamsız olduğuna inananlar da vardır. Örneğin İspanya’da yaşayan ama İspanyolca öğrenmeyen İngiliz göçmenleri düşünelim. Tabii bu görüş, çocuklarının yabancı dil öğrenmesini destekleyen ebeveynler tarafından benimsenmemektedir. Dolayısıyla, İngilizce konuşan çocukların Fransızca, Almanca ve İspanyolca öğrenmesini destekleyen ancak yerel bir azınlık dilini öğrenmelerini desteklemeyen kişiler, yararlılık açısından tutumlarını savunmakta zorluk çekeceklerdir. Bu durumda, İngilizce konuşan çocukların Fransızca, Almanca ve İspanyolca gibi çoğunluk dillerini öğrenmeleri neden bu kadar yaygın bir şekilde iyi bir şey olarak görülmektedir? Sanırım pek çok kişinin azınlık dili öğrenmenin iyi bir şey olduğunu iddia etme nedeniyle aynı: yabancı bir kültür hakkında fikir sahibi olmak, insanlarla yerel dillerinde konuşarak saygı duyulduğunu gösterebilmek, dil öğrenerek kazanılan bilişsel becerileri geliştirmek gibi.
Diller kendiliğinden yok olmamış ya da tehlike altına girmemiştir. Dil ölümünün tarihi şiddet içerir.
Şahsen, çocukların ve genel olarak insanların, kendi toplumlarıyla bağlantılı bir azınlık dilini öğrenmelerinin özel bir tür zenginleştirme olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde o dilin ait olduğu toplumun kültürü ve tarihi hakkında yeni bir fikir edinmiş olurlar. Aynı zamanda, dili bilmeden o kültürün kendileri için kapalı ve hatta görünmez olan yönlerine, yani azınlık dilinde gerçekleştirilen etkinliklere ve fırsatlara katılma imkanı kazanırlar. Son 18 ayımı Galce öğrenmeye çalışarak geçirdiğim için burada tecrübelerime dayanarak yazıyorum. Galler’de doğdum ve büyüdüm yine de yakın zamana kadar Galce ile olan ana temasım çoğunlukla onu görmezden gelmekten oluşuyordu. Şimdi Galler’e döndüğümde Galce’yi biraz olsun anlayabildiğim için, uzun zamandır yabancısı olduğum bu ülkenin bana yeni bir şekilde görünür hale geldiğini hissediyorum. Galce konuşanlarla karşılaştığımda kendimi hoşnut ve ilgili hissediyorum. Yeğenim okulda Galce öğrendiği için mutluyum. Bu güçlü tutucu sezgiler, benim gibi tutucu olmayan biri için bile şaşırtıcı ve biraz da yabancı. Ne var ki bunlar benzersiz değildir, azınlık dilleri için kampanya yürütenler tarafından sıklıkla dile getirilen faydalardır.
Son olarak, azınlık dillerini desteklememiz gerektiği görüşüne direnmek için çok farklı bir neden düşünelim. Dil çeşitliliği başarılı iletişimin önünde bir engeldir. İncil’de bununla ilgili bir hikaye vardır. Tanrı, Babil Kulesi’ni inşa etmenin cezası olarak insanların bir zamanlar aynı dili konuştukları yerde çok sayıda dil konuşmalarına neden olarak ‘dünyanın tüm dillerini karıştırır’. Bugünlerde dil çeşitliliğimizin bir lanet olduğu görüşüyle karşılaşmak nadirdir ancak sayıların, uzunluğun ve büyüklüğün temsili gibi diğer iletişim alanlarında olduğu gibi standartlaşmayı tercih etmemiz dikkat çekicidir. Tek bir dili benimsemenin avantajları açıktır. Karşılaştığımız insanlarla iletişim kurabileceğimizden emin olarak dünyanın herhangi bir yerine rahatça seyahat edebilecektik. Çeviriye harcanan paradan tasarruf edebilirdik. Bilimsel gelişmeler ve diğer haberler daha hızlı ve daha kapsamlı bir şekilde paylaşılabiliyor olurdu. Dil çeşitliliğini korumakla, iletişimin önündeki engelleri de korumuş oluyoruz aslında. Elimizde tek bir evrensel ortak dil kalacak şekilde diğer dillerin yok olmasına izin vermek daha iyi olmaz mıydı?
Ancak bir ortak dilin barışçıl ve adil bir şekilde uygulanması zor olacaktır. Bu düşünce, Sovyetler Birliği’nin yerel dilleri bastırma ve tüm vatandaşlarını sadece Rusça iletişim kurmaya zorlama çabaları gibi geçmişteki baskıcı politikaları akla getirmektedir. Soyu tükenmiş ve tehlike altında olan diller, kendiliğinden, sonraki nesillerin daha baskın bir dile geçmeyi tercih etmesiyle soyu tükenmemiş veya tehlike altına girmemiştir. Dil ölümünün tarihi, konuyla ilgili kitapların başlıklarında da yansıtıldığı gibi, şiddetli içeren bir tarihe sahiptir. Örnek verecek olursak bazı kitap başlıkları şöyledir:
- David Crystal’ın Language Death (2000) (Kaybolan Sesler olarak dilimize çevrilmiştir.)
- Daniel Nettle ve Suzanne Romaine’in Vanishing Voices: The Extinction of the World’s Languages (2000) (Dillerin Katli olarak dilimize çevrilmiştir)
- Tove Skutnabb-Kangas’ın Linguistic Genocide in Education (2008) (Dilimizde çevirisi yoktur ancak Eğitimde Dilsel Soykırım olarak çevrilebilir.)
Bu durumda, diğer dilleri konuşanlara zarar vermeden bir ortak dili benimsemek zor olacaktır. Bunun yanında, gerçekten adil davranma konusunda ciddi olsaydık sadece azınlık dillerini konuşan topluluklara zarar vermekten kaçınmak yeterli olmazdı. Bu tür toplulukların geçmişte maruz kaldıkları adaletsizlikler göz önüne alındığında tazminat almaya hak kazanmış olabilirler. Bu azınlık dili savunucuları tarafından yaygın olarak benimsenen bir görüştür. Durumun telafisinin ne şekilde olması gerektiği tartışmalı olsa da kesinlikle yerel dilin silinip yerine başka bir dilin konulmasını kapsamaması gerektiği ortadadır.
Eğer biri tanrı olup sıfırdan bir dünya yaratıyor olsaydı dünyadaki insanlara, İncil’de anlatılan Babil öncesi uygarlıklarda olduğu gibi birçok dil yerine tek bir dil vermesi daha iyi olurdu. Ancak şu anda hepsi farklı tarih ve kültürlerle iç içe geçmiş, birçoğu kötü muamele ve hala devam eden zulümden sağ çıkmış, kendi toplumları ve başkaları tarafından kutlanmaya ve savunulmaya devam eden zengin bir dil çeşitliliğine sahip bir dünyamız vardır. Bir kere bütün bunlara sahip olunca, önemli ve değerli şeylerin büyük bir kısmını kaybetmeden bir geri dönüş mümkün değildir.
Rebecca Roache – “The death of languages”, (Erişim Tarihi: 11.08.2024)
Çevirmen: Özlem Kırtay
Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan