Felsefenin İlerleme Eksikliği – Chris Daly

Yüzyıllar boyunca, felsefecilerin tüm yaptığının sorgulamak ve tartışmak olduğu görünüyor. Felsefi sorunlar neden çözümlere direnir?

/
766 Okunma
Okunma süresi: 16 Dakika

Felsefe, ilerleme ve başarı şansı olmadığı hâlde süregeliyor gibi görünüyor. Batıda 2500 yıllık tarih ve kapsamlı bir problem geçmişine ve neyin var olduğu ve var olan hakkında ne bildiğimize dair; Özgür iradeye sahip miyiz? Dış dünya gerçek midir? Tanrı var mı? gibi sorulara sahiptir. Bunlar dışında analiz ve tanım türünden; Bir cümleyi doğru yapan şey nedir? Bir eylemi adil yapan şey nedir? Nedensellik nedir? Birey olmak nedir? gibi sorular örneklerin küçük bir kısmıdır. Neredeyse her soyut fikir için, gerçekliğin aslında ne olduğunu merak eden bir felsefeci oldu.

Yine de, bu soruların zenginliği ve onlarla uğraşmakla geçirilen yüzyıllara rağmen felsefeciler tatmin edici cevaplar vermediler. Uzun süre çok uğraştılar ama bu soruları yanıtlamak amacıyla söyledikleri hiçbir şey istenileni vermedi. Diğer felsefeciler de onların bu cevaplama teşebbüslerinde hata bulma ve kusurulu veya belirsiz denemelerini açığa çıkarmada hatırı sayılır ölçüde hızlı davrandılar. Denenen cevaplardaki açıklıklar daha sonra yamalanıp tekrar tartışmaya sunuldu. Ancak bunun sebep olduğu ise yeni açıklıkların belirmesi veya yamaların yırtılıp eski açıklıkların tekrar ortaya çıkması oldu. Felsefe sonsuz argüman dizileri olarak ortaya çıkar ve soruları görüldüğü üzere zorlu problemlere dönüşür.

İşte 18’inci yüzyıldan, sorulduğu günden beri felsefecileri şaşırtan, sahibi İrlandalı bilim insanı ve siyasetçi William Molyneux (1656-98) onuruna atfedilen Molyneux Problemi: Doğuştan tamamen görme engelli olan ve küp ve küreyi dokunarak inceleyen, hisseden, keşfeden birini hayal edin. Bu kişi bu şekilleri belirlemeyi  ve isimlendirmeyi öğreniyor. Şimdi, bu kişinin daha sonra görme duyusunu kazandığını düşünün. Kişi bu durumda yalnızca bakarak hangi şeklin küp hangisinin küre olduğunu belirleyebilir miydi? Kişinin belirli bir uzaklıktan şekillere baktığını hayal edin. Basitçe göz atarak küp ve küreyi ayırt edebilir miydi?  

İşte buna denk bir düşünce deneyi, şimdiki ismiyle bilgi argümanı: Gerekli ve yeterli kitapları okuyarak amonyağın kimyası hakkında her şeyi öğrenebilirsiniz. Daha çok kitap okuyarak insan koku alma sisteminin nasıl işlediği ve özellikle amonyak moleküllerine karşı nasıl tepki verdiği – mukoza zarında ve koku alma sinirlerinde hangi belirgin değişikliklerin meydana geldiği – hakkında her şeyi öğrenebilirsiniz. Tüm bu (ders) kitabı bilgisi göz önüne alındığında, amonyak kokusu hakkında bilinmesi gereken her şeyi biliyor olabilir misiniz? Yoksa amonyak kokusu hakkında, bu öğrenme yoluyla, deneyimden bağımsız bir biçimde anlayamayacağınız, o keskin, acı kokunun niteliksel deneyimi ile ilgili bir şey mi vardır?

Bu ve bunun gibi düşünce deneyleri bitmeyen tartışmalar üretirler. Bu, muammalarda basitçe seçilecek ve desteklenecek farklı taraflar olduğu için değildir. Olay, bu bakış açıları çatışması gerçeğine rağmen, bakış açılarının her biri için sağlam bir durumun açılıp sürdürülebilecek olmasıdır. İkinci düşünce deneyini ele alalım. Amonyağın kokusunun bilgisi – aslında nasıl koktuğu – kitap okuyarak edinebileceğiniz bir bilgi değildir. Öyleyse, insan deneyimi hakkında bilim ve kitaplarında hakkında bilgi verebildiği şeylerin kapsamı dışında gerçekler mi mevcuttur? Bizim için bilimsel olarak tanımlanabilenden daha fazlası var mıdır? Eğer varsa, bu insanların tamamen fiziksel sistemler olmadığını – doğa bilimlerinin bize dünya hakkında söylediklerinin dikkate değer bir istisnası – ima eder.

Düşünce deneyi insan doğasını mı aydınlatıyor yoksa çok yanlış bir sonuca mı vardı? Jüri, felsefenin diğer her probleminde olduğu gibi bu konunun da dışında kalıyor. Felsefe, fikir birliği oluşumu olmadan artan bir yaratıcılık sergiliyor. Elbette, süreç fikir birliği gerektirmiyor: bir sorunu herkesçe uzlaşılmadan çözen bazı felsefeciler olabilir. Ancak bir alanda fikir birliğinin olup olmaması ne kadar ilerleme kaydedildiğinin bir göstergesi olabilir.

Çok daha genç bir tarihe sahip olan bilim ve felsefe arasındaki zıtlık şaşırtıcıdır. Felsefeciler sert argümanlar ve tartışmalar dışında neye ulaştıkları konusunda bile uzlaşamazlar. Ancak doğa bilimleri boyunca geniş bir uzlaşma ve önemli gelişmeler olur. Birçok bilimsel problem deney ve hipotez testine yenik düşerken felsefe sürekli tutuktur.

Bilimle bu zıtlık, bilimin bilgiyi adım adım inşa eden güven verici profilini sorgulayacak iki cevap doğurabilir. Karl Popper, The Logic of Scientific Discovery (Bilimsel Araştırmanın Mantığı) (1959) isimli eserinde bilimin deneysel çürütmeye, deney ve gözlemle yanlışlanmaya açık olduğunu söyler. Ancak bu görüşü, bunun önerilen bilimsel teorilerin yanlış olduğunu, deneyimle yanlışlandığını göstermekten ibaret olduğunu ve hiçbir zaman herhangi bir bilimsel teorinin doğru, hatta muhtemelen doğru olduğunu göstermediğini belirterek devam ettirdi. Popper’ın bilim hakkındaki bu açıklamasını felsefeye doğru açabiliriz. Belki felsefe de aynı cesur varsayımlar yöntemiyle, hiçbir zaman doğrulanmasalar bile kanıtla çürütülebilir olarak görülebilir.

Popper’ın ‘gözlemin bilimde yalnızca negatif, yanlışlayıcı bir rolü olduğu’ görüşü hiçbir bilimsel teori için gözlemsel kanıtın olmamasına varan şiddetli ve şüpheci bir sonuç yarattı. Ancak şimdilik Popper’ın bilimsel metodu doğru tanımlayıp tanımlamadığı meselesini bir kenara bırakalım ve açıklamasının felsefeye uzantısını inceleyelim. Çoğu zaman, felsefi teoriler gözlemlediğimiz şeyler hakkında tahminlerde bulunmazlar. Yani bu teoriler gözlemlediğimiz hakkında yanlış tahminlerde bulunmaları dolayısıyla yanlışlanamazlar. George Berkeley 1710 yılında fiziksel objelerin bizim veya Tanrı’nın idealarının toplamı olduğunu söyleyen idealizmini kurduğunda, sahip olabileceğimiz herhangi bir spesifik gözlem – karşıt felsefi teorilerin varsayımlarına zıt varsayımlar – hakkında varsayımda bulunmuyordu. Berkeley’e göre, gözlemlediğimiz herhangi bir şey aklımızdaki idealardan oluşur. İstediğiniz kadar gözlem yapın, Berkeley’i çürütmeyeceksiniz. Yani bu noktada Popper’ın bilimsel metot açıklamasını felsefeye genişletecek olursak gözleme eşdeğer olan şeyi düşünmemiz gerekecek. Ve bu kısım tam da problemlerin başladığı yerdir.

Her kayda değer felsefi görüş bariz olmayan iddialarda bulunur – yoksa bu iddiaları ortaya atmanın bir anlamı olmazdı. Öyleyse bu iddiaların tartışılması gerekir ve bu sebeple de felsefecinin sermayesi argümanlardır. Şimdi, bir argümanın; sonucunun kendilerini takip edeceği öncülleri olması gerekir. Öncüller sonuca inanmak için neden sağlarlar. Bu iki soru yaratır: felsefi argümanın öncüllerini oluşturan nedir? Ve neden bu öncülleri kabul edelim?

Felsefecilerin sezgileri bilim insanlarının gözlemlerine kıyasla zayıf bir eşdeğerdir.

İlk soruya birçok felsefeciye uyan olası bir cevap argümanların öncüllerinin kendi ‘sezgileri’ – felsefi bir problemle karşılaştıktan sonra düşünmeye eğilimli oldukları şey – tarafından sağlandığıdır. Molyneux problemini duyduktan sonra (böyle olduğunu varsayıyoruz) kişinin şekilleri tanımlayamayacak olması düşüncesinin sizde oluşması sizin bir sezginizdir. Eğer insanların yanlış şeyler yapması konusunda mantıklı olmayan şeyler var gibi geliyorsa bu da başka bir sezgidir. Çokça görüşe sahip insanlar olarak felsefecilerin kendilerine ait birçok sezgisi vardır. Bir sıkıntı ise farklı felsefecilerin birbiriyle çelişen sezgilerinin olması, yani hepsinin sezgilerinin doğru olamayacağıdır. Başka bir sıkıntı, birçok felsefeci aynı sezgileri paylaştıklarını öğrenseler de Batılı olmayan kültürlerin felsefeci olmayan kişilerinin sezgileri çoğunlukla bunlardan türer. Ve son olarak, eğer hepimiz aynı sezgileri paylaşsaydık bile bu ne anlama gelirdi ki? Sezgilerimizin kaynaklarının ne olduğunu bilmediğimiz sürece – ki bilmiyoruz – sezgilerimizden yola çıkarak neye dayandığımızı bilemezdik. Hepimiz yanılıyor olabilirdik. Felsefecilerin sezgileri bilim insanlarının gözlemlerine zayıf bir eşdeğer gibi görünüyor.

Felsefenin bilimle olumsuz bir biçimde tezat oluşturabileceği yolunun iki cevabı olduğunu söylemiştim. İkinci cevap başka bir bilim felsefecisi olan Thomas Kuhn’un çok daha farklı bir çalışmasında yatıyor. The Structure of Scientific Revolutions (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) (1962) adlı eserinde, Kuhn nesiller boyu bilimin bilimsel bilgiyi sabit artışlarla üst üste ekleyerek sorunsuz bir şekilde birbirini geliştiren başarılı bilim insanlarının katkılarından oluşup sürekli ilerleyen bir geçmişe sahip olduğu  popüler görüntüsünü reddetti. Kuhn, böyle bir görüşün, bu bağlamda galiplerin o zaman egemen olan araştırma programı ne olursa olsun bilim insanları anlamına geldiği, galipler tarafından yazılmış ve kendi kendine hizmet eden bir tarihi safça kabul ettiğini düşündü. Bu görüş yerine Kuhn, bilimsel bir devrimin karşıt taraflarındaki araştırma programları arasında fikirlerde sürekliliğin olmadığı bir tarihsel açıklamayı savundu. Aristoteles ve Galileo veya Isaac Newton ve Albert Einstein’ın fikirleri arasında genel kabulün olmadığını iddia etti. Farklı taraflar birbirinin arkasından farklı konuşur. Bu sebeple, bilimsel ilerlemenin olduğu yer, belirli bir araştırma programının kapsamında yerelleşmiştir. Program doğar, alanında bir süreliğine hakim konumda olur, sonra da yok olur.

Thomas Kuhn (1922-1996)

Kuhn’un görüşleri endişe verici ve tartışmalı. Bilim ve felsefeyi karşılaştırmak için sınırlı bir cevap vermek yeterlidir. Yıllar boyunca bir şeylerin bilimsel anlayışında değişen çok şey oldu. Bilimin daha tahminsel ucunda, araştırmasının en uç noktasında, gelecekte daha fazlasının değişeceğine şüphe yoktur. Ancak şeylerin bilimsel anlayışında değişmeyen çok şey mevcut. Çoğu bilimsel problem çözüldü, bilim topluluğu bu çözümlerde kendine güvenen duruşunu sürdürüyor ve bu çözümlerin tekrar gözden geçirilmesi veya terk edilmesi ihtimali çok düşük. Işık ve sesi yöneten ses yasaları, manyetik ve elektrik etkileşiminin Coulomb yasaları ve Ohm, Ampere ve Faraday’ın elektrik yasaları gibi güvenilir ampirik yasaları düşünün. Bu fiziksel prensipler iyice onaylanmış ve sabittir; aynı şey felsefedeki herhangi bir şey için de söylenebilir mi? Tam olarak değil. Mantık yasalarının ne olduğu bile tartışma konusudur.

Felsefede oyunun durumu hakkında bir fikir sahibi olduğumuza göre, teşhise geri dönebiliriz. Ne yanlış gitti? Felsefi problemler neden çözüme dirençlidir? Sonuncu bana ait olmak üzere, beş cevabı değerlendireceğim.

İlk cevap karamsarlığa meydan okuyor. İyi haber ise bazı felsefi sorunların çözüldüğünü söylemesi. Örneğin, Noam Chomsky zihin-beden probleminin yüzyıllar önce çözüldüğünü iddia ediyor. René Descartes problemi sunduğu zaman, ‘beden’i, uzayda uzanan bir madde olarak ele aldı. Dahası, bedenler yalnızca temas yoluyla diğer şeyleri etkileyebilir ya da onlardan etkilenebilir.. Öte yandan ‘zihin’, bilince sahip ancak uzayda uzanmaktan yoksundur. Zihinler ve bedenler tam anlamıyla iletişim kuramayacaklarına göre, etkileşime geçemezler. Böylece beden ve zihnin nasıl etkileşime geçtiği sorusu doğar. Ancak, yerçekimsel çekim gücünü sunarak Newton şeylerin birbirini temas olmadan etkileyebileceğini açığa çıkardı. Zihin-beden problemi hallolur çünkü ayrımın bir tarafına verilecek hiçbir cevap yoktur: beden diye bir şey yoktur.

Eğer başarılıysa bu yalnızca çözülmüş bir felsefi problem örneği değil, çözümü bilim ile sağlanmış bir problem olur. Yine de, ben ikna olmuş değilim. Anladığım kadarıyla Newton, Descartes’in bedenin ne olduğu ile ilgili düşüncesindeki eksikliği açığa çıkardı. Bu, Descartes’in beden ile ilgili yanlış bir teorisi olduğu anlamına gelir. Yani Descartes’in  yorumladığı şekilde beden diye bir şey yoktur. Ama bu beden diye bir şey yoktur demek değildir. Yıldızlar ve insanlar hakkında yanlış teoriler olageldi, ancak bu yıldızlar ve insanların olmadığı anlamına gelmez. Yalnızca bu yanlış teorilerin yorumladığı şekilde insan ve yıldızların olmadığı anlamına gelir. Ve fiziksel, gezegenler ve akıllarımız gibi şeylerden simgelenen, beden diye bir şey vardır. Geriye, Descartes’in olağanüstü özellikleriye zihnin beden ile ilişkili ve oldukça farklı başka özelliklere sahip olduğu problemi kalıyor. Bu problemin sürekliliği, daha genel bir gerçek olan ‘bir felsefi problemin çözüldüğü yerde açık örnekler bulmak kolay değildir’ ifadesini açıklıyor.

İkinci teşhis küçümseyicidir: felsefi problemler gerçek problemler değildir. Felsefenin kendi sorularına cevap vermekte başarısız olması felsefeyi yavan, sahte olarak sergiler. Felsefeciler pek çok yapay problem, salon oyunu bulur, daha sonra da onları kendi aralarında tekmeleyip dururlar.

Bana göre ise yavan ve üstünkörü olan şey bu teşhistir. Bir nokta felsefi problemlerin neden çözüme dayanıklı olduğunu açıklamak için hiçbir şey yapmadığıdır. Eğer problemler basit kelime oyunları – kelime oyunları veya kelime oyunlarının diğer formlarıyla işleyen oyunlar – ise onları çözmek ve yok etmek için çok zaman veya emeğe ihtiyaç olmasa gerek. Kare bulmacalar kadar çözülmesi kolay olmaları gerekir. Gerçek, felsefedeki problemlerin bununla uzaktan yakından alakasının olmadığıdır. Zahmetsiz ve kolay cevaplara dirençlilerdir. İkinci bir nokta ise bu küçümseyici teşhis, bu başlangıç aşamasındaki anti entelektüel cevap, çoğu bizim için dikkate değer olan bazı şeyleri ilgilendiren felsefi problemleri düşündüğümüzde özellikle yanlış gelir. Bunlar, hayatımızı nasıl yaşadığımız ve diğerleriyle nasıl yaşamamız gerektiği — ahlak ve siyaset ile ilgili olan problemlerdir.

Hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızdan daha fazla sonucu olan bir sorun düşünmek zordur.

Hayatlarımız, diğer şeylerin yanı sıra, neyin limit dışı (ahlaki olarak yanlış olan) olduğu ve neyin sınır içine dahil (ahlaki açıdan müsaade edilebilir) olmadığını belirleyen ahlaki prensipler tarafından düzenlenir. Yalnız, ahlaki bir prensip nedir? Ahlakın kaynağı nedir? Duygularımız, mantığımız ya da başka bir şey midir? Ve bundan başka sorular da vardır: kişi neden ahlaklı olmalıdır? Ahlak kişiler için neyi barındırır? Platon bu sorulara yakından ilgi gösteriyordu. Yanlış yapan kimsenin şeyleri yeterince açık düşünmeyerek bilişsel bir hata yapan bir kişi olduğu görüşüne sahipti. Platon, ahlaki iyiliğin ne olduğuna dair net bir fikrimiz olsaydı, onun ne olduğunu bilseydik, yanlış yapmaktan kaçınacağımızı düşünürdü. İyiyi bilmek onu sevmektir.

Diğer felsefeciler aynı fikirde olmadı ve mantıktan ahlaka giden bir yol bulamadı. David Hume mantığın değil, yalnızca duyguların hayatlarımıza yol gösterebileceğini düşündü. Treatise of Human Nature ( İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme) (1739) isimli eserinde Hume, kışkırtıcı bir şekilde insanlığın kaderine kıyasla parmağını kaşımayı daha fazla umursamanın mantığa aykırı hiçbir tarafı olmadığını söyledi. Platon ve Hume arasındaki bu tartışmadan çıkarmamız gereken bir şey, bunun hiçbir önemi olmayan bir salon oyunu gibi bir şey olmadığıdır. Aslına bakılırsa, hayatımızı nasıl yaşayacağımızdan daha fazla sonucu olabilecek bir problem düşünmek zordur. Bu tartışmayı boş bir kelime oyunu olarak görüp reddetmek bir bahane ve özellikle zor bir entelektüel problemden kaçınmak olur. Dahası bu, soyutlanmış bir örnekten çok uzaktır. Ahlaki sorumluluğun gerçekliği üzerine tartışmalar veya cezalandırma ve hayvanların ahlaki statülerinin gerekçelendirilmesi zorlayıcı ahlaki ve entelektüel diğer sorunları artırır.

David Hume (1711-1776)

Üçüncü teşhis felsefi problemlerin bilimsel problemlereden çok daha zor olduğunu ve bu sebeple onları henüz kimsenin çözemediğini söyler. Ancak felsefi problemlerin zor olması hiçbir problemin çözülememesine zayıf bir açıklama olacaktır. Bir problemin zorluk derecesi çözüme ne kadar dayanıklı olduğunu gösterir. Ben her felsefi sorunun başka hangi ölçüyle herhangi bir bilimsel sorudan daha zor olarak değerlendirilmesi gerektiğini anlamıyorum.

Dördüncü teşhis üçüncünün kaldığı yerden devam eder. Bu teşhise göre, felsefi problemler gerçektir, ancak zor olduklarını söylemek onları ciddi bir şekilde olduklarından küçük gösterir. Problem, bilişsel olarak onları çözebilecek durumda olmamamızdadır. Beynimizin yapısı bizi bazı şeylerde – bir dil öğrenmek veya teniste bir servis atışının nereye ineceğini öğrenmek gibi – diğerleri pahasına iyi kılar. Felsefi problemleri çözmek bu diğer şeyler arasındadır. Yalnızca biz – hiçbirimiz – iyi felsefeciler olmaya uygun değiliz.

Bu ilginç bir varsayımdır. Bilişsel olarak sadece insanlara açık olan bir şey açık bir ampirik sorun gibi görünüyor. Ancak teşhisin felsefi problemleri çözmenin bize bilişsel olarak kapalı olurken felsefede yaptığımız diğer her şeye – problemleri anlamak, onlar hakkında hipotezler sunmak, bu hipotezleri eleştirmek veya düzenlemek – açık olduğunu iddia etmesi tuhaftır. Bu garip bir biçimde belirgin bir ayrımdır.

En çok açıklamayı yaptığını düşündüğüm beşinci teşhis, felsefenin ilerlememesini açıklamak için hiçbir faktörü sınırlamıyor. Bunun yerine, onu bir şeyler kümesinin etkileşim etkisi olarak ele alıyor. Sezgiler için gördüğümüz üzere, felsefecilerin yalnızca tasarladığı teoriler değil, ayrıca birçok metot veya teorilerine destek olarak başvurdukları bilgi çeşitleri de tartışmalıdır. Ayrıca, felsefi problemlerin ‘karmakarışık’ bir doğası vardır: bir probleme sunulmuş çözümler diğer süregelen problemler hakkında tartışmalı varsayımlar gerektirir. Örneğin, ahlakın ne olduğunu – eylemler veya insanlar için ahlaki olarak iyi veya kötü olanın ne olduğu – söylemede  bir problem mevcuttur. Ama bu problem bölümlere ayrılmamıştır. Ahlakın doğasıyla ilgili bu soruna eşlik ederken, neden bazı ahlaki görüşleri diğerlerinin yerine kabul etmemiz gerektiğine dair bir problem vardır. Ve gördüğümüz kadarıyla herhangi bir kişinin ahlakı neden umursaması konusunda da bir problem vardır. Yani, burada bir sürü problemimiz var: tanımsal bir problem (ahlak nedir?), epistemolojik bir problem (neyin ahlaki olduğunu nasıl söyleyebiliriz?) ve teşviksel bir problem (ahlak neden önemsenmeli?). Bu problemlerin çözümleri gerçeklik ve kendi taze problemlerini üreten zihinlerimiz hakkında varsayımlarda bulunacak, böylece sorunlar budaklanacak.

Eğer felsefi ilerlemeyi sekteye uğratan şeyin teşhisi buysa çözüm nedir? Felsefeyi nasıl daha iyi yapabiliriz? Daha çok denememiz gerektiğini söylemeye gerek yok ancak bu bize hangi yöntemlere güvenmemiz ve hangilerinden vazgeçmemiz gerektiğini söylemiyor. Belki yapay zekâdaki gelişmeler yardımcı olabilir. Denildiği gibi, tahminler zordur, özellikle de gelecek ile ilgili olanlar. İstenecek olan şey, akıl yürütme modellerini yerine getiren bir yazılımdır. Bu modellerin bazılarını formalize etmedeki zorluk programlamada zorluklara yol açar. Dahası, değerlendirilen nedenlere çeşitli şekillerde ağırlık verilmesi gerekecek ve bu da epistemik sorumluluğu insan programcılara geri kaydıracaktır. İlgili bir noktada, resmi yöntemlerin daha fazla kullanılması, felsefede titizlik ve kesinliği artırdı. Örnek olarak karar ve oyun teorisi[1], ahlak felsefesinin rasyonellik ve anlaşmaların yapılması ile ilgilenenen alanlarında düşünmeyi keskinleştirdi.

Bilimlerden gelen girdiler felsefi problemleri çözmeyebilir, ancak bunlardan yararlanılacak değerli bir rezervuardır. Ampirik psikolojik araştırma (örnek olarak katarakt ameliyatı gibi) Molyneux Problemi ile ilgili düşünürken takviye yarattı. Bilim insanlarının araştırma gruplarında işbirliği içinde çalışma yöntemi ayrıca felsefecilere de yarar sağlayabilir. Ancak çoğu felsefecinin bireyci ve zıt çizgide olması çok bilindik bir karakterde takım içi anlaşmazlıklara yol açabilir.

Bu hâlde, felsefi problemler stoğumuza ekleyeceğimiz bir şey var: felsefe neden çok zor ve emin olacağımız sonuçları felsefeden nasıl alabiliriz? Bunun üzerine düşünmek bize felsefi görüşlerimizi geçici olarak oluşturmak için daha fazla sebep verir. Ve geçici olarak ekleyebilirim ki, bu, herhangi bir şey hakkında görüş oluştururken o kadar da kötü bir yaklaşım değildir.


[1] https://evrimagaci.org/oyun-teorisi-1-oyunlar-ve-oyunlarin-modellenmesi-442


Chris Daly – Philosophy’s lack of progress”, (Erişim Tarihi: 15.07.2021)

Çevirmen: Eylül Adıgüzel

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Sofizm (Felsefe Sözlüğü)

Sonraki Gönderi

Dijital Çağda Siyasi Tartışma – Fabienne Peter

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü