Muhakkak hayatınızın bir döneminde, taraflardan birinin “doğruya yanlışa kim karar verecek ki zaten” demesiyle sonuçlanan bir siyasi ya da ahlaki tartışmada bulunmuşsunuzdur. Diğer bir deyişle, sohbet objektif doğruların ve yanlışların olduğu fikrinin kendisinin sorgulandığı bir noktaya varmıştır.
Belli fiil ve davranışları doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü yapan şeyin ne olduğu ya da böyle bir şeyin olup olmadığı sorusu, ahlak felsefecilerinin de tartışmaya devam ettiği bir konudur. Ve bence bu tartışmanın sosyalistler için önemli sonuçları var. Çünkü 1) siyasi projemizi neyin haklı kıldığı, 2) ona olan bağlılığımızı bu kadar düşük bir başarı şansına karşın neyin ayakta tuttuğu, 3) sosyalizmi kazanma amacının peşinden giderken hangi vasıtaları kullanmanın mümkün olduğu meselelerinin tam da merkezine temas ediyor.
Bu yazıda bu konuda benimsenebilecek farklı felsefi pozisyonları izah edip bütün bunların sosyalistler için neden önemli olduğuna biraz değinmek istiyorum. Gelecekteki yazılarımda farklı pozisyonlar, bu pozisyonların yukarıdaki üç soruyu nasıl etkiledikleri ve sosyalistlerin hangi görüşü benimsemesi gerektiğini düşündüğüm hakkında daha çok şey söylemeyi planlıyorum.
Rölativistler, Anti-Rölativistler Ve Nihilistler
Objektif ahlaki hakikatlerin olup olmadığı veya varsa neden var oldukları sorusuna verilen bir dizi nüanslı ve karmaşık cevap vardır. Basit olmak adına, verilen cevapları üç büyük kampa ayırabiliriz.
Bu kamplardan ilki, rölativisttir.[1] Doğru ve yanlışa dair objektif olgular olmadığını, bir eylemi doğru ya da yanlış yapan şeyin insanların ona dair ne düşündükleri ya da hissettikleri olduğunu söyler. Örneğin eğer işkenceye karşı güçlü bir tiksinti duyuyorsam, bu işkencenin benim bakış açımdan yanlış olduğu ya da “benim için yanlış” olduğu manasına gelir. Rölativistler, işkencenin mutlak surette yanlış olduğunu söyleyebileceğimiz fikrini reddederler.
Bazı rölativistler ahlakın bireysel inanç ya da tercihlere değil, kültürlere göreli olduğunu savunur. Bu görüşe göre, önemli olan bütün bir kültürel grubun bir eylemi doğru veya yanlış olarak değerlendirip değerlendirmediğidir. Örneğin belli bir kültür evlilik öncesi cinsel ilişkiyi ahlaken yanlış kabul ediyorsa, o halde bu o kültürün perspektifinden, ya da o kültürün mensupları için yanlıştır.
Bence bugünün pek çok liberali ve solcusu bir tür rölativisttir. Ya da en azından, arkadaşlarım ve yoldaşlarımla yaptığım ve objektif doğruluk ve yanlışlık yargılarında bulunup bulunamayacağımıza dair şüpheci sorularla biten pek çok sohbete bakılacak olursa, öyle olduklarını düşünmektedirler. Bu modern filozoflar arasında da epey yaygın bir görüştür. Richard Rorty yakın tarihli bir örnektir. Daha tartışmalı bir şekilde Michel Foucault da dahil olmak üzere postmodern filozoflar ve Friedrich Nietzche sıklıkla rölativist olarak okunurlar. Karl Marx da bir tür ahlaki rölativizmin savunucusu olarak görülebilir(buna daha sonra tekrar geleceğiz).[2]
İkinci kamp, anti-rölativisttir.[3] Doğru ve yanlışa dair nesnel olguların bulunduğunu, bunların insanların ne düşündüğünden bağımsız, biraz matematiksel ya da mantıksal hakikatlere benzeyen şeyler olduğunu söyler. 2+2=4 ifadesi, siz ya da bir başkası ona inansın ya da inanmasın, doğru bir ifadedir; anti-rölativist aynı şeyin “işkence yanlıştır” gibi iddialar için de doğru olduğunu söyler.
Anti-rölativizm bugün daha az öne çıkan savunucuya sahiptir, ancak Platon ve Aristo’dan John Locke, Immanuel Kant ve John Stuart Mill’e Batı kanonundaki çoğu büyük ahlak felsefecisi anti-rölativistti. Bu görüş, dindar filozoflar ve ilahiyatçılar arasında yaygındır. Güncel ve çağdaş solcu filozoflardan anti-rölativizmi benimseyenlerden bazıları Jürgen Habermas, G. A. Cohen ve Norman Geras’dır. Çağdaş sağ siyaset üzerinde (ve bazı solcular üzerinde de) büyük bir entelektüel etkide bulunan ama kendi siyasi görüşlerini net olarak tarif etmek biraz daha zor olan Alasdair Macintyre’ın da bir anti-rölativist olduğunu söylerdim.
Üçüncü kamp, nihilisttir.[4] Ahlakın bir kurgu ya da illüzyon olduğunu, hiçbir şeyin gerçekten iyi veya kötü, doğru ya da yanlış olmadığını söyler. Marx da bu şekilde okunabilir(her ne kadar ben bunun kötü bir okuma olduğunu savunsam da). Ahlak felsefecileri arasında hiç de yaygın bir görüş değildir ama zaman zaman kurgu eserlerde karşımıza çıkar. Ve muhafazakar dindar filozoflar bazen eğer tanrıya inanmıyorsanız mantıken bir nihilist olmak zorunda olduğunuzu iddia ederler. Fyodor Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’indeki Dmirti Karamazov kardeşlerinin ifade ettiği gibi: “Ama insanlara ne olacak o halde … Tanrı ve sonsuz hayat olmadan? Her şeye müsaade var o halde, istediklerini yapabilirler yani?”
Anti-Rölativizm İçin Sosyalist Bir Savunu
Bütün bunlar niye önemli? Pek az pratik ehemmiyeti olan gözden uzak bir akademik tartışma gibi görünebilir, ama hemen herkesin doğru ve yanlışla alakalı tartışmalarında bu kadar sıklıkla gündeme geliyor olması konuya olan ilginin akademinin sınırlarını aştığına işaret ediyor. Ama bence sosyalistlerin bu meseleye özel bir dahli var. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu konuyu önemsememiz için birkaç büyük gerekçe mevcut.
Şimdilik yalnızca biriyle başlayacağım. Rölativizm ve anti-rölativizm(ve de nihilizm) arasındaki tartışma, en başta neden sosyalizm için mücadele ettiğimiz sorusunun cevabını vermek bakımından önemlidir. Bazıları, bizlerin –geniş anlamıyla işçi sınıfının, hatta genel olarak insanlığın- sosyalist bir topluma ulaşmakta maddi bir çıkarı olduğu için sosyalist olduğumuzu söyler. Eğer toplumun kaynakları ve boş zaman daha eşit bir şekilde paylaşılsaydı, hayatlarımız daha kolay ve daha tatmin edici olurdu.
Daha önce de belirttiğim gibi (burada) ben bunun kendi başına pek ikna edici bir cevap olduğunu düşünmüyorum:
Resmin bütününe bakıldığında ve “uzun vadede” işçi sınıfının çıkarlarına en iyi sosyalizm hizmet edebilir. Ancak hemen şimdi ve burada bireysel bir işçi için çıkarlarını savunmanın tek yolu sosyalizmi inşa etmek üzere örgütlenmek değildir. Bunun için bireyci stratejiler belirleyebilir, kolektif eylemlilik yerine “etliye sütlüye bulaşmamayı”, çok çalışmayı ve cimrice davranarak para biriktirmeyi tercih edebilirler. Sıklıkla da böyle yaparlar. Ya da kolektif örgütlenmelerini daha yerel ve kabileci bir temelde iktisadi kaynakları ve fırsatları kendi ellerinde biriktirmek için gerçekleştirebilirler – örneğin farklı ırklardan, etnisitelerden ya da cinsiyetlerden işçilerin belli işleri almasına mani olarak.
Benim kanaatime göre, sosyalizm için mücadele etme sebebimiz yalnızca sosyalizmin işçilerin çıkarına olması değil, sosyalizmi kazanmanın işçilerin ve daha dolaylı olarak tüm insanlığın çıkarlarını ilerletmenin ahlaken en iyi yolu olduğunu düşünmemiz olmalıdır. Ama bunu destekleyebilmek için ahlakın gerçek olduğunu ve doğru ile yanlış, adalet ile adaletsizlik, iyi ile kötü hakkında az çok nesnel bir fikrimiz olduğunu düşünmemiz gerekir.
Gelecek yazılarımda ahlakın gerçek olduğunu düşünmemiz için iyi sebepler olduğunu ve bu konuda anti-rölativist olmamız gerektiğini savunmayı umuyorum. Bunun, devasa zorluklar ve geri adımlar karşısında sosyalist bir siyasal projeye olan bağlılığımızı sürdürmek ve projemizin bozularak geçmişte solcuların düştüğü bazı ahlaki canavarlıklara –örneğin Stalinizme- benzer bir şeye dönüşmemesini güvence altına almak adına önemli bir şey olduğuna sizi ikna etmeye çalışacağım.
Dipnotlar
- [1] Basit olması adına burada akademik filozofların kullandığı tipik terminolojiden ayrılıyorum. Onlar genellikle ahlakın bir bireyin şahsi tavırlarına bağlı olduğunu düşünenlere sübjektivist derler; kültürel rölativizm ise ahlakın bir kültüre göreli olduğunu düşünenlere yakıştırılan terimdir. Her iki görüş de genellikle anti-realizmin, yani ahlaki olguların bir anlamda “gerçek olmadığı”, ya da doğa ile alakalı (dünya yuvarlaktır) veya matematikle alakalı(2+2=4) olgulardan daha az gerçek olduğu görüşünün birer versiyonu olarak tasnif edilir. Rölativizmin yakın bir akrabası da Dışavurumculuktur (ekspresivism): kabaca, ahlaki yargılar olgusal önermelerden ziyade arzuların ya da hislerin ifadeleridir diyen görüş. Biraz “ah!” ünleminin acı ifadesi olması gibi. Dışavurumcular için “işkence kötüdür” demek, biraz “ıyy, işkence!” demeye benzer.
- [2] Jean-Paul Sartre ve Simon De Beauvoir gibi varoluşçular, en azından kariyerlerinin belli noktalarında, ahlakın bireysel tercih meselesi olduğunu savundular. Fakat aynı zamanda, paradoksal şekilde, bireysel tercihin taşıdığı değerin herkesi insan özgürlüğüne saygı duymayı temel bir ahlaki değer olarak benimsemeye yöneltmesi gerektiğini de savundular. Bu görüş, Immanuel Kant’ın etiğinin Christine Korsgaard tarafından son birkaç on yılda savunulan yorumuyla pek çok ortak noktaya sahiptir.
- [3] Akademik felsefe dilinde bu tür görüşlere genellikle objektivist ya da realist denilir. Net olmak gerekirse, hemen hemen tüm anti-rölativistler belli bir derecede göreliliği kabul ederler. Ahlaki normların tam olarak nasıl biçimlere bürüneceği, kültürel bağlama ve bireylerin özgül koşullarına göre çeşitlilik gösterecektir. Örneğin, dürüst olmamaya karşı evrensel bir ahlaki norm olabilir fakat neyin “dürüst olmamak” kabul edileceği bir kültürel bağlamdan diğerine epey çeşitlilik gösterebilir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin pek çok yerinde insanlar “Nasıl gidiyor?” gibi selamlama cümlelerine doğrudan bir cevap beklemezler ve korkunç hissediyor olsanız dahi “İyi gidiyor” dediğiniz için sizi dürüst olmamakla itham etmezler.
- [4] Filozoflar bazen bu tür görüşlere ahlakın hata teorisi ya da ahlaki kurguculuk derler.
Nick French – “Moral Relativism, Anti-Relativism, and Democratic Socialism“, (Erişim Tarihi: 22.01.2025)
Çevirmen: Ege Aydın
Editör: Taner Beyter