Gecebekçisinin Sopası – Alberto Toscano

//
423 Okunma
Okunma süresi: 11 Dakika

Benito Mussolini’nin 29 Ekim 1922’de “Roma’ya Yürüyüş”le iktidara taşınması, L’Era fascista’nın(faşist dönem) başlangıcıydı. Bu tarih daha sonra Faşist takvimin ilk yılının ilk günü ilan edilecekti. Her kurucu olay gibi, Yürüyüş de bir gösterinin sahnelenmesi ve bir mitin inşası manasına geliyordu. Georges Sorel’in Şiddet Üzerine Mülahazalar(1908) metninin erken ve fırsatçı bir okuru olan Mussolini, siyasetin mit inşasından ayrılamayacağına, onun bir tür mit yaratma sanatı olduğuna inanmıştı. Yürüyüş’ten birkaç gün önce Napoli’de yaptığı konuşmada şöyle söylüyordu:

Biz, kendi mitimizi yarattık. Mit bir imandır, bir tutkudur. Bir gerçekliğe tekabül etmesi gerekmez. O, bir umuda, bir şevke, bir imana ve cürete denk düştüğü ölçüde bir gerçekliktir de. Bizim mitimiz millettir, milletin büyüklüğüdür. Ve bir gerçekliğe dönüştürmek istediğimiz bu mite, bu büyüklüğe diğer her şeyi tabi kılarız. Nitekim millet, topraktan ibaret değildir. O her şeyden önce tindir.

Millet miti, onun yitirilmiş ve gelecekte kazanılacak büyüklüğü miti, dünya çapında dirilen aşırı sağa hayat vermeye devam ediyor. Yeni İtalyan Başbakanı Georgia Meloni’nin bu haftaki konuşmasında yaptığı gibi, bu mite artık sık sık henüz giderilmemiş otoriterlik şüphelerine karşı bir antidot olması niyetiyle haykırılan “özgürlük” nidaları eşlik ediyor. Bu özgürlük, Meloni’nin Papa 2. John Paul’u alıntılayarak “kişinin yapması gerekeni yapma hakkı” olarak tarif ettiği şeyin boyunduruğuna alınmış piyasa özgürlüğünden ötesi değildir. Faşizmin piyasayla ilişkisini anlamak ve onun liberalizmin antitezi olduğu yönündeki yaygın algıyı zayıflatmak için, acele edip temeli sağlam olmayan tarihsel analojilere sarılmamak kaydıyla, ortaya çıkışından yüz yıl sonra faşizmin köklerine tekrar bakmak faydalı olabilir.

Yürüyüş’ün bir mit olarak, faşist devleti vücuda getiren cüretkar ve eril bir güç gösterisi olarak üstüne basa basa vurgulanması yalnızca Faşist hagiografilerde ya da ilk kez 1932’de geriye dönük olarak yapılan Faşist Devrim Sergisi mizanseninde görülmez. Bu, aynı zamanda Mussoli’nin müttefikleri için, özellikle de Naziler için bir model, netice doğuran bir mit olmuştur. Hitler’in 1941 tarihli “masa konuşması”, Nazizmin “kardeş devriminin kahramanlık destanı” hakkında şu iddiayı barındırır:

 Kara gömlek olmasaydı, muhtemelen kahverengi gömlek de olmazdı. Böyle bir şeye teşebbüs edilebilmesi ve bu teşebbüsün başarıya ulaşabilmesi olgusu, bize itici bir güç verdi… Eğer Mussolini Marksizm tarafından alt edilseydi, biz başarıyla direnebilir miydik bilmiyorum. O dönemde Nasyonal Sosyalizm çok kırılgandı.

Hatta o denli kırılgandı ki Hitler 1923’te kendi darbe girişimine kalkıştığında, bu kalkışma İtalyan basınında Faşist paradigmanın “gülünç bir karikatürü” olarak geçiştirilebildi.

Bu mitolojinin aksine, Yürüyüş’e dair tarihsel çalışmalar onun ehemmiyetini azaltma eğilimi gösterir. Robert Paxton, duru ve sentetik kitabı Faşizmin Anatomisi’nde (2004), Yürüyüş’ün başarısını İtalyan siyasal sınıflarının takatsizliğine ve beceriksizliğine bağlar. Paxton’a göre “meseleyi sonuca vardıran Faşizmin kuvveti değil, muhafazakarların kendi güçlerini Il Duce’ye karşı sürme riskini almaya razı olmamaları” idi.  “ ‘Roma’ya Yürüyüş’, sonunda işe yarayan devasa bir blöftü ve kamuoyunun Mussolini’nin ‘iktidarı ele geçirişi’ne dair algısını etkilemeye hala devam ediyor.’” Benzer şekilde Salvatore Lupo da İtalyan faşizminin siyasal tarihine dair çalışmasında “squadrismo’nun* taşralı İtalya’sı, müesses nizamın Kara Gömleklilere sempatiyle bakan ama merkez sağ bir hükümet seçeneğinden vazgeçmeleri için tehditkar bir baskı hissetmeleri gereken geniş liberal-muhafazakar[liberal-moderato], monarşist, askeri ve kapitalist [confindustriale] çevrelerini kendine mecbur etmeyi arzuluyordu”. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Roma’ya Yürüyüş bir kahramanlık destanı değil Emilio Gentile’nin ifadesiyle “en az riskle en büyük sonucu alma” başarısıydı.

Ne var ki faşizmin kendini yücelten mitlerinin altını oyarken –ki bu faydalı bir şeydir- onun düşmanlarının zayıflığını ya da ondan yararlananların suç ortaklığını abartmaktan kaçınmalıyız. Aksi taktirde onu gayri-maddi, neredeyse açıklanamaz bir olgu olarak sunma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Çubuğu biraz diğer tarafa bükerek, kendi çağının parlak ve tarihte müphem bir yer işgal eden vakanüvisi Curzio Malaparte’nin** Yürüyüş’ü nasıl ele aldığına bakmak öğretici olacaktır. 1931’de yayınlanan ve Mussolini tarafından Hitler’in memnuniyetsizliğini önlemek için yasaklanan(metinde Hitler, Il Duce’yle aşağılayıcı bir şekilde kıyaslanarak alaya alınıyordu) Hükümet Darbesinin Tekniği’nde, erken bir tarihe squadrismo’ya katılmış bir “sol” faşist olan Malaparte, pek saygı göstermeyen bir yorumda bulunarak Mussolini’nin “Faşist ayaklanma makinesi”ni bu şekilde komuta edebilmesinin yegane sebebinin onun “Marksizmi” olduğunu söyler. Malaparte’nin bundan kastı, Mussolini’nin işçi sınıfını mağlup etmenin, devlet içerisindeki diğer tüm direniş güçlerini baltalayacağını iddia ettiği bu zaferi kazanmanın ehemmiyetinin bilincinde olmasıydı.

Malaparti’nin tarif ettiği şey bir boşluk taktiğine benzer. Malaparti şu gözlemde bulunur:

Mesele yalnızca genel grevi önlemek değil, aynı zamanda hükümet, parlamento ve proletarya arasında oluşacak bir birleşik cepheye de mani olmaktı. Faşizm, kendi etrafında bir boşluk yaratmak gereksinimi ile karşı karşıyaydı. Siyasal veya sendikal olması, proleter ya da burjuva olması fark etmeksizin, sendikaları, kooperatifleri, işçi çevrelerini, İş Borsaları’nı (Camere del lavoro), gazeteleri, siyasal partileri, yani her türlü örgütlü gücü bir tabula rasa’ya çevirme gerekliliği hasıl olmuştu.

Faşist ayaklanma makinesi; örgütsüzlüğün örgütlenmesi için, hayatsızlaştırıcı bir depolitizasyonun hiper-politik bir şekilde dayatılması için, bu hedefleri koridor komplolarıyla doğrudan şiddeti bir arada kullanarak yerine getiren dehşetengiz bir aygıttı. Malaparte, the Guardian’ın o tarihlerde “kansız bir devrim” olarak tarif ettiği bu hadisenin taktiksel arka planını oluşturan lojistik zekaya işaret eder. Yürüyüş’ün hazırlık aşamalarında squadristi’nin odağı, sokaklardan ya da en gözle görülür iktidar merkezlerinden ziyade İtalya’nın siyasal enerji ağının kilit noktaları olan çeşitli maddi ve kurumsal düğümlerdi. Malaparte şöyle aktarıyor:

Kara gömlekliler, beklenmedik bir anda teknik örgütlenme organlarını, gazhaneleri, elektrik santrallerini, merkezi postaneleri, telefon ve telgraf santrallerini, köprüleri, demiryolu istasyonlarını; yani şehirlerin ve kırların tüm stratejik noktalarını ele geçirmişlerdi. Bu ani saldırı, askeri ve siyasi otoriteleri hazırlıksız yakalamıştı.

Yirminci yüzyılın ilk yirmi yılında İtalya’da uzun süre başbakanlık yapmış Giovanni Giolitti’nin şu sözlerindeki melankolinin kaynağı da buradardır: “Bir devletin, bir devrimin programına değil taktiklerine karşı kendisini savunması gerektiğini öğrendiğim için Mussolini’ye borçluyum.”

Ama bu taktiklere eşlik eden program neydi? Gramsci uzmanı Fabio Frosini, yakın bir zamanda Mussolini’nin 1921’den 1932’ye kadarki konuşmalarını ve yazılarını bir araya getiren Yeni Devletin İnşası başlıklı harika bir eleştirel antoloji derledi. Yürüyüş’e giden süreçte verilen beyanatlar Malaparte’nin kavrayışıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Squadrismo’nun şiddet yöntemlerinin altında, savaşçı elitlerin dönüştürücü gücünü proletaryanın pasifist eğilimlerine zıt koşan sözde-Nietzche’ci bir aristokratçılık yatıyordu. Temsilciler Meclisi’ne yaptığı açılış konuşmasında Mussolini şu demeçleri verdi:

Artık alenen ortadadır  ki[pacifico] şiddet alanında emekçi kitleler mağlup olacaklardır… Çalışan kitleler doğaları gereği, ki bu bana göre kıvanç vericidir, barış çığırtkanlığı[pacifondaie] yaparlar, çünkü onlar her daim insan toplumunun durağan kaynaklarını temsil ederler. Risk, tehlike, macera tutkusu ise her zaman ufak aristokrasilerin görevi ve ayrıcalığı olmuştur.

Kitlelerin mücadele kapasitesinin bu “antropolojik” küçümsenişinin peşi sıra, “devlet sosyalizmi” ile tarihin motoru olarak sınıf mücadelesi teorisinin bir alaşımı olarak değerlendirilen Marksizmin reddi geliyordu: “İki sınıfın var olduğunu reddediyoruz, nitekim çok daha fazlası mevcuttur. İnsanlık tarihinin tümünün ekonomik determinizmle açıklanabileceğini reddediyoruz.” Faşizmin “antitezleri sentezlemesi”nde ,yani sınıf ve ulusu bir araya getirişinde, enternasyonalizmin gürbüzce püskürtülmesi icap ediyordu. Mussolini için, çağdaş gericiliğin retoriğinde de sayısız yankı bulan bir formülle ifade ettiği gibi, enternasyonalizm “yalnızca üst sınıfların icra edebileceği lüks bir meta iken halk ise çaresizce yerlisi olduğu toprağa bağlıdır”.

Ancak faşizmin Roma’ya Yürüyüş’ten önceki modus operandi’si sınıf savaşına karşı sınıf savaşı değildi. Daha önceleri benimsediği cumhuriyetçiliği başından savıp Orduya ve Krala fırsatçı methiyeler düzmeye başlayarak kendisini bir özel sermaye için kamusal şiddet projesi halinde vücuda getirdi. Faşist devletin inşası idari merkezileşmeye ve devletin ekonomik mevcudiyetine yönelik ciddi hamleler gerektirse de 1921-22 yıllarının Mussolini’si faşizmin ekonomik felsefesinin köklü bir şekilde liberal olduğu hususunda ısrarcıydı. Parlamentodaki açılış konuşmasında Mussolini, solcu muarızlarına revizyonist sosyalist literatürün kendisine “kapitalizmin gerçek tarihinin daha yeni başladığı” kanaatini aşıladığını, nitekim kapitalizmin “yalnızca bir baskı sistemi değil aynı zamanda bir değerler seçimi, hiyerarşilerin bir koordinasyonu, daha gelişmiş bir bireysel sorumluluk hissi” olduğunu söyledi.

Kapitalizmin canlılığına olan inanç, Mussolini’nin talep ettiği şekilde devletin bir program kapsamında geri çekilmesini destekliyordu. Mussolini, devleti kurmanın “cerrahi bir ameliyat” gerektirdiğini savunuyordu. “Devleti yalnızca siyasi ve yargısal ifadelerine indirgeme ihtiyacı” nazara alındığında, eğer devletin yüz kolu varsa 95 tanesi kesilmeliydi. Aşağıdaki gibi pasajları okuyunca, Ludwig Von Mises gibilerin faşizmin zaferini liberalizmin kurtuluşu olarak selamlayışı pek de gizemli görünmüyor:

Devlet bize beyefendileri alçaklardan koruyacak bir polis gücü, her olasılığa hazır bir ordu ve ulusal gereksinimlere uygun bir dış politika sağlasın. Diğer her şey, ki orta öğretimi dahi bundan hariç tutmuyorum, bireyin özel faaliyetine aittir. Devleti kurtarmak istiyorsanız, kolektivist devleti ilga etmek… ve Manchester devletine dönmek zorundasınız.

8 Kasım 1921 tarihindeki Üçüncü Ulusal Faşist Kongre’de Mussolini, ekonomik meseleler söz konusu olduğunda faşistlerin “açıkça anti-sosyalist” olduğunu, bunun da “liberal” manasına geldiğini tekrar edecekti.

“Etik devlet”, tekelci ve bürokratik devletin düşmanı olarak, fonksiyonlarını temel gereksinimlere indirgemiş devlet olarak anlaşılıyordu. Mussolini, “demiryollarını ve telgrafları özel şirketlere geri verme gerekliliğini” dahi vurguluyordu, çünkü “mevcut aygıt korkunç bir ucube” idi ve “her yönden savunmasız”dı. Yürüyüş’ten bir ay önce Udine’de şunları ilan etti:

Kişi, bir görev ifa ettiği, hatta bir misyonu yerine getirdiği duygusunu derinde hissetmediği taktirde devletin bütün debdebesi eski bir opera sahnesi gibi yıkılacaktır. Bu yüzden devleti tüm iktisadi özelliklerinden arındırmak istiyoruz. Demiryolu işleten devlet, postacı devlet, sigortacı devlet yetti artık. Tüm İtalyanların vergileriyle çalışan ve İtalya’nın tükenmiş finansal kaynaklarını daha da kurutan devlet artık yetti.

Devletin bu şekilde küçültülmesinin gerekçesi yalnızca pragmatik değil aynı zamanda idealistti de: “Böylelikle boşaltılarak devletin ufak kaldığı söylenmemeli. Hayır! O hala çok büyük bir şeydir. Çünkü o, ruhlar [spiriti] üzerindeki tüm hakimiyeti elinde tutarken, madde üzerindeki tüm hakimiyetten el çekmiştir”.

Bugün bizler faşizmin ölümünden sonraki hayatları ve tekrarları ile mücadele ederken, onun yüz yıl önce siyasal olanla iktisadi olanı kaynaştıran bir “totalitarizm” biçimi olarak değil, Ruth Wilson Gilmore’un devlet karşıtı devlet olarak nitelediği şeyin özel bir öldürücülüğe sahip bir türü olarak ortaya çıktığını hatırlamak faydalıdır. Ve Luigi Einaudi’den Benedetto Croce’ye pek çok liberal, onu böyle görüp sevinçle karşılamıştır. Mussolini’nin faşizmin “cerrahi” şiddetinin ahlaki, özgürleştirici, problem çözücü karakteri olarak sunduğu şey, 1921-22’de, özel birikime dayanan bir Millet ve Devletin kurtuluşunu amaçlayan anti-demokratik şiddet olarak açıkça dile getirilmiştir. Ulusal Faşist Kongre’de belirttiği gibi: “Liberalleri ve liberalizmi soğuracağız, çünkü şiddet yöntemi ile daha önce mevcut olan tüm yöntemleri gömmüş bulunuyoruz.”

Liberalizmi illiberal araçlarla uygulamaya dönük bu vaat, faşizmin neden hem 1922’de hem de 1933’te birer ayaklanma vasıtasıyla değil egemen anayasal otoritelerin (Kral III. Vittorio Emanuele, Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg) hükümet kurma davetleriyle iktidara geldiğini açıklayan sebeptir. Daniel Guérin’in Faşizm ve Büyük Sermaye’de (1936) gözlemlediği gibi, sosyalizmle faşizm arasındaki “hayati fark” burada yatar: ilki, burjuva devletin sınıf düşmanıyken; “faşizm ise devlet tarafından temsil edilen sınıfın hizmetindedir” – ya da en azından başlarda böyle görünerek sevinçle karşılanır ve finansal yönden desteklenir. İç savaş olarak neoliberalizmin yirmi birinci yüzyılın başlarında yarattığı yıkımı tahayyül ederken, faşizmin ilkin ekonomik liberalizm için verilen bir iç savaşta iktidara geldiğini unutmamalıyız.


*Squadrismo, İtalyan faşistlerinin siyasal rakiplerine fiziki şiddet yoluyla terör estirmek için kullandıkları ve daha sonraları “kara gömlekliler” olan paramiliter çetelerin ismiydi. (bkz: https://www.cambridge.org/core/journals/contemporary-european-history/article/paramilitary-violence-and-fascism-imaginaries-and-practices-of-squadrismo-19191925/ABFBA250CF47B328C76852572B74DCBF)

** Malaparte, erken bir tarihte faşizmi benimseyip 1930’larda Faşist Parti’nin en önemli kalemlerinden biri konumuna yükselirken, 1940’larda faşist ideolojiyi terk etmiş ve partiden ihraç edilmiştir. İhracının akabinde, İkinci Dünya Savaşı’nın geri kalan dönemi boyunca Müttefik Devletler için çalışmıştır. Yazar, Malaparte’nin tarihte müphem bir yer işgal ettiğini söyleyerek buna işaret etmektedir.(bkz: https://www.britannica.com/biography/Curzio-Malaparte)


Alberto Toscano – “The Nightwatchman’s Bludgeon“, (Erişim Tarihi: 30.10.2023)

Çevirmen: Ege Aydın

Pamukkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde lisans eğitimini sürdürüyor. Pek çok ilgi alanında sahip olmakla birlikte bunlardan en öne çıkanlar hukuk felsefesi, politika ve tarih.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bilimin Metafiziği – Yalın Başay

Sonraki Gönderi

Son Sayılarımız İndirimde!

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü