//

İşçi Sınıfı Kimdir? Ücretliler Ve Diğer Emekçiler – Marcel van der Linden

Giriş

‘İşçi sınıfı’ kavramı Batı Avrupa’da on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmış ve ilk başta özellikle çoğul olarak kullanılmıştır. ‘İşçi sınıfları’, el emeğine dayalı işlerde ücret karşılığı çalışan tüm insanları kapsıyordu. Sanayi kapitalizminin yükselişi ve manüfaktür ve fabrikaların eşzamanlı büyümesi nedeniyle muhtemelen bu terim, ev hizmetçileri, gündelikçiler ya da kalfalar arasında sayılabilecek yeni ücretli çalışan grupları ortaya çıktığında kullanılmaya başlandı.

‘İşçi sınıfı’ teriminin kesin anlamı tartışmalıdır. Bazıları kol emeğine vurgu yaparken, daha geniş yorumlar da ileri sürülür. Nadiren de olsa, alt düzey beyaz yakalı çalışanlar işçi sınıfına dahil edilir, bazen de üst düzey yöneticiler hariç tüm ücretlilerin işçi sınıfına ait olduğu görüşü savunulur. Bununla birlikte, yakın zamana kadar kullanılan tüm işçi sınıfı tanımlarının üç ortak yönü vardır. Birincisi, işçi sınıfı üyelerinin asgari bir ortak özelliğe sahip olduğunu, yani hayatta kalmak için ücrete bağımlı bulunduğunu, diğer gelir kaynaklarının ise ya hiç olmadığı ya da çok daha az önemli olduğunu varsayar. İkincisi, işçilerin prensipte işçi sınıfına ait olan ailelerin de bir parçası olduğu (genellikle örtük) varsayımını içerir. Bazen tüm hanenin gelirini kazanan bir erkek olduğu, ailenin diğer üyelerinin ise en fazla geçimlik işlerde çalıştığı ifade edilir; bazen de diğer aile üyelerinin de hane gelirine katkıda bulunabileceği kabul edilir. Üçüncü olarak tüm tanımlar, işçi sınıfının diğer toplumsal sınıfların, özellikle de işverenlerin (‘kapitalistler’), serbest meslek sahiplerinin, özgür olmayanların ve sözde ‘lümpen proleterlerin’ (dilenciler, hırsızlar, vs.) yanında ya da karşısında olduğunu varsaymıştır. Son yıllarda bu varsayımların bazı unsurları sorgulanmaktadır. Giderek artan sayıda akademisyen bir köylü ailesinin işgücünü, toprak sahibinin ise toprağı ve üretim araçlarını sağladığı ve gelirlerin aralarında bir formüle göre paylaşıldığı ortakçılıkta (sharecropping) olduğu gibi, işçilerin ‘gizli’ ücretler kazanabileceğini savunur. Ya da resmi olarak çalışanı olmasa bile gerçekte çoğu zaman fiili işverenleri sayılabilecek belirli bir müşteriye bağımlı olan serbest meslek sahipleri başka bir örnektir. Buna ek olarak, ‘özgür olmayan’ ve ‘özgür’ işçiler arasındaki sınırlar genellikle varsayıldığı kadar net değildir.

Tüm bu tanımlar yapısal, sosyal-ekonomik özellikleri vurgulamaktadır. Ancak işçi sınıfının, kültür, zihniyet ve kolektif eyleminde gösterdiği gibi öznel bir yanı da vardır. Etkili İngiliz tarihçi E.P. Thompson, ‘sınıfı’ bu sosyo-ekonomik özelliklerden ortaya çıkan bir deneyim sonucu olarak değerlendirmiştir. “Sınıf”, der Thompson “birtakım insanlar (paylaşılan ya da tevarüs edilen) ortak deneyimlerin sonucu olarak aralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman oluşur.” (Thompson 1963: 8-9). ‘Sınıfın oluşum’ biçimleri büyük farklılıklar gösterebilir ve öngörülemez: “Benzer deneyimleri yaşayan benzer meslek gruplarının tepkilerinde bir mantık görebiliriz ama bundan herhangi bir yasa çıkaramayız. Sınıf bilinci değişik zamanlarda ve yerlerde aynı şekilde ortaya çıkar ama hiçbir zaman tam tamına aynı şekilde değil” (Thompson 1963: 9).

Bu bölümde, işçi sınıfı oluşumu ve direniş süreçlerine ilişkin yeni kavrayışlardan bazıları tartışılacaktır.

Oluşum

Yirmi birinci yüzyılın başlarında ücretli emek, muhtemelen (ev içi geçimlik emeğin ardından) en yaygın ikinci çalışma biçimi haline gelmiştir. Ancak ücretli emek yakın geçmişe ait bir olgu değildir. Ücretli emek binlerce yıldır az ya da çok düzensiz olarak sürdürülmektedir. Başlangıçta, gezici zanaatkârların çalışması, askeri hizmet ya da hasada yardım gibi kalıcı niteliği olmayan iş faaliyetleriyle ilgiliydi. Yeni Ahit, ‘bağına işçi tutmak için sabah erkenden dışarı çıkan ev sahibi’ (Matta 20) hakkındaki benzetme ile geçici ücretli işçiliğe iyi bir örnek sunmaktadır.

Modern ücretli emeğin özelliği sadece toplumsal olarak baskın bir olgu haline gelmesi değil, aynı zamanda ücretli çalışanların nispeten büyük bir kısmının genellikle yıllarca, hatta bazen bir ömür boyu süren uzun vadeli işlere sahip olmasıdır. Bu tarihsel değişim, on beşinci yüzyıldan itibaren Kuzey Atlantik bölgesinde başlayarak ve daha sonra dünyanın diğer bölgelerine yayılarak kademeli veya daha hızlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu gelişmenin arka planında, diğerlerinin yanı sıra, kapitalist üretim ve dağıtımın yükselişi, ekonomik ve toplumsal hayata daha güçlü bir şekilde müdahale eden devlet aygıtlarının büyümesi ve artan nüfuslar yer almıştır. Bu süreçler bölgesel, ulusal ve uluslararası emek piyasalarının ve yeni toplumsal eşitsizlik biçimlerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.

Bu eğilimler her zaman artan sayıda ücretli işçiye yol açmadı (on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda köleliğin yoğunlaşması da buna eşlik etti), ancak uzun vadede giderek daha fazla ailenin hayatta kalmak için bir ücrete bağımlı olması anlamına geldi. Bu ‘proleterleşme’, dünya nüfusunun giderek artan bir bölümünü tek tür gelire bağımlı olmaya zorladı ve dolayısıyla toplumsal olarak savunmasız hale getirdi:

Bu tür işçiler için fırsatlar veya riskler piyasalar ve piyasa değişiklikleri tarafından belirlenir. Kullandıkları aletlere, işledikleri hammaddelere ya da ürettikleri ürünlere sahip değillerdir. Yaptıkları iş, tüm bunlara sermaye biçiminde sahip olan ve bu temelde onları istihdam eden ve yönlendiren (genellikle yöneticiler, denetçiler veya diğer aracılar vasıtasıyla) kişiler tarafından belirlenir. Ücretli işçiler ve işverenler arasındaki ilişki, ekonomi dışı bir zorlama ya da geleneğe değil, her iki tarafça da feshedilebilen bir mübadele sözleşmesine (ücret karşılığı çalışma) dayanır (Kocka 1986: 282)

Bu şekilde ortaya çıkan büyük ücretli işçi grubunun parçaları, ortak çıkarlar, deneyimler, görüşler, korkular ve beklentiler temelinde kolektif kimlikler geliştirir. Bu kolektif kimlikleri sosyalleşme, dini ritüeller ya da karşılıklı yardım örgütlenmeleri gibi çeşitli şekillerde ifade ederler. Nadiren de olsa bu yeni kimlik, işçilerin çıkarlarının farklı olduğu ve çoğu zaman işverenlerin çıkarlarına karşıt olduğu bilincine dayanan, yeni gelişen bir sınıf bilincinin de ifadesidir. Böyle bir bilincin ortaya çıkıp çıkmayacağı ve tam olarak hangi biçimleri alacağı her zaman koşullara bağlıdır ve önceden tahmin edilemez.

Bazı durumlarda sınıf bilinci daha militan bir hal alır çünkü işçi grupları benimsedikleri ortak çıkarları ekonomik ya da siyasi eylemler yoluyla devlete ya da işverenlere karşı savunmaya çalışır. Çıkarları için verdikleri bu mücadeleyi desteklemek amacıyla sendikalar, siyasi partiler ve hatta bazen paramiliter birimler gibi farklı türde örgütler kurabilirler. Burada da bunun her türlü farklı şekilde gerçekleşebileceği ve bir çıkar çatışmasının içeriğinin büyük farklılıklar gösterebileceği doğrudur. Bu tür çıkar grupları nadiren tüm işçileri birleştirmeye çalışır; daha çok cinsiyet, etnik köken, milliyet, eğitim vb. nedenlerle sınıfın bazı kesimlerini dışlarlar.

‘Çevresel’ İşçi Sınıfları

Son yıllarda, işçi sınıfının geniş ve kapsayıcı bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunan sesler giderek artmaktadır. ‘Klasik’ ücretliler ile diğer bazı ikincil gruplar arasındaki ayrımlar gerçekten de çok incedir. Gördüğümüz gibi her türlü ‘gizli’ ücretli emek biçimi mevcuttur. İşçi sınıfının sınırlarının bu şekilde göreceli hale gelmesi, son zamanlarda tarihçileri işçi sınıfını yeniden tanımlamaya itmiştir; öyle ki köleler ve diğer özgür olmayan işçiler de tıpkı görünüşte ‘bağımsız’ serbest meslek sahipleri gibi, işçi sınıfına dahil edilebilmektedir (van der Linden 2008). Örneğin Peter Linebaugh ve Marcus Rediker gibi tarihçiler, erken modern Kuzey Atlantik bölgesinde ‘odun yontanlar ve su çekenler’den oluşan çok biçimli bir proletaryanın, ‘müşterekler, plantasyon, gemi ve fabrika’ gibi çeşitli mücadele alanlarıyla birlikte nasıl geliştiğini ortaya koydular. Afrika’dan gelen köleler ve kölelikten kaçanlar (maroons), Avrupa’dan gelen sözleşmeli işçiler, Amerikan yerlileri ve ‘özgür’ ücretli işçiler ve zanaatkârların karmaşık ama aynı zamanda toplumsal ve kültürel olarak birbirine bağlı amorf bir ‘çokluk’ oluşturduğunu ve bunun da iktidardakiler tarafından tek bir bütün (‘çok başlı bir Hydra’) olarak görüldüğünü öne sürdüler. Linebaugh ve Rediker, Haitili kölelerin 1791’deki isyanından ‘modern tarihteki ilk başarılı işçi isyanı’ olarak bahsetmiş, böylece isyancı köleleri açıkça işçi olarak değerlendirmiştir (Linebaugh ve Rediker 2000: 319). Bu devrimin daha sonra Avrupa ve Amerika’da isyancı ‘çokluğun’ bölünmesine katkıda bulunduğunu öne sürmüşlerdir. ‘Saygın’ zanaatkârlar ve vasıflı işçiler artık Afrika kökenli şiddet yanlısı özgürlük savaşçılarıyla özdeşleştirilmekten korkar hale gelmiştir. ‘Geride kalan ulusal ve kısmi bir şeydir: İngiliz işçi sınıfı, siyah Haitili, İrlanda diasporası’. On dokuzuncu yüzyılda Marx ve diğerlerinde gördüğümüz dar proletarya kavramının bu bölünmenin bir sonucu olduğunu öne sürdüler.

Geleneksel işçi sınıfı kavramını yeniden düşünmek zorundayız. Bir yandan, çağdaş dünyanın deneyimleri bize ‘klasik’ ücretliler ile diğer bazı ikincil gruplar arasındaki ayrımların gerçekten de muğlak olduğunu söylemektedir. ‘Saf’ ücretli işçiler Küresel Güney’deki pek çok ülkenin işgücünde azınlıkta kalmıştır; buralarda sınıf oluşumu süreci genellikle en sona kadar gelişmemiştir.

Bu ücretlilerin çoğu kendi emek güçlerini serbestçe kullanamamaktadır – örneğin, bu işçiler borçlarla bağlı oldukları için – ya da işverenleriyle herhangi bir resmi (yasal olarak tanınan) sözleşme ilişkileri yoktur. Buna ek olarak, Güney’de ve çoğu zaman Kuzey’de ücretli emek, hayatta kalmaları çoğunlukla kısmen geçimlik emeğe – özellikle kadınlar tarafından gerçekleştirilen, ancak yalnızca kadınlar tarafından değil – ve piyasa için bağımsız meta üretimine vb. bağlı olan haneler ve aileler tarafından yürütülmektedir. Farklı aile üyelerinin üstlendiği ekonomik roller genellikle sabit ve kalıcı değildir, bunun yerine geçici bir toplumsal ilişkiyi ifade eder ve başka gelir kaynaklarıyla hızla yer değiştirebilir. İşçiler ile lümpen proleterler (dilencilik, suç, fuhuş ve benzeri yollarla hayatta kalan insanlar) arasındaki ayrım çizgisini çizmenin her zaman kolay olmamasının bir nedeni de budur. Vic Allen kırk yıl kadar önce Afrika’ya atıfta bulunarak şu sonuca varmıştır:

Yalın geçimin tüm işçi sınıfının yüksek bir oranı için norm olduğu ve erkeklerin, kadınların ve çocukların geleneksel geçim yollarından farklı olarak alternatif geçim yolları aramak zorunda kaldığı toplumlarda, lümpen proletarya işçi sınıfının geri kalanının çoğundan neredeyse hiç ayırt edilemez.                                                                          

(Allen 1972: 188)               

Küresel Kuzey’de de benzer eğilimler görüyoruz: ‘Prekarya’ hızla büyürken (Standing 2011), işsizliğe bir alternatif olarak serbest meslek de yükseliyor (Haynes 2011; Stern 2012).

Öte yandan tarihsel araştırmalar, geçmişte köleler, serfler ve diğer özgür olmayan madunlar ile ‘özgür’ ücretliler arasındaki ayrım çizgisinin en iyi ihtimalle oldukça belirsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin 1900’lerde Afrika’nın Doğu Kıyısı’nda, serbest meslek sahibi zanaatkârlar ya da vasıflı işçiler olarak çalışan, bazıları daha önce gündelikçi olarak çalışmış ama daha kazançlı bir meslek öğrenmiş olan çok sayıda köle yaşıyordu… Bu serbest meslek sahibi köleler … bilgileriyle saygı görüyor ve bu nedenle piyasada son derece yüksek fiyatlara alıcı buluyorlardı ama nadiren satılık oluyorlardı. Azat edilmiş kölelerle neredeyse aynı statüye sahip olan bu kölelerin bir kısmı aslında küçük bahçe arazilerine ve hatta bazen kölelere sahipti (Deutsch 2006: 71–2).

Özellikle Brezilyalı tarihçiler, örneğin bir kısmını sahiplerine teslim etmek zorunda oldukları kendi ücretlerini kazanan ganhadores (kiralık köleler) örneğinde olduğu gibi, ‘özgür’ ücretli emek ile kölelik arasındaki değişken ayrım çizgisine işaret etmişlerdir (Lara 1998; Reis 1997). Güney Asya’da, örneğin Güney Asya’nın yanı sıra Karayipler, Malaya, Natal, Fiji ve diğer yerlerde de istihdam edilen sözleşmeli işçiler (coolies) söz konusu olduğunda başka ikircikli durumlar da ortaya çıkmaktadır. Onların durumu bazen ‘köleliğin yeni bir biçimi’ olarak tanımlanırken, bazen de ‘neredeyse ücretsiz’ ücretli emek olarak tanımlanmaktadır (Tinker 1974). Avustralya’da, uzun süren tereddütlerden sonra emek tarihçileri artık ülkeye ilk yerleşen çok sayıda mahkum işçiyi, bu işçiler zorla çalıştırılsalar bile, kelimenin geniş anlamıyla ‘işçi sınıfı’ olarak tanımlamakta zorluk çekmiyorlar (Roberts 2011). Avrupa’da ise yeni araştırmalar, ‘özgür’ olarak adlandırılan pek çok işçinin on dokuzuncu yüzyıla kadar gerçekten de bağımlı işçi olduğunu ortaya koymaktadır. Efendi ve hizmetçi yasaları, çıraklık düzenlemeleri vs. işçilerin işverenlerine bağlı olmalarını ve daha önce literatürde belirtilenden çok daha az yasal hakka sahip olmalarını sağlamıştır. Bu bağlamda, gerçekten de ‘endüstriyel serflikten’ söz edilmiştir (McKinlay 1986; Steinfeld 1991; Hay ve Craven 2004; Stanziani 2010). Çağdaş analistler, serbest meslek sahibi bir birey ile ana müşterisi arasındaki ilişkinin, ücretli bir çalışan ile işvereni arasındaki ilişkiden ayırt edilmesinin genellikle zor olduğunu belirtmektedir (Form 1982; Steinmetz ve Wright 1989).

Klasikleri Eleştirmek

Bu eğilimler, ücretli emek ile kapitalizm arasındaki bağlantının yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Max Weber ve Karl Marx gibi klasik düşünürler kapitalizm ve ücretli emeğin aynı madalyonun iki yüzü olduğuna inanmışlardır. Marx, işçi sınıfını, satılık başka bir metaları olmadığı için özgür bireyler olarak emek güçlerini kendi metaları olarak elden çıkarabilen işçilere indirgemiştir (Marx 1976: 272). Kapitalizm bu tür işçilere dayalı bir üretim biçimidir. Kapitalizmde başka emek ilişkileri de ortaya çıkabilir, ancak bunlar “burjuva üretim sistemi içinde bireysel noktalarda mümkün olan’, ve ‘sadece başka noktalarda var olmadığı için’ (Marx 1973: 464) ‘burjuva sisteminin karşısında bir anomali’ oluştururlar. Bağımsız zanaatkârlar ve köylüler gibi diğer toplumsal grupların gerçek bir geleceği yoktur ve Modern Sanayi karşısında çürüyüp sonunda yok olacaklardır” (Marx ve Engels 1976: 494). Weber, ’emeğin biçimsel olarak tamamen gönüllülük esasına dayalı örgütlenmesini’, ‘işçilerin üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla kitlelerin ihtiyaçlarının karşılanmasının tipik ve baskın biçimi’ olarak değerlendirmiştir (Weber 1921: 96).

Ancak ücretli emek ile kapitalizm arasında gerçekten de böyle ayrıcalıklı bir ilişki var mıdır? Marx’ın köle ile ‘özgür’ ücretli işçi arasında yaptığı ayrımın doğru olmadığı iddia edilebilir. Marx, eserinin birçok bölümünde köle emeği ile ilgili konulara değinmiştir. ‘Özgür’ ücretli emek ile kölelik arasındaki zıtlığın yirmi birinci yüzyıl akademisyenlerinin çoğundan daha fazla farkındadır. Marx (doktora tezini yazdığı) Avrupa antik döneminin bir uzmanı ve Amerikan İç Savaşı’nın çağdaşı olarak kölelik sorununun çok iyi farkındaydı (Backhaus 1974; de Sainte Croix 1975; Lekas 1988; Reichardt 2004). Kapital‘in ilk cildi, 1865’te ABD’de köleliğin kaldırılmasından iki yıl sonra ve Brezilya’da resmen ilan edilmesinden 21 yıl önce yayımlanmıştır. Marx, ‘özgür’ ücretli emeğin kapitalist geleceği temsil etmesi nedeniyle köleliği tarihsel olarak geri kalmış ve yakında geçmişte kalacak bir sömürü biçimi olarak görüyordu. Çeşitli yazılarında bu iki emek biçimini karşılaştırmıştır. Aralarında kesinlikle benzerlikler görüyordu – her ikisi de bir artı ürün üretiyordu ve ‘ücretli emekçinin, tıpkı köle gibi, onu çalıştıracak ve yönetecek bir efendisi olmalıydı’ (Marx 1981: 510). Aynı zamanda paylaştıkları tüm ortak deneyimleri gölgede bırakan bazı farklılıkları da ayırt etmiştir. Bunlara dair bazı kısa eleştirel yorumlar sunmama ve bazı şüphelere işaret etmeme izin verin.

Birincisi: Ücretli işçiler emek kapasitesini, yani ‘bir insanın fiziksel biçiminde, yaşayan kişiliğinde var olan zihinsel ve fiziksel yeteneklerin toplamını, herhangi bir tür kullanım değeri ürettiğinde harekete geçirdiği yetenekleri’ (Marx 1976: 270) elden çıkarırlar – ve bu emek kapasitesi değerin kaynağıdır; kapitalist bu emek kapasitesini bir meta olarak satın alır, çünkü ondan ‘belirli bir hizmet’, yani ‘kendisinden daha fazla değer’ yaratmasını bekler (Marx 1976: 301). Aynı şey kölenin emek kapasitesi için geçerli değildir. Köle sahibi ‘köleleri için nakit ödemiştir’ ve bu nedenle ’emeklerinin ürünü, satın alınmaları için yatırılan sermayenin faizini temsil eder’ (Marx 1981: 762). Ancak faiz artı değerin bir biçiminden başka bir şey olmadığından, Marx’a göre kölelerin artı değer üretmesi gerekecektir.[1] Köle emeğinin kullanıldığı şeker plantasyonlarının önemli kârlar sağladığı bir gerçektir, çünkü meta -şeker- plantasyon sahibinin yatırdığı sermayeden daha fazla değer içermektedir (toprak kirası, kölelerin amortismanı, şeker kamışı presinin amortismanı, vs.) Peki gerçekten de ücretli işçi sadece kendi değerine eşdeğer artı ‘bir fazlalık, bir artı-değer’ (Marx 1976: 317) mi üretmektedir? Yoksa köle de bir ‘değer kaynağı’ mıdır?

İkincisi: Marx göre emek gücünün piyasada bir meta olarak ancak ve ancak emek gücünün sahibi olan birey onu satışa sunduğu ya da bir meta olarak sattığı takdirde ortaya çıkar. Emek gücüne sahip olan kişinin onu bir meta olarak satabilmesi için, emek gücünün kendi tasarrufunda olması, kendi emek kapasitesinin, dolayısıyla da kişiliğinin özgür sahibi olması gerekir (Marx 1976: 271).

Geleceğin ücretli işçisi ve para sahibi ‘piyasada karşılaşırlar ve meta sahipleri olarak eşitlik temelinde birbirleriyle ilişkiye girerler, tek fark birinin alıcı, diğerinin satıcı olmasıdır; bu nedenle her ikisi de yasanın gözünde eşittir’ (Marx 1976: 271). Başka bir deyişle emek gücü, bu emek gücünün taşıyıcısı ve sahibi olan kişi tarafından satışa sunulmalı ve emek gücünü satan kişi de bunu yalnızca kendisi sunmalıdır. Bu neden böyle olmalıdır? Neden emek gücü, örneğin ebeveynleri tarafından bir fabrikada ücretli olarak çalıştırılan çocukların durumunda olduğu gibi taşıyıcıdan başka biri tarafından satılamaz? (Kendisinin ya da bir başkasının) emek gücünü satışa sunan kişi neden bunu üretim araçlarıyla birlikte koşullu olarak satamaz? Ve neden kendi emek gücüne sahip olmayan biri, sahiplerinin bir ücret karşılığında başkasına sağladığı kiralık kölelerde olduğu gibi, bu emek gücünü yine de satabilir?[2]

Üçüncüsü: Ücretli işçi değişken sermayeyi temsil eder:

Hem kendi değerinin eşdeğerini yeniden üretir hem de koşullara göre az ya da çok değişebilen bir fazlalık, bir artı değer üretir. Sermayenin bu kısmı sürekli olarak sabit bir büyüklükten değişken bir büyüklüğe dönüşmektedir. Bu nedenle ben buna sermayenin değişken kısmı ya da daha kısaca değişken sermaye diyorum (Marx 1976: 317).

Sadece emek ücretli emek biçiminde ve üretim araçları sermaye biçiminde varsayıldığı için (yani sadece bu iki temel üretim aracının bu özel biçiminin bir sonucu olarak), değerin (ürünün) bir kısmı kendisini artı-değer olarak sunar ve bu artı-değer kendisini kâr (rant) olarak, kapitalistin kazancı olarak, ona ait ek kullanılabilir servet olarak sunar (Marx 1981: 1021).[3]

Marx’a göre köle, sabit sermayenin bir parçasıdır ve ekonomik olarak çiftlik hayvanlarından ya da makinelerden farklı değildir. ‘Köle sahibi işçisini atını satın aldığı gibi satın alır’ (Marx 1976: 377; Grundrisse benzer bir pasaj içerir: Marx 1973: 489-90). Kölenin değeri onun satın alma fiyatıdır ve bu sermaye değeri, tıpkı çiftlik hayvanları ve makinelerde olduğu gibi zaman içinde amorti edilmelidir (Marx 1981: 597). Ancak Marx, ‘sermayenin bu kısmının ‘az ya da çok olabileceği’ (Marx 1976: 317) gerekçesiyle, yalnızca ücretli emeği değişken sermaye olarak tanımlamakta ne kadar haklıdır? Aynı durum meta üreten köle emeği için de geçerli değil midir?

Dördüncüsü: Ücretli işçi bir meta ürettiğinde, bu meta ‘kullanım değeri ve değerden oluşan bir birliktir’, bu nedenle ‘üretim süreci emek süreci ve değer yaratma sürecinden [Wertbildungsprozess] oluşan bir birlik olmalıdır’ (Marx 1976: 293). Hiç kimse şeker kamışı, tütün ya da incir üreten kölelerin de tıpkı ücretli işçiler gibi meta ürettiğinden şüphe duymayacaktır. Ancak durum buysa, köleler de değer üretmektedir. Marx bunu reddeder, çünkü köleleri sabit sermayenin bir parçası olarak görür ve yalnızca değişken sermayenin değer yarattığını savunur.

Beşincisi: Ücretli işçi her zaman emek gücünden ‘yalnızca sınırlı bir süre için vazgeçer, çünkü onu bir defada ve sonsuza dek toptan satacak olursa, kendini satmış, özgür bir insandan köleye, bir meta sahibinden bir metaya dönüşmüş olur’ (Marx 1976: 271). Normalde, böyle bir işlemden (bir metanın sahibinde herhangi bir değişiklik olmaksızın parça parça ‘satışı’) satış olarak değil kiralama olarak bahsedilirdi -bu fikir çok daha önceden formüle edilmişti.[4] Kira ve satış arasındaki fark önemsiz görünebilir, ancak öyle değildir. Franz Oppenheimer’ın (1912: 120) haklı olarak belirttiği gibi, “bir satış sözleşmesi sona erdiğinde, metanın özü diğer tarafın mülkiyetine geçer, oysa bir kiralama sözleşmesi sona erdiğinde, diğer taraf yalnızca metayı kullanma hakkını satın alır; satıcı metasının mülkiyetinden vazgeçmeksizin yalnızca metasını geçici olarak kullanıma sunar”. A, B’ye bir meta sattığında, B, A’nın yerine metanın sahibi olur. Ancak A, B’ye bir meta kiraladığında, A metanın sahibi olarak kalır ve B yalnızca belirli bir süre için metayı kullanma hakkını elde eder. Metanın ‘özü’ A’da kalırken, B metanın ‘kullanım ve yararlanma’ hakkını alır.[5]

Dolayısıyla ücretli emek, emek gücünün kiralanmasıysa, ücretli işçi ile köle arasındaki fark, emek gücünün kullanıma sunulduğu ‘belirli bir süre’ (Marx 1976: 271) değil, bir durumda emek gücünün kiralanması, diğerinde ise satılması gerçeğidir. Bu düşünceyi Marx’ta neden bulamıyoruz? Muhtemelen değer yaratma sürecinin farklı bir ışık altında görünmesine neden olduğu için. Emek gücünün değerinin özü, kapitaliste verilmek yerine işçi tarafından muhafaza edilir. Engels, kira işlemlerinin ‘yalnızca hali hazırda var olan, daha önce üretilmiş değerin transferi olduğunu ve toprak sahibi ile kiracısının birlikte sahip olduğu değerlerin toplamının daha önce olduğu gibi daha sonra da aynı kaldığını’ belirtmiştir (Engels 1988: 320). Bu nedenle ücretli emek de bir kira ilişkisi olsaydı, artı değer yaratamazdı.

Altıncısı: Marx’a göre, emeğin toplumsal üretkenliği sürekli arttığı için kâr oranı düşme eğilimindedir:

Kullanılan canlı emek kitlesi, onu harekete geçiren nesneleşmiş emek kitlesine, yani üretken olarak tüketilen üretim araçlarına göre sürekli azaldığından, bu canlı emeğin karşılığı ödenmeyen ve artı-değerde nesneleşen kısmı da kullanılan toplam sermayenin değerine göre sürekli azalan bir oranda durmalıdır (Marx 1981: 319).

Bu eğilimin son noktası elbette değişken sermayenin sıfıra indirildiği ve toplam sermayenin yalnızca sabit sermayeden oluştuğu bir durum olacaktır. Böyle bir durumda kapitalizmin çöküşü bir gerçeklik haline gelecektir. Ancak garip olan şey, sanayi devriminden önce, yani on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki plantasyonlarda böyle bir son aşamanın zaten var olmasıdır. Bu plantasyonlarda köle emeği kullanılıyordu, böylece Marx’ın öncüllerine göre toplam sermaye tümüyle sabit sermayeden oluşuyordu. Bu çerçevede plantasyonların ekonomik dinamizmini nasıl açıklayabiliriz?

Köle emeği örneği, Marx’ın değer teorisinde üretken ücretli emeğe verilen ayrıcalıklı konum için tutarlı bir gerekçe sunmadığını göstermektedir. Köleler ve ücretli işçilerin yapısal olarak Marx ve geleneksel Marksizm’in şüphelendiğinden daha benzer olduğunu gösteren çok şey vardır. Kapitalizmin tarihsel gerçekliği, kölelik ile ‘özgür’ ücretli emek arasında birçok melez ve geçişli biçime sahne olmuştur. Dahası, köleler ve ücretli işçiler aynı ticari işletmede defalarca aynı işi yapmışlardır.[6] Elbette kölenin emek kapasitesinin kapitalistin daimi mülkü olduğu doğrudur, oysa ücretli işçi emek kapasitesini kapitalistin kullanımına yalnızca sınırlı bir süre için sunar, bunu defalarca yapsa bile. Bununla birlikte, ücretli işçiler artı değer yaratırken kölelerin neden hiç artı değer yaratmaması gerektiği belirsizliğini korumaktadır. Değer teorisini, kölelerin ve diğer özgür olmayan işçilerin üretken emeğini kapitalist ekonominin temel bir bileşeni olarak kabul edecek şekilde genişletmenin zamanı gelmiştir.

Yeni Bir Kavram

Çıkarımlar çok geniş kapsamlıdır. Görünüşe göre, kapitalizm içinde emek gücü çeşitli şekillerde metalaştırılan geniş bir insan kitlesi vardır. Ben bu sınıfı genişletilmiş ya da madun işçi sınıfı olarak adlandırmak istiyorum. Üyeleri çok çeşitli bir grup oluşturuyor: Köleler, ortakçılar, küçük zanaatkârlar ve ücretli çalışanlar. Anlamaya çalışmamız gereken bu ‘çokluğun’ tarihsel dinamikleridir. Kapitalizmde metalaştırılmış emeğin çeşitli biçimlerinin her zaman yan yana var olduğunu ve muhtemelen var olmaya devam edeceğini göz önünde bulundurmalıyız.

Kapitalizm, uzun gelişim sürecinde, bazıları temelde ekonomik zorlamaya dayanan, bazıları ise güçlü bir ekonomik olmayan bileşene sahip olan birçok türde çalışma ilişkisinden yararlandı. Milyonlarca köle Afrika’dan Karayipler’e, Brezilya’ya ve ABD’nin güney eyaletlerine zorla getirildi. Hindistan ve Çin’den sözleşmeli işçiler Güney Afrika, Malezya ya da Güney Amerika’ya çalışmaya gönderildi. ‘Özgür’ göçmen işçiler Avrupa’dan Yeni Dünya’ya, Avustralya’ya ya da kolonilere gitti. Ve bugün ortakçılar dünya tarımsal üretiminin önemli bir bölümünü üretmektedir. Bu ve diğer çalışma ilişkileri, ‘ücretsiz ücretli emeğe’ doğru seküler bir eğilim, ‘ücretsiz’ emeğin uzun vadede azalması ve kendi hesabına çalışmanın bir şekilde konjonktür karşıtı bir gelişme göstermesine rağmen eş zamanlıdır (Linder 1983; Bögenhold ve Staber 1991; Cowling 1997). Kölelik hala mevcuttur (bkz. örneğin Bales 2012; tahminler 12 ila 27 milyon kişi arasında değişmektedir) ve ortakçılık bazı bölgelerde geri dönüşün tadını çıkarmaktadır (örneğin ABD tarımında, bkz. Wells 1996). Kapitalizm, verili bir tarihsel bağlamda uygun olduğunu düşündüğü metalaşmış emek biçimini seçebilmiştir ve seçebilir: Bugün bir varyant, yarın başka bir varyant en karlı görünmektedir. Eğer bu argüman doğruysa, o zaman ücretli sınıfı diğerleri arasında (önemli) bir metalaştırılmış emek türü olarak kavramsallaştırmamız gerekir. Sonuç olarak, sözde ‘özgür’ emek, modern kapitalizme uygun tek sömürü biçimi olarak görülemez, ancak birkaç alternatif arasında bir alternatif olarak görülebilir.[7]

Bu teorik ve ampirik arka plan karşısında işçi sınıfının olası yeni bir tanımı şöyle olabilir: Emek gücü taşıyıcısının -kendisinin satıp satmadığı ya da kiralayıp kiralamadığına ve üretim araçlarına sahip olup olmadığına bakılmaksızın- ekonomik veya ekonomik olmayan zorlamalar altında emek gücünü başka bir kişiye satan ya da kiralayan emek gücü taşıyıcıları bütünü. Ancak bu geçici tanımın tüm yönleri üzerinde daha fazla düşünülmesi gerekecektir.

İşçi sınıfı kavramının bu şekilde yeniden kavramsallaştırılması ve genişletilmesi, madun işçiler tarafından zaman içinde kullanılan birçok direniş biçimini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Örneğin klasik yaklaşım, grevlerin özellikle özgür ücretli işçilerle ilişkilendirilen bir kolektif eylem biçimi olduğunu öne sürer. Ancak farklı madun işçi gruplarının (köleler, serbest meslek sahipleri, lümpen proleterler ve ‘özgür’ ücretli emekçiler dahil) protestolarını ifade etme ve baskı uygulama biçimlerine bakarsak, bunların önemli ölçüde örtüştüğünü görürüz. Geçmişte her türden madun işçi greve gitmiştir. Chihuahua’daki ortakçı gümüş madencileri, maden sahipleri tarafından iş akitlerinin feshedilmesini 1730’lar gibi erken bir tarihte protesto etmişlerdir. Yakındaki tepelere yerleşirler:

Orada derme çatma bir taş siper inşa ettiler, meydan okuduklarını ilan eden bir pankart açtılar ve San Felipe’nin villasına saldırmaya, [maden sahibi] San Juan y Santa Cruz’u öldürmeye ve evini yerle bir etmeye yemin ettiler. Sonraki birkaç hafta boyunca dağdaki sığınaklarından ayrılmayı reddettiler ve burada protesto şarkıları besteleyip söyleyerek zaman geçirdiler.

Madenciler ancak piskopos tarafından gönderilen bir rahibin arabuluculuğundan sonra geri döndüler (English Martin 1996: 51). Köleler de düzenli olarak greve gidiyordu. Rusya’daki serfler ‘sahiplerinin kendileri üzerindeki otoritesini tanımayı’ reddettiler; onun için çalışmayı bıraktılar ve ‘greve gitmeye’ karar verdiler (Kolchin 1987: 258). On dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiliz Karayipleri’ndeki plantasyonlarda köleler greve gitmiştir:

1829’da Demerara’daki ve 1831’de Jamaika’daki isyanların her ikisi de modern iş grevinin bir versiyonu olarak başlamış, diğer meydan okuma eylemleriyle birleşmiş, ancak ölümle sonuçlanmamıştır. Böyle bir olay ancak yerel milisler bunun başka bir silahlı ayaklanma olduğunu varsayarak güç kullanarak karşılık verdiğinde gerçekleşmiştir (Craton 1982: 301; Schuler 1991: 382–3)

Genişletilmiş bir işçi sınıfı kavramı, grev olgusunu yeniden düşünmemizi sağlayacaktır. Köleleri ve sözleşmeli işçileri de dahil ederek grevin çok önemli ama aynı zamanda çalışmayı kolektif olarak reddetmenin özel bir biçimi olduğunu görmek mümkün hale gelecektir. Sözde özgür olmayan işçiler, analizimize dahil edilmeyi hak eden başka kolektif reddetme biçimlerini de kullanmışlardır. Kuzey Amerika’nın yanı sıra Karayipler ve Güney Amerika’daki plantasyonlardan kaçak köleleri (maroonları) hepimiz biliyoruz. Ancak bu tür bir direniş Yeni Dünya ile sınırlı değildir. Daha dokuzuncu yüzyılda, Güney Irak’ın tuz bataklıklarında çalışan Doğu Afrika kökenli köleler olan Zencler, bir grup olarak efendilerini terk etmiş ve ulaşılmazlığı nedeniyle seçilmiş bir noktada Al Mukhtara şehrini inşa etmişlerdir. Ve 1873’te Tanganika’nın anakara kıyısında, plantasyon köleleri çok kalabalık bir şekilde kaçarak ‘dikenli çalıların arasına gizlenmiş’ ve ‘ağır tahkimatı’ olan Makorora köyünü kurmuştur (Popovic 1976; Glassman 1991: 308).

1921 yılında Assam’daki Chargola Vadisi’nde çay tarlalarında çalışan sözleşmeli işçiler, yetkililerin ücret artışını reddetmesi üzerine protesto gösterileri düzenlediler. Tarlaları topluca terk ettiler:

Mahatma Gandhi’ye zafer çığlıkları atarak ve onun emri altında hizmet ettiklerini iddia ederek kendi bölgelerine geri dönmeye karar verdiler. Kısa süre içinde Chargola Vadisi’nin tamamı terk edilmiş bir görünüme büründü; iki bahçenin neredeyse tüm işgücünü ‘kaybettiği’ ve ortalama olarak çoğu bahçenin yüzde otuz ila altmış arasında kayıp yaşadığı bildirildi. Chargola Vadisi’nin sözleşmeli işçileri, alt bölge merkezi olan Karimganj’dan geçerek trenle ya da yaya olarak ileriye doğru yolculuklarına devam ettiler ve ayrıca vapurla kendi bölgelerine geri döndüler (Varma 2007: 34)

Bu arka plana bakıldığında sözde özgür ücretlilerin grevleri, metalaştırılmış emeğin sömürüsüne karşı kolektif direnişin sadece bir biçimini oluşturmaktadır. Ayrıca tersinden özgür ücretli emekçilerin genellikle linç, isyan, kundaklama ve bombalama gibi diğer madun işçi gruplarıyla ilişkilendirilen mücadele yöntemlerini kullandıklarını da kabul etmeliyiz.

Kapitalizm altında metalaşmış emeğe bakışımızı genişleterek, oyun yazarı ve şair Bertolt Brecht’in yazdığı gibi, ‘yedi kapılı Teb’i inşa eden’ ve sıklıkla ‘galipler için ziyafet hazırlayan’ tüm o isimsiz bireylerin ve ailelerin tarihini yazmak için daha iyi bir konumda olacağız.


Dipnotlar

  • [1] “Rant, faiz ve sanayi kârı, metanın artı değerinin ya da metanın içerdiği ödenmemiş emeğin farklı kısımları için sadece farklı isimlerdir ve aynı şekilde bu kaynaktan ve sadece bu kaynaktan türetilirler” (Marx, 1985: 133).
  • [2] Marx bu köle kiralama pratiğinin oldukça farkındaydı, ancak bundan hiçbir teorik sonuç çıkarmadı. Örneğin bkz: Marx 1981, s. 597: “Köle sistemi altında işçinin bir sermaye değeri, yani satın alma fiyatı vardır. Ve eğer kiralanırsa, kiralayan önce bu satın alma fiyatının faizini ödemeli ve bunun üzerine sermayenin yıllık amortismanını yerine koymalıdır.”
  • [3] Bu nedenle artı emek bu iki durumda birbirinden çok farklı iki biçimde ortaya çıkar. Ücretli emek durumunda, ücret biçimi “işgününün gerekli emek ve artı emek, ücretli emek ve ücretsiz emek olarak bölünmesinin her izini” ortadan kaldırır (Marx 1976: 680). Buna karşılık, köle emeği söz konusu olduğunda, “iş gününün kölenin yalnızca kendi geçim araçlarının değerini ikame ettiği, dolayısıyla aslında yalnızca kendisi için çalıştığı kısmı bile efendisi için emek olarak görünür. Tüm emeği ödenmemiş emek olarak görünür’ (Marx 1976: 680).
  • [4] Marx’ın kendisi de rant ve ücretli emek arasındaki analojiye defalarca atıfta bulunmuştur. Bunu en kapsamlı şekilde Artı Değer Teorileri‘nde yapmıştır; burada işçiye metası (emek kapasitesi) için ancak çalışmayı bitirdikten sonra ödeme yapıldığını yazar: ‘Burada da görülebilir ki, ilerlemeyi yapan kapitalist değil işçidir, tıpkı bir evin kiralanması durumunda kullanım değerini ilerletenin kiracı değil ev sahibi olması gibi’ (Marx 1989: 302); bkz. ayrıca Marx 1976, s. 279: “Emek-gücünün fiyatı, bir evin kirası gibi daha sonra gerçekleşmese de sözleşme ile sabitlenir.” Bu konuda ayrıca bakınız Kuczynski, yakında çıkacak.
  • [5] Oppenheimer’ın inancından farklı olarak – “sadece satılması amaçlanan emek kapasitesi (örneğin öküzün, köleninki) bir metadır, sadece kiralanması amaçlanan değil” (1912: 121)- kira sözleşmesi de meta mantığına göre işler; tam da bu yüzden kira ücreti kiralanan metanın değerine bağlıdır.
  • [6] Örneğin São Paulo çevresindeki kahve tarlalarında ya da Baltimore’daki bir kimya fabrikasında (bkz. Hall ve Stolcke 1983; Whitman 1993).
  • [7] Uzun vadeli eğilimlerin ölçülmesi henüz mümkün değildir, ancak Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde şu anda oluşturulmakta olan büyük bir veri tabanı (Çalışma İlişkileri Tarihi Üzerine Küresel İşbirliği, 1500-2000) yakında ilk tahminleri mümkün kılacaktır. Bkz. www.socialhistory.org/en/projects/history-labour-relations- 1500-2000

Kaynakça

  • Allen, V.L. (1972), ‘The Meaning of the Working Class in Africa’, Journal of Modern African Studies, vol. 10, no. 2, 169–89. 
  • Backhaus, Wilhelm (1974), Marx, Engels und die Sklaverei. Zur ökonomischen Problematik der Unfreiheit. Düsseldorf: Schwann. 
  • Bales, Kevin (2012), Disposable People: New Slavery in the Global Economy. updated with a new preface. Berkeley: University of California Press. 
  • Bögenhold, Dieter and Udo Staber (1991), ‘The decline and rise of self-employment’, Work, Employment and Society, vol. 5, no. 2, 223–39. 
  • Cowling, Marc and Peter Mitchell (1997), ‘The evolution of U.K. self-employment: A study of government policy and the role of the macroeconomy’, The Manchester School, vol. 65, no. 4, 427–42. 
  • Craton, Michael (1982), Testing the Chains. Resistance to Slavery in the British West Indies. Ithaca, NJ: Cornell University Press. 
  • De Sainte Croix, Geoffroy E.M. (1975), ‘Karl Marx and the history of classical antiquity’, Arethusa, vol. 8, 7–41. 
  • Deutsch, Jan-Georg (2006), Emancipation without Abolition in German East Africa c. 1884– 1914. Oxford: Currey. 
  • Engels, Friedrich (1988), ‘The Housing Question’, in Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 23. Moscow: Progress, 315–91. 
  • English Martin, Cheryl (1996), Governance and Society in Colonial Mexico: Chihuahua in the Eighteenth Century. Stanford, CA: Stanford University Press. 
  • Form, William (1982), ‘Self-employed manual workers: Petty bourgeois or working class?’, Social Forces, vol. 60, 1050–69. 
  • Glassman, Jonathon (1991), ‘The bondsman’s new clothes: The contradictory conscious- ness of slave resistance on the Swahili coast’, Journal of African History, vol. 32, no. 2, 277–312. 
  • Hall, Michael and Verena Stolcke (1983), ‘The introduction of free labour on São Paulo coffee plantations’, Journal of Peasant Studies, vol. 10, no. 2/3, 170–200. 
  • Hay, Douglas and Paul Craven (eds) (2004), Masters, Servants, and Magistrates in Britain and the Empire, 1562–1955. Chapel Hill: University of North Carolina Press. 
  • Haynes, V. Dion (2011), ‘High unemployment spurs rise in self-employed’, The Washington Post, 24 April. 
  • Kocka, Jürgen (1986), ‘Problems of working-class formation: The early years, 1800–1875’, in: Ira Katznelson and Aristide R. Zolberg (eds), Working-Class Formation: Nineteenth- Century Patterns in Western Europe and the United States. Princeton University Press 1986, pp. 279–350. 
  • Kolchin, Peter (1987), Unfree Labour. American Slavery and Russian Serfdom. Cambridge, MA: Belknap. 
  • Kuczynski, Thomas (forthcoming), ‘What is sold on the labour market?’ in: Marcel van der Linden and Karl Heinz Roth (eds), Beyond Marx. Confronting Labour History and the Concept of Labour with the Global Labour Relations of the 21st Century. Leiden and Boston: Brill. 
  • Lara, Silvia Hunold (1998), ‘Escradivão, cidadania e história do trabalho no Brasil’, Projeto História, no. 16, 25–38. 
  • Lekas, Padelis (1988), Marx on Classical Antiquity. Problems of Historical Methodology. New York: Wheatsheaf. 
  • Linder, Marc (1983), ‘Self-employment as a cyclical escape from unemployment’, Research in the Sociology of Work, 2261–73. 
  • Linebaugh, Peter and Marcus Rediker (2000), The Many-Headed Hydra. Sailors, Slaves, Commoners, and the Hidden History of the Revolutionary Atlantic. London: Verso. 
  • Marx, Karl (1973), Grundrisse. Foundations of the Critique of Political Economy (Rough Draft). Translated with a foreword by Martin Nicolaus. Harmondsworth: Penguin. 
  • Marx, Karl (1976), Capital, vol. I. Trans. Ben Fowkes. Harmondsworth: Penguin.
  • Marx, Karl (1981), Capital, vol. III. Trans. David Fernbach. Harmondsworth: Penguin. 
  • Marx, Karl (1985), ‘Value, Price and Profit’, in Karl Marx and Frederick Engels, Collected  Works, vol. 20. Moscow: Progress, 101–49.
  • Marx, Karl (1989) ‘Economic Manuscripts of 1861–63’, in Karl Marx and Frederick Engels, Collected Works, vol. 32. Moscow: Progress.
  • Marx, Karl and Frederick Engels, ‘Manifesto of the Communist Party’, in Karl Marx and Frederick Engels, Collected Works, vol. 6. Moscow: Progress, 477–519.
  • McKinlay, Alan (1986), ‘From industrial serf to wage-labourer: The 1937 apprentice revolt in Britain’, International Review of Social History, vol. 31, no. 1 (April), 1–18. Oppenheimer, Franz (1912), Die soziale Frage und der Sozialismus. Eine kritische Auseinandersetzung mit der marxistischen Theorie. Jena: Fischer.
  • Popovic, Alexandre (1976). La révolte des esclaves en Iraq au IIIe, IXe siècle. Paris: P. Geuthner.
  • Reichardt, Tobias (2004), ‘Marx über die Gesellschaft der klassischen Antike’, Beiträgezur  Marx-Engels-Forschung, new series, 194–222.
  • Reis, João (1997), ‘ ‘ “The revolution of the Ganhadores”: Urban labour, ethnicity and the African strike of 1857 in Bahia, Brazil’, Journal of Latin American Studies, vol. 29, 355–93. 
  • Roberts, David Andrew (2011), ‘The “knotted hands that set us high”: Labour history and the study of convict Australia’, Labour History [Sydney], no. 100, 33–50.
  • Schuler, Monica (1991), ‘Akan slave rebellions in the British Carribean’, in: Hilary Beckles and Verene Shepherd (eds), Caribbean Slave Society and Economy: A Student Reader. Kingston and London, pp. 373–86.
  • Standing, Guy (2011), The Precariat: The New Dangerous Class. London: Bloomsbury. 
  • Stanziani, Alessandro (ed.) (2010), Le travail contraint en Asie et en Europe: XVII–XXe siècles. Paris: Editions de la Maison des Sciences de l’Homme.
  • Steinfeld, Robert J. (1991), The Invention of Free Labour. The Employment Relation in English and American Law and Culture, 1350–1870. Chapel Hill: University of North CarolinaPress.
  • Steinmetz, George and Erik Olin Wright (1989), ‘The fall and rise of the petty bourgeoisie: Changing patterns of self-employment in the postwar United States’, American Journal of Sociology, vol. 94 (March), 973–1018.
  • Stern, Melanie (2012), ‘Self-employment: The rise of the “odd-jobbers” ’, The Guardian, 2 March.
  • Thompson, E.P. (1963), The Making of the English Working Class. London: Gollancz. Tinker, Hugh (1974), A New System of Slavery: The Export of India Labour Overseas, 1830– 1920. London: Oxford University Press.
  • Van der Linden, Marcel (2008), Workers of the World. Essays toward a Global Labour History. Leiden and Boston: Brill.
  • Varma, Nitin (2007), ‘Chargola exodus and collective action in the colonial tea plantatons of Assam’, sephis e-magazine, 2 January. Available at: http://sephisemagazine.org/issues/ vol._3_2.pdf, 2, 34–7.
  • Weber, Max (1921), Wirtschaft und Gesellschaft. Tübingen: Mohr.
  • Wells, Miriam J. (1996), Strawberry Fields. Politics, Class, and Work in California Agriculture. Ithaca, NJ: Cornell University Press.
  • Whitman, T. Stephen (1993), ‘Industrial slavery at the margin: The Maryland chemical works’, Journal of Southern History, vol. 59, no. 1, 31–62. 

Çeviri: Yener Çıracı

Orjinali: Van der Linden, Marcel (2014). “Who is the Working Class? Wage Earners and Other  Labourers,” In Workers and Labour in a Globalised Capitalism, edited by M. Atzeni, 70–84. Basingstoke: Palgrave Macmillan.


Bu içerik birdunyaceviriblog ile işbirliğimizin bir parçasıdır. Sitelerini ziyaret etmek için tıklayınız.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Adam Smith Bizi Elitlere Sempati Duymanın Tehlikelerine Karşı Uyarmıştı – Blake Smith

Sonraki Gönderi

Kitap İncelemesi: Atlantis ya da İnsan Teraryumu: Mars’a Şehir Kurmak – Melinda Gülsüm Esen

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü