//

Bilimin Metafiziği – Yalın Başay

Giriş

Bilim ve metafizik her ne kadar ilk bakışta birbirini dışlayan kavramlar gibi görünse de felsefe tarihine baktığımızda aralarındaki ilişki bir hayli karmaşıktır. Bilimsel yöntem deney ve gözleme verdiği önemle en güvenilir bilgiyi sağlama iddiasında bulunurken metafizik ise gerçekliği en temel düzeyde anlama çabasındadır. İki alan arasındaki bu fark, her ne kadar inceleme alanları zaman zaman kesişse de yöntemsel olarak bilimi metafizikten tamamen veya büyük oranda ayırma çabalarına kaynaklık etmiştir. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte bilimsel kavramlar üzerine metafizik incelemeler artmış ve bilimin metafiziği meşru bir felsefe dalı olarak büyük oranda kabul görmüştür. Bu yazıda bilim felsefesinde çalışılan bazı önemli metafizik konulara değinilecek ve bunlara yönelik farklı yaklaşımlar sunularak alandaki tartışmalar üzerine genel bir tablo çizilecektir. Dolayısıyla bu yazı alanın eksiksiz bir tasnifini sunma amacı gütmemekte, yalnızca tartışmalarla ilgili fikir vermeyi hedeflemektedir.

Epistemolojik Arka Plan

Metafiziğin bilimle ilişkisini anlamak için rasyonalizm ve empirizm arasındaki ayrışmayı incelemek gerekmektedir. Bilginin kaynağına yönelik tartışmalardan çıkan bu ayrışmada rasyonalist taraf (Descartes, Spinoza ve Leibniz önde gelen temsilcileridir) gerçekliğe dair en temel bilginin akıl yoluyla metafiziksel bir soruşturma yapılarak edinilebileceğini savunurken empirist taraf (Hume, Locke ve Berkeley önde gelen temsilcileridir) ise bu bilginin kaynağının deneyim olduğunu savunmaktadır. Rasyonalistlere göre deney ve gözlem güvenilmezdir, dolayısıyla kesin bilginin kaynağı olamazlar. Mutlak bilgi ancak şüphe edilemez önermelerden akıl yürütmeyle çıkarsanabilir. Buna karşın, empiristlere göre tüm bilgimiz duyu verilerinden kaynaklanır ve bu açıdan temel gerçekliğe salt akıl yürütmeyle ulaşılan bir etkinlik olan rasyonalist metafizik spekülasyondan öte bir uğraş değildir. Gerçekliğe dair tüm araştırmalar, yanıltabilen doğalarına rağmen duyu verilerine dayanmalıdır, çünkü kesinlik içeren ve salt akılla ulaşılan bilgiler gerçekliği yansıtamaz. Bu noktada David Hume’un görüşleri güncel tartışmalara olan etkisi sebebiyle önemlidir.

Hume algısal deneyimler olan izlenimler ile düşünceler arasındaki ayrımı vurgular. Düşünceler, duyu verilerini ve bunların sınıflandırılmasını içerecek şekilde basit düşünceler olabileceği gibi bu basit düşüncelerin birleşimiyle oluşturulan kompleks düşünceler de olabilir. Düşünceleri kelimeler ile ifade ettiğimiz için, kelimelerin anlamlı olup olmadığını test etmek onların duyu verilerine indirgenip indirgenemeyeceğini incelemek anlamına gelir. Birçok metafiziksel ifade duyu verileriyle ifade edilemeyeceği için anlamsızdır. Gerçekliğin kesin bilgisine salt düşünce ile ulaşılabileceği iddiasında bulunan rasyonalist metafizik aslında gerçekliğe dair bir bilgi sunmamakta, yalnızca basit düşüncelerden kompleks düşüncelerin oluşması sürecini öne çıkarmaktadır, ki bu süreç de gerçekliğe dair bir bilgi üretmez, yalnızca duyu verilerini organize eder. Hume’un bu genel çerçeveden yola çıkarak nedensellik kavramına yönelik ortaya attığı görüşler önemlidir. O döneme kadar neden ve sonuç arasındaki zorunlu bir ilişki olarak görülen nedensellik, Hume’a göre birçok kez art arda gelen izlenimlerin düzenliliğiyle ortaya çıkan bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Nedenselliğin doğadaki zorunlu bir bağlantı olduğu sonucuna duyu verileri üzerinden ulaşılamayacağı için onu bu şekilde tanımlamak doğru olmaz. Bunun yerine nedenselliğe belirli tip olayların başka tip olayları takip etmesi şeklinde bakmak Hume’un metafizik eleştirisi ile uyumlu bir nedensellik anlayışını mümkün kılar.

Rasyonalizm ile empirizm arasında bir orta yolu savunan en önemli filozoflardan biri olan Kant’ın düşünceleri de bahse değerdir. Kant’a göre dış dünya ile ilgili bilginin kaynağı duyu verileridir, ki bu açıdan empirizme yakındır, ancak zihin de bu verinin ön-şekillendirilmesine katkı sunar. Zihnin bu ön-şekillendirmesi Hume’un savunduğu duyu verilerinin organize edilmesi sürecinden fazlasıdır. Uzay ve zaman gibi, duyu verilerini mümkün kılan kavramlar da saf akıldan kaynaklanır. Dolayısıyla akıl pasif bir şekilde dış dünyadan gelen verileri anlamak yerine anlama sürecine aktif olarak dahil olur. Bu nedenle metafizik, saf aklın ne tür empirik veriyi mümkün kıldığına yönelik bir araştırma olarak hala mümkündür.

20. yüzyıla gelindiğinde bu görüşe karşı en etkili saldırı mantıksal pozitivizm tarafından gelir. Fizikte uzay ve zamana yönelik ortaya çıkan farklı yaklaşımların, bu kavramların Kant tarafından iddia edilenin aksine empirik girdilerden bağımsız olmadığını desteklemesi, metafizik önermelerin anlamsız olduğu yönündeki görüşün bu çevreyle ilişkili filozoflar arasında destek bulmasına neden olur. Deneyi ön plana çıkaran bu filozofların klasik empiristlerden ayrıldığı nokta empirik yaklaşımı gerçekliğe dair bilgi edinmenin yegane yolu olarak görmek yerine, önermelerin anlamlı olmalarını gözlemsel test edilebilirliklerine bağlayan anlamsal doğrulanabilirlik ilkesi çerçevesinde ele almalarıdır. Böylece gözlem tarafından doğrulanabilir önermelere mantıksal olarak indirgenemeyen önermeleri anlamsız ve metafizik olarak sınıflandırırlar. Bu yaklaşım birçok sorunu beraberinde getirir. Öncelikle gözlem gözlemciden ve test edilen teoriden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmaz. Dolayısıyla ham, her türlü kavramsallaştırmadan arındırılmış gözlem mümkün değildir. Bu mümkün olsa bile, herhangi bir önermeyi tartışmasız bir şekilde doğrulayacak bir deney tasarlamak imkânsızdır. Deneyler tasarlanırken bir kısmı bilinçli bir kısmı bilinçsiz olarak çok sayıda varsayım yapılır, bu nedenle çıkan sonuç aslında tek bir önermenin değil sonsuz sayıda önermeden oluşan bir önermeler ağının test sonucudur. Doğrulanabilirlik kriterinin bir başka sıkıntısı evrensel niceleyici önermeleri göz önünde bulundurduğumuzda ortaya çıkar. Buna göre “Tüm elektronlar negatif yüklüdür” gibi bir önerme doğrulanabilirlik kriterini karşılayamaz, çünkü negatif yüklü kaç tane elektron gözlemlenirse gözlemlensin geçmişte var olmuş ve gelecekte var olacak tüm elektronların negatif yüklü olduğu çıkarımı yapılamaz. Bilimsel yasalar bu tip önermelerden oluştuğu için bu büyük bir problemdir. Son olarak doğrulanabilirlik kriterinin kendisi doğrulanabilir değildir. Bu da mantıksal pozitivizmin kendi standartlarına göre anlamsız olduğu sonucunu doğurur. Bu problemlere mantıksal pozitivizm cephesinden çeşitli çözüm önerileri sunulmuşsa da anlamsal doğrulanabilirlik üzerinden metafiziğin reddi büyük oranda başarısız olmuş ve bilim felsefesi içerisinde metafizik tartışmalarının kabul görmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

Bilimsel Yasalar ve Doğal Türler

Bilimsel yasaların doğrulanabilirlik açısından bazı problemler içerdiğini söylemiştik. Bu noktadan bilimsel yasalarla ilgili metafizik tartışmalara giriş yapabiliriz. Bilimsel yasalar “Tüm a’lar b’dir” şeklinde ifade edilebilen idealize edilmiş, empirik, objektif ve evrensel önermelerdir. Ayrıca bu yasaların bilimsel açıklamada önemli bir yeri vardır. Örneğin mantıksal pozitivistlere göre bilimsel açıklama şu şartları sağlamalıdır:

  1. Geçerli bir akıl yürütmeye dayanmak.
  2. En az bir bilimsel yasa içermek.
  3. Empirik olarak sınanabilir olmak.
  4. Açıklamadaki tüm önermelerin doğru olması.

Bilimsel yasaların bu kritik rolü onlara yönelik metafizik soruları da içeren bir sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Bu noktada en temel sorulardan biri yasa olan genelleştirmelerle yasa olmayan genelleştirmelerin birbirinden nasıl ayırt edileceğidir. Yasaları düzenlilikler olarak düşünürsek, her düzenliliğin yasa olmadığı aşikârdır. Örneğin “Tüm elektronlar birbirini iter” önermesi bir yasa olarak kabul görürken, “Tüm çift sayılar 2 ile tam bölünür” önermesi yasa olarak kabul görmez. İki önerme de evrenseldir, iki önerme de mantıksal olarak aynı biçimdedir, ancak ikinci önerme tanım gereği doğru olduğu için yasa değildir. Dolayısıyla yasaların olgularca doğrulanan önermeler olması gerekir. Ancak burada da başka bir sorun ortaya çıkmaktadır: öyle bilimsel yasalar vardır ki evrende bunları doğrulayacak tek bir nesne bile bulunmamasına rağmen doğru kabul edilirler. Örneğin doğada bulunmayan, ancak sentetik olarak üretilebilen ve kararsızlığı nedeniyle hemen bozunan Bohriyum atomunu ele alalım. Nötr bir Bohriyum atomunun son yörüngesinde iki elektron olması bir yasadır ama şu anda evrende muhtemelen hiç Bohriyum atomu bulunmamaktadır. Yani empirik doğrulama şartı bu duruma katı bir şekilde uygulanamamaktadır.

Yasaları yasa olmayan genellemelerden ayırmada karşımıza başka zorluklar da çıkar. Şu iki önermeyi göz önünde bulunduralım:

Önerme 1: Saf altından oluşan tüm küresel cisimlerin kütlesi 100.000 kg’dan azdır.

Önerme 2: Saf plütonyumdan oluşan tüm küresel cisimlerin kütlesi 100.000 kg’dan azdır.

Bu önermelerin ikisi de muhtemelen doğrudur ve biçim olarak yasalara benzerler. Aslında aralarındaki tek fark imledikleri nesnelerin farklı olmasıdır, dolayısıyla ikisinin de doğru olduğunu göz önünde bulundurursak yasa olup olmama açısından aralarında bir fark olmaması beklenebilir, ancak durum böyle değildir. Sorun şudur ki, Önerme 2’nin doğru olmasının sebebi plütonyum gibi kararsız bir elementin belli bir kütleyi aştığı zaman kendiliğinden patlayacak olmasıyken Önerme 1 herhangi bir fiziksel sınırlamaya bağlı olmaksızın, yalnızca belirli olayların denk gelmemesi sonucu doğru olmaktadır. Yani 100.000 kg’lık saf plütonyumdan bir kürenin varlığı fiziksel olarak mümkün değilken 100.000 kg’lık saf altından bir kürenin varlığı fiziksel olarak mümkündür ancak gerçekleşmemiştir. Bu nedenle Önerme 1 yalnızca bir genellemeyken Önerme 2 bir yasadır.

Yasalara düzenlilikler olarak yaklaşmanın yarattığı bu sorunlar daha sofistike düzenlilik yaklaşımlarıyla çözülmeye çalışılabilir. David Lewis tarafından geliştirilen En İyi Sistemler Açıklaması (Best Systems Account) buna bir örnektir. Lewis’e göre gerçeklik temelde dört boyutlu uzay-zamanda yer alan her bir zaman ve konum koordinatındaki özelliklerin bir birleşimidir. Tüm bu noktalardaki bilgiye sahip olduğumuzu varsayarsak bu bilgiyi farklı şekillerde organize edebiliriz. Bunun sonucunda aynı gerçeklik daha sade bir şekilde ifade edilebilir. Örneğin evrendeki her bir elektronun diğer elektronlarla olan etkileşimini teker teker belirtmek yerine tüm elektronların birbirini ittiği söylenerek aynı bilgi çok daha basit bir biçimde ifade edilebilir. Daha sonra protonların da birbirini ittiği ve elektronlar ile protonların birbirini çektiği ifadeleri de eklenerek kurulan sistemin içeriği genişletilip gücü arttırılabilir. İşte Lewis’e göre bilimsel yasalar basitlik ve gücün en iyi birleşimini sağlayan sistemlerde yer alan genellemelerdir. Saf altından oluşan tüm küresel cisimlerin 100.000 kg’dan az kütlesi olması bu tür bir sistemdeki diğer önermelerle bağlantılı olmadığı için yasa sayılmazken plütonyum için durum tam tersidir: plütonyumdan bir kürenin bu kütlede var olamayacağı nükleer fiziğin önermelerinden çıkarsanabilir.

Düzenlilik yaklaşımlarına yönelik bir tartışma, tümevarım yoluyla tanımlanan özelliklerin nitelikleri üzerinedir. Willard Van Orman Quine’ın “Natural Kinds” makalesinde izlediği yolu takip edersek tümevarıma yönelik iki önemli tartışmadan başlayabiliriz. Bunlardan ilki Carl Gustav Hempel’in kuzgun paradoksudur. Buna göre “Tüm kuzgunlar siyahtır” şeklindeki bir önerme mantıksal olarak “Tüm siyah olmayanlar kuzgun olmayandır” önermesine eş olduğu için siyah olmayan cisimlerin kuzgun olmadığının gözlemlenmesi ikinci önermeyi, dolayısıyla ikinciye eş olan ilk önermeyi doğrular gibi görünmektedir. Böylece tüm kuzgunların siyah olduğunu, gözlemlenen siyah olmayan ve kuzgun olmayan her nesneyle doğrulayabildiğimiz gibi garip bir sonuç ortaya çıkmaktadır. İkinci tartışma ise Nelson Goodman’ın “yevi (grue) paradoksudur. Goodman, yevi adını verdiği bir özellik tanımlar. Buna göre yevi özelliğine sahip nesneler t zamanına kadar yeşil, t zamanından sonra ise mavi olarak gözlemlenmektedirler. Dolayısıyla t zamanından önce gözlemlenmiş yeşil bir zümrüt hem “Tüm zümrütler yeşildir” önermesini hem de “Tüm zümrütler yevidir” önermesini doğrulamaktadır. Ancak bu iki önermenin de eşit derecede doğrulandığını söylemek mantıksızdır, çünkü t anından sonra zümrüdün mavi olacağını düşünmek için bir nedenimiz olmadığı gibi t zamanından sonra yapılacak olası bir gözlem için de bu iki önerme çelişkili sonuçlar vermektedir. Eğer bu iki önermeyi bilimsel olarak eşit değerde varsayarsak herhangi bir bilimsel hipotezi alıp ona tamamen keyfi bir zamanda tamamen keyfi bir değişiklik ekleyerek sonsuz sayıda “bilimsel” hipotez üretebiliriz. Bu iki önermenin arasındaki farkı açıklamak için “yevi” özelliğinin yeşil ve mavi olma özellikleri birleştirilerek oluşturulmuş sahte bir özellik olduğu savunulabilir. Ancak benzer şekilde “maşil (bleen)” özelliğini “t zamanına kadar mavi, t zamanından sonra yeşil olma” diye tanımlarsak, yeşil özelliğinin de “t zamanına kadar yevi, t zamanından sonra maşil olma” şeklinde tanımlanabildiği ve bu nedenle yeşilin de aslında yevi ve maşil özelliklerinin birleşimi olan bir özellik olduğu görülmektedir.

Quine bu tür sorunlara çözüm olarak nesnelerin doğal türler olarak sınıflandırılabileceğini savunmuştur. Quine’a göre tümevarımsal genellemeler, benzer özelliklere sahip nesnelerin kümeleri olan doğal türlere başvurdukları ölçüde geçerli olmaktadır. Ancak bu kıstasın işe yaraması için nesneleri hangi özelliklerine göre sınıflandıracağımızı zaten biliyor olmamız gerekmektedir ki onları ait oldukları doğal türle eşleştirebilelim. Bu noktada Quine önemli bir varsayım yaparak evrimsel süreçte doğal türleri ayırt etmeye yatkın olacak şekilde evrimleştiğimizi savunur. Böylece hem her özelliğin neden tümevarımsal bir akıl yürütmede kullanılamayacağı hem de bugüne kadar bilimde kullanılan tümevarımların neden genellikle geçerli olduğu açıklanabilmektedir.

Doğal türlerin varlığını kabul etmenin getirdiği bu gibi kolaylıklar birçok filozofu konu üzerinde yazmaya teşvik etmiştir. Örneğin Hilary Putnam tek bir özelliği dışında tüm özellikleri Dünya ile aynı olan bir gezegen hayal etmemizi ister. Bu gezegenin Dünya ile farklı tek özelliği su yerine, suyla tüm özellikleri aynı ancak yapısı H2O yerine XYZ olan bir sıvı barındırmasıdır. Putnam’a göre her ne kadar tüm özellikleri aynı olsa da bu sıvı su değildir, dolayısıyla suyun su olması için gerekli koşul, yapısının H2O olmasıdır. Yine Kripke benzer bir mantıkla bugüne kadar altının rengi olarak bildiğimiz rengin aslında yanılsama olduğu ortaya çıksa bile atom numarası 79 olduğu sürece altının altın olmaya devam edeceğini belirterek doğal türlerin varlığını savunmuştur.

Bu tür özcü yaklaşımların yanında gerçekliği doğal türler olarak sınıflandırmanın insan zihniyle olan bağlantısını daha fazla ön plana çıkararak farklı sınıflandırmaların mümkün olduğunu savunan uzlaşımcı görüşler de vardır. Bunlara göre, örneğin biyolojik türler farklı amaçlar ve farklı paradigmalara göre farklı şekillerde gruplandırılabilirler, dolayısıyla sınıflandırma yalnızca doğayla değil sınıflandırmayı yapan özneyle de alakalıdır. Doğal türlerin ne olduğu, bilimsel yasalarla nasıl bir ilişkileri olduğu, özelliklere indirgenebilir olup olmadıkları, birbirleri arasında bir hiyerarşi olup olmadığı gibi sorular doğal türler ile ilgili başlıca tartışma konularıdır.

Bilimsel yasalara dönersek, düzenlilik yaklaşımları dışında onlara yönelik diğer başlıca yaklaşımlar gerektirme (necessitation), karşı-olgusal (couterfactuals), eğilimsel özcülük (dispositional essentialism) ve ontolojik ilksellik (ontological primitivity) yaklaşımları olarak sıralanabilir. Özellikle David Armstrong tarafından savunulan gerektirme yaklaşımına göre doğa yasaları esasında özellikler arasındaki bir gerektirme ilişkisidir, ki bunun anlamı da özelliklerden birinin diğerine neden olması ve onunla beraber ortaya çıkmasıdır. Bu yaklaşımın, örneğin plütonyum ve altın küreler arasındaki farkı daha net ortaya koymak gibi avantajları olsa da, nedenselliğe kritik bir rol vermesi, tüm bilimsel yasalar nedensel olmadıkları için sorun yaratmaktadır. Karşı-olgusal temelli yaklaşımlarda, yasaların kaynağının yazının ilerleyen bölümlerinde daha fazla üzerinde duracağımız karşı-olgusal ilişkiler olduğu savunulur. Bu ilişkiler basitçe bir olayın gerçekleşmiş olması durumunda başka bir olayın da gerçekleşmiş olacağını belirtir. Karşı-olgusal yaklaşıma göre, örneğin ışık hızının geçilememesinin bir yasa olmasının nedeni ne tür bir yöntem denemiş olursak olalım ışık hızını aşamamış olmamızdır. Bu yaklaşım, ışık hızının geçilememesi bir yasa olduğu için ışık hızının geçilemediği şeklindeki genel kabul gören ilişkiyi tersten kurduğu için tartışmalıdır. Eğilimsel özcülük yaklaşımına göre ise özellikler aslında nesnelerin eğilimlerini ifade eder, bu eğilimler de yasaların temelinde yatar. Örneğin “elektrik yüklü olma” özelliği diğer yüklü cisimleri itme veya çekme eğiliminde olma anlamına gelir ve bu da “yüklü cisimler birbirleri üzerine kuvvet uygular” şeklindeki yasaya yol açar. Son olarak, özellikle Tim Maudlin tarafından savunulan ontolojik ilksellik yaklaşımına göre yasalar başka kavramlara indirgenemez, dolayısıyla filozoflar başka kavramlar üzerinden yasaları açıklamak yerine yasaları temel kabul edip nedensellik gibi diğer kavramları yasalar üzerinden açıklamalıdır.

Yazımızın yasalarla ilgili bölümünü sonlandırırken, bu genel hatlarıyla çizilen tablonun dışında da görüşler olduğunun altını çizmek gerekir. Örneğin Nancy Cartwright’a göre yasaları doğru önermelerden oluşan açıklayıcı genellemeler olarak görmek savunulabilir bir pozisyon değildir. Newton’un kütle çekim yasasını ele alalım. Buna göre iki cisim birbirlerini kütlelerinin çarpımıyla orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekerler. Cartwright bu yasanın istisnası olmayan bir genelleme olarak kabul edilemeyeceğini savunur, çünkü iki cisim arasındaki kuvvet sadece kütlelerine bağlı değil, örneğin elektrostatik kuvvet nedeniyle yüklerine de bağlı olacaktır. Yasaya “kütle çekim dışındaki kuvvetler ihmal edildiğinde” gibi bir şart eklenebilir, ancak o zaman da yasanın açıklayıcılığı azalacaktır çünkü sadece az sayıda, idealize edilmiş durumu açıklayabilecektir.

Nedensellik

Nedensellik kavramının metafizik tartışmalarındaki öneminden bahsettik. Doğal olarak bilimin metafiziksel incelenmesinde de nedensellik önemli bir tartışma konusudur. Tıpkı bilimsel yasalar için olduğu gibi nedensellik için de düzenlilik yaklaşımları bulunmaktadır. Nedenselliği neden ve sonuç arasındaki zorunlu bir ilişki olarak görmeyi reddeden bu tür yaklaşımların bir örneği John Mackie’nin görüşleridir. İlk olarak, Mackie’ye göre tek bir etken, bir olayın gerçekleşmesi için neredeyse hiçbir zaman yeterli değildir. Örnek olarak kısa devre sonucunda çıkan bir yangını ele alalım. Bu olayın gerçekleşmesinin önünü açan, kısa devre dışında da birçok faktör sayılabilir. Mesela olayın gerçekleştiği yerde bulunan yanıcı maddeler, havada oksijenin varlığı, yangın alarmı olmayışı gibi etkenler de yangının çıkışından sorumludur. İkinci olarak, tüm bu etkenler çoğu zaman olayın gerçekleşmesi için gerekli değildir. Yangın örneğinden devam edersek olay kısa devre yerine yanan bir mumun devrilmesiyle de gerçekleşebilir. Üçüncü olarak, diğer tüm etkenler gerçekleşse dahi, gerçekleşmediği sürece sonucun gerçekleşmeyeceği, başka bir deyişle sonucun gerçekleşmesi için gerekli olan etkenler vardır. Kısa devre böyle bir etkendir, çünkü diğer tüm koşullar sağlansa dahi kısa devre gerçekleşmediği sürece yangın çıkmaz. Dördüncü ve son olarak da tüm bu etkenlerin toplamı sonucun gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu dört ilkeden yola çıkan Mackie’ye göre nedenler, sonuç için gereksiz ama yeterli şartların, yetersiz ama gerekli parçalarıdır. Ancak çoğu zaman bu şarta uyan birden fazla “neden” bulunabilir. Mackie’ye göre bu durumda bazı faktörler arka planda doğru varsayılırken diğerleri “neden” olma adayı olarak değerlendirilir. Hangi faktörlerin nasıl konumlandırılacağı da büyük oranda koşullara göre belirlenen pragmatik bir tercihtir. Bir yangını söndüren itfaiye çalışanına yangının nedenini sorduğumuzda “ortamda oksijenin bulunması” gibi bir cevap almayız, çünkü bu, o koşullarda zaten doğruluğunu varsaydığımız bir etkendir.

Yasalar düzenlilikler olarak yorumlandığında, yasa olan ve olmayan düzenlilikleri ayırt etmekte sıkıntı yaşandığından bahsetmiştik. Aynı durum nedensellik için de geçerlidir, yani aralarında nedensel ilişki bulunmayan bazı düzenlilikleri neden-sonuç olarak sınıflandırma ihtimali vardır. Bunun yerine Lewis’in önerdiği şekilde nedenselliği karşı-olgusal ilişkilere indirgeyebiliriz. Buna göre bir olay gerçekleşirse diğeri de gerçekleşiyor, gerçekleşmezse ise gerçekleşmiyorsa ikisi arasında nedensel bir ilişki vardır. Ancak öyle durumlar vardır ki bu iki koşul sağlanmazsa bile olaylar arası neden sonuç ilişkisi olabilir. Örneğin Elif ve Salih isimli iki gencin şöyle bir oyun oynadığını düşünelim: Elif duvarın üzerinde bulunan bir bardağı kırmak için ona taş atacaktır. Eğer bardağı kıramazsa Salih bir taş atarak bardağı kırmaya çalışacaktır. Elif’in bardağı kırdığı durumda, Elif’in taş atmasının neden, bardağın kırılmasının ise sonuç olduğu açıktır. Ancak Elif’in bardağı ıskalaması durumunda Salih bardağı kırarsa ilk olay gerçekleşmemesine rağmen ikinci olay gerçekleşecektir, yani koşullardan ikincisi sağlanmayacaktır. Böylece eğer bu koşullar üzerinden nedensellik tanımlamaya kalkarsak, bardağın kırılması ile Elif’in taş atması arasında açık bir nedensel ilişki olduğu halde bunu reddetmemiz gerekmektedir.

Nedenselliğe yönelik başka bir yaklaşım sınıfı transfer yaklaşımlarıdır. Bunlara göre nedensellik bir olaydan başka bir olaya fiziksel bir niceliğin transferidir. Taş atma örneği üzerinden gidersek Elif’in taş atması ile bardağın kırılması arasındaki ilişki, Elif’ten kaynaklanan enerji ile taşın harekete geçmesi ve bardağa çarparak onu kırması şeklinde gerçekleştiği için bir neden-sonuç ilişkisidir. Bu tür yaklaşımların temel sorunu negatif nedenselliği göz ardı etmeleridir. Örneğin çiçekleri sulamayı unutmamız nedeniyle çiçeklerin solması, bizimle çiçek arasında fiziksel bir transfer olmamasına rağmen bir neden-sonuç ilişkisidir.

Son olarak nedenselliği müdahale üzerinden tanımlayan görüşler vardır. Bunlardan biri olan James Woodward’ın görüşüne göre iki olay arasındaki nedensellik ilişkisi olaylardan birine müdahale edildiğinde diğerinin değişmesi şeklinde ortaya çıkar. Örneğin ilaçlar test edilirken iki hasta grubundan birine ilaç verilirken diğerine verilmemesi ve daha sonra hastaların iyileşme oranlarının gözlemlenmesi, ilk olaya (ilaç verme) müdahale edilip ikinci olayın (iyileşme) değişiminin incelenmesidir. İlaç verilen grup iyileşirken diğer grup iyileşmiyorsa ilaç vermenin iyileşmeyle nedensel bir ilişkisi olduğu söylenebilir. Elbette bu sonuca varılabilmesi için iki grubun ilaç alıp almama dışında tüm özelliklerinin aynı olması gerekmektedir. Bu yaklaşıma yönelik en önemli eleştiri döngüsel bir akıl yürütmeye dayandığıdır: nedenselliği temellendirirken kullanılan “müdahale” kavramı nedenselliği varsaymadan anlaşılamaz.

Nedensellik üzerine tartışmalarda nedenselliği tanımlamak dışında problemler de ele alınır. Örneğin nedenselliğin asimetrik yapısı ve bunun temel fizik yasalarıyla uyumsuzluğu güncel bir tartışma konusudur. Çoğu temel fizik yasası için, eğer bir olay yasalarla uyumlu şekilde gerçekleşiyorsa, bu olayın zamanda ters çevrilmiş hali de yasalarla uyumludur (time-reversal invariance). Ancak birçok filozofa göre bu durum nedensellikle birlikte ele alındığında tutarsızlık içerir, çünkü önce neden sonra sonucun gerçekleşmesi zorunludur, yani nedensellik zamanın yönü söz konusu olduğunda, çoğu fizik yasasının aksine asimetrik bir karaktere sahiptir. Fizik yasalarıyla nedensellik arasındaki bu fark, bizi nedenselliğin temel fizikte bir rolünün olmadığı sonucuna götürebilir. Bu akıl yürütme birçok filozof tarafından farklı şekillerde eleştirilmiştir. Örneğin Tim Maudlin’e göre bütün fizik yasaları bu tür bir simetriye sahip olmadığı için bu sonuca varılamaz.

Eğilimler, Karşı-Olgusal Durumlar ve Zorunluluklar

Mantıksal pozitivizmde anlamlı olmanın gözlemlenebilir olmayla ilişkili olarak ele alındığından bahsettik. Bu yaklaşım bilimde sıkça kullanılan eğilimsel özellikler (dispositional properties) göz önünde bulundurulduğunda çıkmaza girmektedir. Belirli bir renge veya şekle sahip olmak gibi kategorik özelliklerden farklı olarak eğilimsel özellikler, belirli koşullarda, bir etki tarafından tetiklenmeye bağlı olarak ortaya çıkan özelliklerdir. Örneğin tuzun suda çözünürlüğü yalnızca tuz suya atıldığında gözlemlenebilir, dolayısıyla eğilimsel bir özelliktir. Bu özelliklerin doğrudan gözlemlenememesi nedeniyle mantıksal pozitivistler onları gözlemlenebilir önermeler olarak ifade etmenin yollarını aramıştır. Bu yollardan biri eğilimsel özellikleri koşullu önermeler şeklinde ifade etmektir. Buna göre, örneğin tuzun suda çözünürlüğü şu şekilde ifade edilebilir: her ne zaman ki tuz suya eklenir, o zaman tuz çözünür. Bu ifade tuzun suya eklenmesi ve tuzun çözünmesi olaylarının mantıksal “ise” bağlacı kullanılarak birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Ancak bu yaklaşım büyük bir sorunu beraberinde getirir. Bir kibritin suda çözünür olup olmadığını sorguladığımızı varsayalım. Daha önce hiç suya atılmamış bu kibriti yakarsak eğer, gelecekte de kibritin suya atılma ihtimalini ortadan kaldırmış oluruz. Dolayısıyla test etmek istediğimiz “her ne zaman ki bu kibrit suya atılır, o zaman bu kibrit çözünür” önermemizin ilk kısmı yanlış olacaktır. Mantıksal “ise” bağlacının özelliği gereği ilk önerme yanlışsa, ikinci önermenin ne olduğu fark etmeksizin birleşik önerme doğru olur. Bu durumda kibritin, hiçbir zaman suya atılmadığı ve gelecekte de atılamayacağı için suda çözünür olduğunu kabul etmemiz gerekecektir, ki bu da sağduyuya aykırı bir durumdur.

Mantıksal pozitivistlerin eğilimsel özellikleri yorumlamaya yönelik bu ve benzeri çabaları tatmin edici bir sonuca varmayınca, bu özelliklere yönelik, katı empirik test zorunluluğunu gevşeterek metafiziğe kapı aralayan yaklaşımlar zorunlu hale gelmiştir. Daha önce de değindiğimiz karşı-olgusal analizler bu tartışmalarda önemli bir yer tutmaktadır. Kibritin çözünürlüğü örneğinden devam edersek, koşullu önerme ile ifade ettiğimiz durum, karşı-olgusal olarak şu şekilde düzenlenebilir: eğer kibrit suya atılmış olsaydı çözünürdü. Bu tür karşı-olgusal ifadelerin doğruluk değerlerine öncül ve sonucun doğruluk değerleri belirlenerek ulaşılamaz, çünkü çoğu zaman öncül de sonuç da yanlıştır, ancak birleşik ifade doğru da yanlış da olabilir. Bu nedenle bu tür ifadelerin doğruluğuna karar verebilmek için daha farklı yaklaşımlar önerilmiştir. Örneğin Nelson Goodman ve Roderick Chisholm’a göre karşı-olgusal ifadelerin doğrulukları doğa yasalarına ve arka plandaki koşullara bağlıdır. Eğer doğa yasaları ve arka plandaki koşullar karşı-olgusal ifadede belirtilen şartla birlikte yine karşı-olgusal ifadede belirtilen sonucu doğuruyorsa ifade doğrudur.

Karşı-olgusal ifadelere yönelik önemli bir yaklaşım da David Lewis’in mümkün dünyalar (possible worlds) yaklaşımıdır. Lewis’e göre içinde yaşadığımız gerçeklik mümkün gerçekliklerden yalnızca bir tanesidir. Örneğin bizimkinden tek farkı David Lewis’in doğmamış olması veya benim bu yazıyı yazmamış olmam olan mümkün dünyalar göz önünde bulundurulabilir. Bazı mümkün dünyalar bizimkine diğerlerinden daha çok benzemektedir. Mesela benim bu yazıyı yazmadığım bir gerçeklik, tüm fizik kurallarının farklı işlediği bir gerçekliğe kıyasla bizim gerçekliğimize daha benzerdir. Karşı-olgusal ifadelerin doğruluğu değerlendirilirken ifadede geçen mümkün dünyanın bizim gerçekliğimize ne kadar benzediği göz önünde bulundurulmalıdır. O1 ve O2 olayları arasındaki karşı olgusal ilişkiyi incelediğimizi varsayalım. Buna göre karşı-olgusal ifademiz “O1 gerçekleşmiş olsaydı O2 gerçekleşirdi” şeklinde olacaktır. Bu ifadenin doğruluğunu belirlemek için O1 ve O2’nin birlikte gerçekleştiği mümkün dünyalar ile O1’in gerçekleşip O2’nin gerçekleşmediği mümkün dünyaları göz önünde bulundurup hangi mümkün dünyaların bizim gerçekliğimize daha benzer olduğunu belirlememiz gerekecektir. Eğer O1 ve O2’nin gerçekleştiği mümkün dünyalar diğer mümkün dünyalara göre bizim gerçekliğimize daha benzer ise bu durumda karşı-olgusal ifade doğru olmaktadır.

Mümkün dünyalar, karşı-olgusal ifadelerin değerlendirilmesini mümkün kılmanın yanında zorunluluk ve olanaklılık kavramlarına yönelik bir anlayış da sağlamaktadır. Carnap tarafından ortaya atılan yaklaşıma göre bir ifadenin zorunlu olması tüm mümkün dünyalarda doğru olması, olası olması en az bir mümkün dünyada doğru olması, imkânsız olması ise hiçbir mümkün dünyada doğru olmaması olarak düşünülebilir.

Mümkün dünyalar yaklaşımı metafizik açısından kullanışlı bir araç olsa da birçok problemi de beraberinde getirmektedir. Mümkün dünyaların gerçek olup olmadığı, bizimki dışındaki mümkün dünyaların bilgisine nasıl erişebileceğimiz gibi sorular tartışmaya açıktır.

İndirgeme ve Beliriş

Son olarak bilimin metafiziğinin geleneksel metafiziğe en yakın olduğu konulara değineceğiz. Metafizikçilerin uzun zamandır üzerinde kafa yordukları gerçekliğin nasıl sınıflandırılabileceği sorusuyla ilişkili olan hangi varlıkların asli, hangilerinin bu asli varlıklardan türemiş ikincil nesneler olduğu, varlıklar arasındaki hiyerarşinin niteliği ve gerçekliğin en temelinde nasıl bir yapının var olduğu tartışmaları bilimsel kuramlarla ilişkili olduğu için bilimsel kavramların da analizini içermekte ve bilimin metafiziğinin inceleme alanına girmektedir.

Varlıklar arasındaki bu tür hiyerarşik ilişkilerden biri indirgemedir (reduction). Asimetrik bir ilişki olan indirgemede bir nesnenin başka nesnelerden oluşması veya başka nesnelerle açıklanabilmesi, daha asli nesnelerin bir şekilde incelenen nesneye karşılık gelmesi söz konusudur. Bilimsel kuramlar söz konusu olduğunda iki tür indirgemeden söz edilebilir: bilimsel teorilerin birbirlerine indirgenmesi ve kuramlarda kullanılan varlıkların veya süreçlerin birbirlerine indirgenmesi. İlk tür indirgemede üst düzey kuramların daha alt düzey, asli kuramlara indirgenmesi söz konusudur. Örneğin kimya kuramlarının fizik kuramlarına indirgenip indirgenemeyeceği, eğer indirgenebiliyorsa bunun tüm kimya kuramları için geçerli olup olmadığı tartışmalarında bu tür bir indirgeme göz önünde bulundurulur. Bu tartışmalar bilimin birliği (unity of science) görüşüyle ilişkilidir. Eğer tüm bilimsel kuramlar daha basit kuramlara indirgenebiliyorsa, bu durumda bilimin bir bütün olduğu ve tüm bilimsel kuramların esasında temel fizik kuramlarından türediği söylenebilir. Oppenheim ve Putnam gibi bazı filozoflara göre buna benzer bilimin birliği yaklaşımları gerçek bilimden ziyade ideal bilimi ve bu ideale ulaşmak için gösterilen çabayı ifade eder. Mantıksal pozitivistler bu çaba sonucunda bilimin birliği idealine yaklaşmayı bir tür ilerleme olarak görmüşlerdir, çünkü onlara göre geçmişte farklı kuramlarla açıklanabilen olguların şimdi daha temel tek bir kuram ile açıklanabilmesi, başka bir deyişle daha temel bir kurama indirgenmesi, söz konusu kuramın kapsamının daha geniş ve açıklama gücünün daha fazla olduğunun göstergesidir. Bu tür indirgeme yaklaşımlarından en etkili olanı Ernest Nagel’in görüşleridir. Nagel’e göre indirgeme bir tür açıklamadır ve bir teorinin deneysel yasalarının daha temel bir teorinin teorik yasalarından mantıksal olarak türetilmesiyle gerçekleşir. Teoriler arası bu tür bir indirgeme için iki şart vardır. İlk olarak birincil teorinde yer alıp ikincil teoride yer almayan kavramlar ile ikincil teoride yer alıp birincil teoride yer almayan kavramlar arasında bağlantılar kurulabilmelidir. Örneğin termodinamikte yer alan “ideal gazın sıcaklığı” kavramı istatistiksel mekanikteki “gazın ortalama kinetik enerjisi” kavramıyla bağlantılıdır. İkinci şart ise ikincil teorinin birincil teoriden mantıksal olarak türetilebiliyor olmasıdır. Örneğin ışığın dalga teorisi, daha sonra ortaya atılan Maxwell’in elektromanyetik teorisinden mantıksal olarak türetilebilmektedir.

İkinci tür indirgeme birincisiyle yakından ilişkilidir: Bir bilimsel teori diğerine indirgenirken, bu teoride yer alan varlıkların da diğerinde yer alan varlıklara indirgenmesi kaçınılmazdır. Bunun ilk akla gelen örneği makro nesnelerin moleküllere, atomlara ve atom-altı parçacıklara indirgenmesidir. Tüm nesnelerin bu şekilde en temel parçacıklara indirgenip indirgenemeyeceği tartışmalıdır. Bazı filozoflara göre beliren özellikler (emergent properties) nedeniyle bu tür bir indirgeme yapılamaz çünkü bu özellikler daha temel bileşenlerde yer almaz veya salt onların etkileşimi ile ifade edilemezler. Bu yaklaşıma güçlü belirme (strong emergence) yaklaşımı denirken beliren özelliklerin tamamen temel düzeydeki nesneler tarafından belirlendiği, dolayısıyla bu özelliklere rağmen tüm gerçekliğin temel fiziğe indirgenebileceği görüşüne zayıf belirme (weak emergence) yaklaşımı denir. Özellikle zihin ile beden arasındaki ilişkiyi sorgulayan filozoflar için bu ayrım önemlidir ve zihni sinir sistemindeki fiziksel olaylara indirgeme üzerine tartışmalar zihin felsefesinde önemli bir yer işgal etmektedir.

Sonuç

Bilim ile ilgili kavramları açıklığa kavuşturmayı amaçlayan bilimin metafiziği birçok güncel tartışmayı barındıran canlı bir felsefe dalı olmayı sürdürmektedir. Bu yazıda son derece geniş kapsamlı olan bu alandan bazı öne çıkan tartışma konuları genel hatlarıyla sunulmaya çalışılmıştır. Tüm bu anlatılanlar hem geleneksel metafizik tartışmalarıyla, hem bilim felsefesindeki diğer konularla, hem de spesifik bilim dallarının felsefeleriyle (fizik felsefesi, kimya felsefesi vb.) yakın ilişkide olmakla kalmayıp tartışma konuları bakımından birçok noktada bu alanlarla kesişmektedir. Bilimin metafiziği bilimde kullanılan kavramları ele almasıyla geleneksel metafizikten, metafiziğe odaklanmasıyla bilim felsefesindeki diğer konulardan, tüm bilim dallarında ortak olarak içerilen kavramları incelemesiyle de spesifik bilim dallarının felsefelerinden ayrışmakta ve bilimi en temel düzeyde anlama çabamızda bize yol göstermektedir.


Kaynaklar ve İleri Okuma

  • Armstrong, D. M. 1983. What Is a Law of Nature? Cambridge: Cambridge University Press.
  • Balashov Y. and Rosenberg A. 2002. Philosophy of Science: Contemporary Readings. London: Routledge.
  • Carnap, R. 1936. “Testability and Meaning.” Philosophy of Science 3: 419–471 and 4: 1–40.
  • Cartwright, N. 1983. How the Laws of Physics Lie. Oxford: Oxford University Press.       
  • Chisholm, R. 1946. “The Contrary-to-Fact Conditional.” Mind 55: 289–307.
  • Dilworth, C. 2006. The Metaphysics of Science: An Account of Modern Science in terms of Principles, Laws and Theories. Dordrecht: Springer.
  • Goodman, N. 1947. “The Problem of Counterfactual Conditionals.” Journal of Philosophy 44: 113–128.
  • Goodman, N. 1955. Fact, Fiction, and Forecast. Cambridge: Harvard University Press.
  • Humphreys, P. 2016. The Oxford Handbook of Philosophy of Science. New York: Oxford University Press.
  • Kripke, S. 1980. Naming and Necessity. Oxford: Blackwell.
  • Lewis, D. K. 1973a. Counterfactuals. Oxford: Blackwell.
  • Lewis, D. K. 1986. On the Plurality of Worlds. Oxford: Blackwell.
  • Mackie, J. L. 1965. “Causes and Conditions.” American Philosophical Quarterly 2: 245–264.
  • Maudlin, T. 2007. The Metaphysics within Physics. Oxford: Oxford University Press.
  • Nagel, E. 1961. The Structure of Science: Problems in the Logic of Scientific Explanation. New York: Harcourt, Brace & World.
  • Oppenheim, P. and Putnam, H. 1958. “Unity of Science as a Working Hypothesis”. In H. Feigl, M. Scriven, and G. Maxwell (eds.) Concepts, Theories, and the Mind-Body Problem. Minneapolis: University of Minnesota Press, 3–36.
  • Putnam, H. 1975. “The Meaning of ‘Meaning.” Minnesota Studies in the Philosophy of Science 7: 131–193.
  • Quine, W. V. O. 1948. “On What There Is.” In From A Logical Point of View, 1953, 1–19. Cambridge: Harvard University Press.
  • Quine, W. V. 2023. Ontolojik Görelilik ve Diğer Makaleler: Neyin Varolduğu Üzerine. İstanbul: Dergâh Yayınları
  • Rosenberg, A. 2015. Bilim Felsefesi: Çağdaş Bir Giriş. Ankara: Dipnot Yayınları.
  • Schrenk, M. 2017. Metaphysics of Science: A Systematic and Historical Introduction. London: Routledge.
  • The Internet Encyclopedia of Philosophy (IEP), “Metaphysics of Science”. Erişim: 14 Ekim 2023. https://iep.utm.edu/met-scie/
  • Woodward, J. 2003. Making Things Happen: A Theory of Causal Explanation. Oxford: Oxford University Press.

Not: İngilizce ifadelerin Türkçe karşılıkları için https://logos.bilkent.edu.tr/ sitesindeki felsefe sözlüğünden yararlanılmıştır. Erişim: 14 Ekim 2023.


Yazar: Yalın Başay

Site Editörü: Taner Beyter

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Sistemik Irkçılık Argümanı Özgür İradeyi Yok Sayıyor – Anders Koskinen

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü