Adam Smith, Ahlaki Duygular Kuramı (1759) adlı eserinde ‘sempati’ temelli bir psikoloji teorisi geliştirmiş ve ‘akıl ve felsefe’ temelli bir yaşam biçiminin ana hatlarını çizmiştir. Bu fikirler, Smith’in yalnızca serbest piyasa politikalarının öncüsü[i] olduğu yönündeki (ve çoktan reddedilmiş) yargılara[ii] meydan okumakla kalmaz, aynı zamanda mutlulukla ilgili sıkı sıkıya bağlı olduğumuz bazı düşüncelerimizi de sorgulamamıza neden olur.
Ulusların Zenginliği (1776) kitabından 17 yıl önce yayımlanan Ahlaki Duygular Kuramı kitabı, insanların temelde çıkarcı olduğu düşüncesinin reddiyesiyle başlar. Smith, “İnsanın ne kadar bencil olduğu düşünülürse düşünülsün, insan doğasında onun başka insanların başarısıyla ilgilendiğini gösteren bazı ilkelerin olduğu açıktır” der. Ona göre, Diğer insanlar hakkındaki düşüncelerimizi harekete geçiren ve hatta yönlendiren bir duygusal durum bulunur. Smith, bu durumu ‘sempati’ olarak adlandırır.
Fakat Smith’in bu kavramla ne kastettiğini yanlış anlamak yaygın bir hatadır. ‘Sempati’kelimesi, etimolojik olarak “birlikte hissetmek” anlamına gelen Yunanca köklerden gelir. Günlük dilde ise sempatiyi genellikle duygularımızla hissettiğimiz bir süreç olarak düşünürüz. Psikolog Paul Bloom, Empati: Onunla mı Yoksa Onsuz mu Daha İyiyiz? (2016) adlı kitabında birçok kez Ahlaki Duygular Kuramı kitabına atıfta bulunarak Smith’in ‘sempati’ ile kendisinin ‘empati’ ile kastettiği şeyi vurguladığını savunmaktadır. Paul Bloom’a göre empati, “başka insanların hazlarını ve acılarını hissetmektir”. Oysa Smith’in kastettiği tam olarak bu değildir.
Smith’e göre sempati, imgelemeden ve akıl yürütmeden ayrı düşünülemez. Diğer insanların ne hissettiğini doğrudan bilemeyiz; bunun yerine, onların yerinde olsaydık ne hissedeceğimizi imgeleriz. Örneğin, hasta bebeğinin ağlamalarını dinleyen bir anneyi düşünelim. Bebek yalnızca içinde bulunduğu anın huzursuzluğunu hissederken, anne yalnızca bebeğinin çektiğine inandığı acıdan değil, aynı zamanda bu sıkıntının bilinmeyen sonuçlarına da endişe duyar. Annenin duyduğu sempati, bebeğin doğrudan hissettikleriyle değil, kendi hayal gücü ve çıkarımlarıyla yaratılan “ızdırap ve kaygı imgesiyle” ilgilidir.
Akademisyenler nesiller boyunca Smith’in Ahlaki Duygular Kuramı’nda sempatiye yaptığı vurgu ile Ulusların Zenginliği’nde bencilliği açıkça desteklemesi arasında bir bağlantı kurmaya çalışmışlardır.[iii] Ancak Ahlaki Duygular Kuramı’nı dikkatle incelediğimizde, Smith’in sempatinin yalnızca psikolojik yaşamımızın temel bir unsuru olmadığını, aynı zamanda batıl inançların, siyasi ve ekonomik eşitsizliklerin ve çektiğimiz acıların kaynağı olabileceğini de belirttiğini görürüz.
Sempati genellikle özgürlüğümüzü ve mutluluğumuzu zayıflatacak şekilde hissetmemize ve davranmamıza yol açar. Örneğin, ölülere sempati duyarız; çünkü onların yaşamın nimetlerinden mahrum kaldıklarını hayal ederek, aslında onlar için hüzün duyarız. Smith, ölümden sonraki hayata olan inancımızın, “artık acı çekmeyenlere sempati duyan bir hayal gücü yanılgısından” kaynaklandığını öne sürer.
Smith, aynı zamanda ‘zenginler ve güçlüler’ hakkında sahip olduğumuz düşüncelerde de benzer bir hata yaptığımız konusunda bizi uyarır. Onların mutluluğunu hayal ederiz ve bu hayali mutluluğu öylesine güçlü bir şekilde hissederiz ki, onların bu mutluluğu hak ettiğine inanırız. Yoksulların çektiği ‘ızdıraplara’ karşı ‘kayıtsızlık’ hissetmemize rağmen, zenginlerin ve güçlülerin ‘karşılaştığı her türlü kötülük’ için hüzün duyarız. Onların hayatlarını düşünmek bizi mutlu eder..
Ancak Smith’e göre zenginler ve güçlüler ne diğer insanlardan daha mutlu ne de ahlaken daha üstündür. Genellikle acınası ve kötü niyetlidirler. Buna ek olarak, ayrıcalıklarını meşrulaştırmak için onlar hakkındaki yanılsamalarımızı kullanırlar. Elitler, toplumumuzdaki servet ve güç eşitsizliğinden faydalanırlar çünkü duygusal yaşantımızın temel taşı olan sempati, bizi ezenlerle özdeşleşmemizin yolunu açar.
Sempati bizi batıl inançlara ve baskılamaya sürüklediği gibi hırsa da sürükler. Smith, okuyucularını “Tanrının gazabına uğramış fakir bir adamın oğlunu” düşünmeye davet eder. Böyle bir kişi, zenginlere ve güçlülere sempati duyar ve onlar gibi olmak için büyük bir çaba gösterir. Ancak bu süreçte, “hayattaki gerçek mutluluk” olan fiziksel rahatlık ve zihinsel huzurdan feragat eder. Kendileri bile mutlu olmayan zenginleri taklit etmeye çalışarak kendini ızdırın kollarına esir eder.
Oysa bir alternatifimiz var. Smith, ‘akıl’ ve ‘felsefe’yi benimseyerek kendimizi sempatinin aldatıcı etkilerinden kurtarabileceğimizi savunur. Ahlaki Duygular Teorisi’nin hiçbir yerinde bu kavramları açıkça tanımlamasa da, kitabın genelinde nasıl kullandığına baktığımızda, sempatinin yarattığı yanılsamalardan bizi kurtaran bir düşünme ve yaşam biçimini işaret ettiğini görebiliriz.
Bu yol, belirli karakter özelliklerini gerektirir. Bunlar; kendine hâkim olma, şüphecilik ve gösterişsizlik gibi ‘güvenilir’ erdemlerdir. Fakat bu “büyük ve ürpertici” nitelikler, bir felsefi öğretiyle yaşayan insanların başka insanlara soğuk, donuk ve sert görünmesine neden olabilir. Smith, “Bir filozof sadece başka bir filozofun arkadaşıdır.” der. Akıl ve anlayış” niteliklerini geliştirmek birey için faydalı olabilir, ancak bu durum, arkadaşlarımıza ve çevremizdekilere yararlı olan insanlık, adalet, cömertlik ve topluma hizmet arzusu gibi değerleri göz ardı etmemize yol açabilir.
Daha da endişe verecek olan ise, eğer dostlarımız ve çevremizdeki insanlar sempatinin oluşturduğu manevi, siyasi ve ekonomik yanılsamalara dayalı kültürel normları kabul ediyorlarsa, felsefeye olan yönelişimizi en kutsal inançlarına bir saldırı olarak görmeleri muhtemeldir. Bu nedenle, filozofların sempatiye dayalı bir toplumsal düzenin düşmanı olarak görülmesi muhtemeldir.
Smith’in kendisi, yaptığı analizin radikal sonuçlarından kaçınır. Nitekim “fakir adamın oğlu”nun çektiği ızdırabı anlattıktan sonra, “sempatinin bizi kandırması”nın aslında faydalı olduğu sonucuna varmıştır. Ona göre, bu kandırılma insanlığın endüstrisini sürekli hareket halinde tutar. Ekonomik yaşam, en azından bizim toplumumuzda var olduğu şekliyle, insanların hırslı, acınası ve kandırılmış olmalarına dayanır. Benzer şekilde Smith, ahiret inancının bireylere acı çektirip yok ederken toplumu koruyup kolladığını savunur. Dolayısıyla, filozoflar bir devrimden taraf olmadıkları sürece içgörülerini kendilerine saklamalıdır.
Felsefe, çoğunlukla bir azınlığa hitap etse de, hasta ya da depresyonda olan herhangi biri de felsefeye bir göz atabilir. Smith’e göre, yaşam enerjimiz zayıfladığında sempatimiz de azalır ve bu sayede “melankolik felsefe” bize, hayatımızın merkezine koyduğumuz pek çok hedefin aslında sempatinin yarattığı hayali zevklerden ibaret olduğunu gösterir. ‘Soyut ve felsefi bir ışık’ altında bakıldığında, zenginler ve güçlüler hakkında dedikodu yapmak yahut ekonomik ilerleme için çabalamak artık bir anlam ihtiva etmez. Lakin çoğu insan, toparlandığı anda aldığı bu dersi unutur ve yanıltıcı zevklerin peşinden koşmaya devam eder.
Dünyaya hastayken baktığımız gibi görmeyi yaşamımızın bütününde bilinçli olarak seçmek ilk başta saçma gelebilir. Lakin Smith’in Ahlaki Duygular Kuramı’nda ele aldığı sempati ve felsefe anlatısı, bizim kendimizi başkalarıyla, ölüleri dirilerle ve hastalığı sağlıkla karıştırdığımızı vurgular. Nitekim gündelik yaşamımız çoğu zaman yanılsamalarla doludur ve belki de felsefi bir yaşam, bu hastalıklı algıya bir tür çare sunabilir.
Kaynakça
- [i] https://aeon.co/essays/we-should-look-closely-at-what-adam-smith-actually-believed
- [ii] https://aeon.co/ideas/how-adam-smith-became-a-surprising-hero-to-conservative-economists
- [iii] Tribe, K. (2008). “Das Adam Smith Problem” and the origins of modern Smith scholarship. History of European Ideas, 34(4), 514–525. https://doi.org/10.1016/j.histeuroideas.2008.02.001
Blake Smith – “Adam Smith warned us about sympathising with the elites“, (Erişim Tarihi: 01.02.2025)
Çeviren: Hüseyin Özer
Çeviri Editörü: Alparslan Bayrak