Temmuz 2022’de Tricontinental: Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü direktörü Vijay Prashad Küba’da Casa De Las Americas enstitüsünde bir konferansa katılmıştır. Buradaki tezler, bu konuşmanın temalarından yola çıkmakta ve onları genişletmektedir.
***
Birinci Tez: Tarihin Sonu. SSCB’nin ve Doğu Avrupa’daki komünist devlet sisteminin 1991’de çöküşüne Küresel Güney’de 1982’de Meksika’nın borçlarını ödeyememesiyle başlayan korkunç bir borç krizi eşlik etti. Bu iki olay – SSCB’nin çöküşü ve Üçüncü Dünya Projesi’nin zayıflığı – 1990’larda ABD emperyalizminin ve ABD güdümlü küreselleşme projesinin saldırısıyla devam etti. Sol için bu on yıl, geleneklerimizin ve örgütlerimizin kendilerinden şüphe duydukları ve dünya çapında belirgin rotasını kolayca ilerletemediği bir zayıflık dönemiydi. ABD emperyalizminin ideologları, tarihin sona erdiğini ve ileriye dönük tek olasılığın ABD projesinin ilerlemesi olduğunu ifade etti. Sovyet liderliğinin teslimiyetinin sola verdiği ceza ağır oldu ve yalnızca birçok sol partinin ortadan kaybolmasına değil, aynı zamanda milyonlarca insanın Marksist düşüncenin netliğine olan güveninin zayıflamasına da yol açtı.
İkinci Tez: Fikirler Savaşı. 1990’lı yıllarda Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, Kübalı dostlarına Karl Marx ve Friedrich Engels’in Alman İdeolojisi (1846) adlı eserinden ödünç aldığı bir deyimle ‘fikirler savaşı’ yapmaları çağrısında bulundu.[1]Castro’nun bu ifadeyle kastettiği şey, solcuların neoliberal ideolojinin yükselen dalgası karşısında sinmemeleri, aksine neoliberalizmin insanlığın temel açmazlarını çözmekten aciz olduğu gerçeğine güvenle yaklaşmaları gerektiğiydi. Örneğin, neoliberalizmin acımasız açlık gerçeğine verecek bir cevabı yoktur: 15 milyara insana yetecek kadar yiyeceğin bulunduğu bir gezegende 7,9 milyar insan yaşamaktadır ve buna rağmen yaklaşık 3 milyar insan açlık çekmektedir. Bu gerçek ancak sosyalizm tarafından ele alınabilir, hayırseverlik endüstrisi tarafından değil.[2] Fikirler Savaşı, çağımızın muammalarının – ve bunları ele almak için ortaya konan çözümlerin – burjuvazi tarafından tanımlanmasını önleme mücadelesini ifade eder. Bunun yerine, sosyalizmin siyasi güçleri çok daha gerçekçi ve inandırıcı bir değerlendirme ve çözümler sunmaya çalışmalıdır. Örneğin Castro 1979’da Birleşmiş Milletler’de ‘insan hakları’ ve ‘insanlık’ fikirleri hakkında büyük bir duygusallıkla konuşmuştur:
Sık sık insan haklarından söz edilir, ancak insanlığın haklarından da söz etmek gerekir. Neden başkaları lüks otomobillerde seyahat edebilsin diye bazı insanlar yalınayak dolaşsın? Neden başkaları 70 yıl yaşayabilsin diye bazıları 35 yıl yaşasın? Neden başkaları aşırı zengin olsun diye bazıları sefil bir şekilde yoksul olsun? Dünyada bir parça ekmeği olmayan çocuklar adına konuşuyorum. İlacı olmayan hastalar adına konuşuyorum. Yaşam hakkı ve insanlık onuru elinden alınmış olanlar adına konuşuyorum.[3]
Castro 1990’larda Fikirler Savaşına geri döndüğünde sol, günümüzde de ideolojik sorunlar yaratmaya devam eden birbiriyle bağlantılı iki eğilimle karşı karşıya kaldı:
1- Post-Marksizm. Marksizmin ‘büyük anlatılara’ (sosyalizm için kapitalizmi aşmanın önemi gibi) fazla odaklandığı ve dünyayı anlamak için parçalı hikayelerin daha doğru olacağı fikri gelişti. İşçi sınıfı ve köylülüğün toplumda ve devlet kurumları üzerinde iktidar elde etme mücadeleleri bir başka yanlış ‘büyük anlatı’ olarak görülürken, sivil toplum kuruluşlarının parçalı politikaları daha uygulanabilir olarak değerlendirildi. İktidardan mücadelesinden hizmet sunumuna ve reform siyasetine geri çekilme Marx’ın ötesine geçme adına yapıldı. Ancak bu argüman – Marx’ın ötesine geçmek – merhum Aijaz Ahmad’ın da işaret ettiği gibi, aslında Marx öncesi döneme geri dönme, tarihsel materyalizmin gerçeklerini ve kapitalist vahşet ve çöküşün tarihsel olumsuzlaması olarak sosyalizmi inşa etmenin zig-zaglı olasılığını ihmal etme argümanıydı. Post-Marksizm idealizme ve mükemmeliyetçiliğe bir dönüştü.
2- Post-kolonyalizm. Solun bazı kesimleri, sömürgeciliğin etkisinin hiçbir dönüşümün mümkün olamayacağı kadar büyük olduğunu ve sömürgecilikten sonra ne olabileceğine dair tek cevabın geçmişe dönüş olduğunu savunmaya başladı. Marksist José Carlos Mariátegui’nin 1928’de yerlilik fikri hakkında ileri sürdüğü gibi, geçmişi bir kaynak olarak değil, bir hedef olarak ele aldılar. Sömürgecilik sonrası teorinin çeşitli damarları gelişti, bunlardan bazıları genellikle yeni sömürgecilik sonrası ulusların yurtsever entelektüellerinin ve ulusal kurtuluş devrimci geleneğinin (Frantz Fanon gibi yazarların temelini oluşturduğu) en iyi metinlerinden alınan özgün içgörüler sunuyordu. 1990’lara gelindiğinde, daha önce Üçüncü Dünya’da devrimci değişime kendini adamış olan post-kolonyal gelenek, artık devrimci imkansızlığı destekleyen Kuzey Atlantik üniversite akımlarına kapılmıştı. Bu yeni geleneğin bir parçası olan Afro-pesimizm, en uç versiyonunda, Afrika kökenli insanlar için hiçbir değişim olasılığı olmayan ıssız bir ‘toplumsal ölüm’ manzarası öneriyordu. Sömürgecilik karşıtı düşünce ya da sömürgecilik karşıtlığı, demokrasi gibi pek çok insani kavramın sömürgeci ‘güç matrisi’ ya da ‘modernite matrisi’ tarafından tanımlandığı iddiasını kabul ederek kendisini Avrupa düşüncesine hapsetti. Sömürgecilik karşıtı düşünce metinleri, zamanımızın sömürgecilik karşıtı mücadelelerine dayanan bir gelenek üretemeyerek tekrar tekrar Avrupa düşüncesine geri döndü. Post-kolonyalizmin bu varyantlarında değişimin gerekliliği askıya alındı.
Tek gerçek sömürgesizleştirme anti-emperyalizm ve anti-kapitalizmdir. Sömürgeci zihniyeti pekiştiren toplumsal üretim koşullarını da sömürgesizleştirmedikçe zihninizi sömürgesizleştiremezsiniz. Post-Marksizm toplumsal üretim gerçeğini ve toplumsallaştırılması gereken toplumsal zenginliğin inşa edilmesi ihtiyacını görmezden gelir. Afro-pesimizm, kalıcı ırkçılık nedeniyle böyle bir görevin başarılamayacağını öne sürer. Sömürgecilik karşıtı düşünce Afro-pesimizmin ötesine geçer ancak toplumsal üretim koşullarının sömürgecilikten arındırılması gerekliliğini göremediği için post-Marksizmin ötesine geçemez.
Üçüncü Tez: Hayal Gücünün Başarısızlığı. 1991’den 2000’lerin başına kadar olan dönemde, ulusal kurtuluş Marksizminin geniş geleneği, post-Marksizm ve post-kolonyal teori tarafından ekilen şüphelere cevap veremeyerek kendini düzleşmiş hissetti. Bu Marksizm geleneği, devrimci hareketlerin ve Üçüncü Dünya hükümetlerinin birbirlerine yardımcı olduğu ve hatta Birleşmiş Milletler kurumlarının bu fikirlerin bazılarını ilerletmek için çalıştığı daha önceki dönemde sağlanan türden bir kurumsal desteğe artık sahip değildi. Dünya Sosyal Forumu gibi sol enternasyonalizm biçimlerini filizlendirmek için geliştirilen platformlar, halk hareketlerinin niyetleri konusunda net olmaya isteksiz görünüyordu. Örneğin Dünya Sosyal Forumu’nun sloganı ‘başka bir dünya mümkün’ idi ki bu zayıf bir ifadeydi çünkü başka bir dünya faşizmle de tanımlanabilirdi. ‘Sosyalizm gereklidir’ gibi kesin bir slogan geliştirmek için çok az istek vardı.
Cephanesinin çoğunu anarşizm biçimlerinden alan post-Marksist düşüncenin en büyük sorunlarından biri, devlet iktidarına ilişkin arınmacı kaygı olmuştur. Post-Marksist düşünce, devletin daha iyi yönetilmesini savunmak için devlet iktidarının sınırlılıklarını kullanmak yerine, devlet üzerinde iktidar sağlamaya yönelik her türlü girişime karşı çıkmıştır. Bu, açlık ve cehaletin inatçı gerçeklerine katlanmak zorunda olmayan, küçük ölçekli karşılıklı yardımlaşma veya hayırseverlik biçimlerinin, açlığı ortadan kaldırmaya yönelik devlet projeleri gibi ‘otoriter’ olmadığını iddia edenlerin ayrıcalıklarından kaynaklanan bir argümandır. Bu, açlığın inatçı gerçeklerini ve insan onuru ve refahına yönelik diğer saldırıları ortadan kaldırma olasılığından vazgeçen bir arınmışlık argümanıdır. Küçük ölçekli hayırseverlik ve karşılıklı yardımlaşma biçimlerinin toplumun önündeki devasa zorluklar üzerinde ihmal edilebilir bir etkiye sahip olduğu yoksul ülkelerde, devlet iktidarının ele geçirilmesinden ve bu iktidarın eşitsizlik ve sefaletin inatçı gerçeklerini temelden ortadan kaldırmak için kullanılmasından daha az bir şey garanti edilemez.
Sosyalizm sorununa yaklaşmak, ideolojik hegemonya ve devlet üzerindeki kontrol için burjuvaziye karşı koymak amacıyla bir araya getirilmesi gereken siyasi güçlerin yakından değerlendirilmesini gerektirir. Bu güçler, neoliberal küreselleşmenin 1970’lerden itibaren üretimi küresel bir montaj hattı boyunca yeniden düzenleyerek endüstriyel üretimi dünya çapında parçalamasıyla önemli bir gerileme yaşadı. Bu durum en önemli, yüksek yoğunluklu sektörlerde sendikaları zayıflattı ve proleter iktidarı inşa etmek için olası bir strateji olarak kamulaştırmayı geçersiz kıldı. Örgütsüz, sendikasız, işe gidip gelme süreleri ve iş günleri uzun olan uluslararası işçi sınıfının tamamı kendini güvencesizlik içinde buldu.[4] Uluslararası Çalışma Örgütü bu kesimi prekarya – güvencesiz proletarya olarak adlandırmaktadır. İşçi sınıfının ve köylülüğün, işsizlerin ve zar zor istihdam edilenlerin örgütsüz güçleri, sermaye güçleriyle doğrudan yüzleşmek için mücadelelerinden gerekli teori ve güveni inşa etmeyi neredeyse imkansız bulmaktadır.
İşçi sınıfı ve köylü hareketleri için en önemli derslerden biri Hindistan’da kuluçkaya yatan mücadelelerden gelmektedir. Geçtiğimiz on yıl boyunca, yılda 300 milyon işçiyi kapsayan genel grevler yapıldı. 2020-2021’de milyonlarca çiftçi bir yıl süren bir greve gitti ve bu grev hükümeti tarımsal işi aşırı ücretlendirmeye yönelik yeni yasalarından geri adım atmaya zorladı. Çiftçi hareketi ve sendikal hareket, sendikal yoğunluğun çok düşük olduğu ve işçilerin %90’ından fazlasının kayıt dışı sektörde yer aldığı bir bağlamda bunu nasıl başardı?[5] Kayıt dışı çalışanların – özellikle de bakım sektöründeki kadın çalışanların – öncülük ettiği mücadeleler sayesinde, sendikalar son yirmi yıl içinde kayıt dışı çalışanların – yine özellikle kadın çalışanların – sorunlarını tüm sendikal hareketin sorunları olarak ele almaya başlamıştır. İş güvencesinin kalıcılığı, uygun ücret sözleşmeleri, kadın işçiler için saygınlık ve benzeri konulardaki mücadeleler, işçilerin tüm farklı kesimleri arasında güçlü bir birlik oluşturdu. Hindistan’da gördüğümüz başlıca mücadeleler, militanlıkları artık sendikal yapıların örgütlü gücü aracılığıyla kanalize edilen bu kayıt dışı işçiler tarafından yürütülmektedir. Küresel işgücünün yarısından fazlası kadınlardan oluşmaktadır – kadınlar kendilerini ilgilendiren meseleleri kadın meselesi olarak değil, tüm işçilerin uğruna mücadele etmesi ve kazanması gereken meseleler olarak görmektedir. Bu durum, ırk, kast ve diğer toplumsal ayrımlar doğrultusunda çalışanların onuruyla ilgili meseleler için de aynıdır. Ayrıca sendikalar, su hakkı, kanalizasyon bağlantıları, çocuklar için eğitim ve her türlü hoşgörüsüzlükten uzak olma hakkını savunarak, işyeri dışında sosyal yaşamı ve toplum refahını etkileyen konuları da ele almaktadır. Bu ‘toplumsal’ mücadeleler işçilerin ve köylülerin yaşamlarının ayrılmaz bir parçasıdır; sendikalar bu mücadelelere girerek kolektif yaşamı kurtarma projesine kök salmakta ve sosyalizme doğru ilerlemek için gerekli toplumsal dokuyu inşa etmektedir.
Dördüncü Tez: Kaynağa Dönüş. Ulusal kurtuluşçu Marksist geleneğin en iyi yönlerine geri dönmenin zamanı gelmiştir. Kökleri Marksizm-Leninizm’e dayanan bu gelenek, yoksul uluslardaki yüz milyonlarca işçi ve köylünün mücadeleleriyle her zaman genişlemiş ve derinleşmiştir. Bu mücadelelerin teorileri José Carlos Mariátegui, Ho Chi Minh, EMS Namboodiripad, Claudia Jones ve Fidel Castro gibi kişiler tarafından geliştirilmiştir. Bu geleneğin iki temel yönü vardır:
- 1- ‘Ulusal kurtuluş’ kelimelerinden, egemenlik anahtar kavramını elde ederiz. Bir ulusun ya da bölgenin toprakları emperyalist tahakküme karşı egemen olmalıdır.
- 2- Marksizm geleneğinden haysiyet anahtar kavramını alırız. Haysiyet için mücadele, ücret sisteminin bozulmasına ve eski, sefil, kalıtsal toplumsal hiyerarşilere (ırk, cinsiyet, cinsel yönelim vb. çizgiler de dahil olmak üzere) karşı mücadele anlamına gelir.
Beşinci Tez: ‘Biraz Esnetilmiş’ Marksizm. Marksizm sömürgecilik karşıtı mücadelelere doğrudan Marx aracılığıyla değil, daha doğru bir ifadeyle Vladimir Lenin ve Komünist Enternasyonal’in Marksist gelenekte yaptığı önemli gelişmeler aracılığıyla girmiştir. Fanon, Marksizmin Avrupa bağlamının dışına çıktığında ‘biraz esnediğini’ söylediğinde, aklında bunu kasteder.[6] Beş temel unsur, geniş bir siyasi güç yelpazesinde bu ‘biraz esnetilmiş’ Marksizmin karakterini tanımlamaktadır:
- 1- İlk Marksistler için liberalizmin insanlığın ikilemlerini, kapitalizm altında yaşamın inatçı gerçeklerini (açlık ve sağlıksızlık gibi) çözemeyeceği açıktı. Hiçbir kapitalist devlet projesi bu ikilemlerin çözümünü çalışmalarının merkezine koymamış, bunun yerine hayırseverlik endüstrisine bırakmıştır. Kapitalist devlet projeleri ‘insan hakları’ fikrini soyutlamaya iterken, Marksistler ancak bu ikilemlerin aşılması halinde dünyada insan haklarının tesis edilebileceğini kabul etmişlerdir.
- 2- Modern endüstriyel üretim biçimi bu aşmanın önkoşuludur çünkü yalnızca bu üretim biçimi toplumsallaştırılabilecek yeterli toplumsal zenginliği üretebilir. Sömürgecilik, sömürgeleştirilen dünyada üretici güçlerin gelişmesine izin vermemiş, dolayısıyla sömürgelerde bu ikilemleri aşmak için yeterli toplumsal zenginliğin yaratılmasını imkansız hale getirmiştir.
- 3- Sömürgelerdeki sosyalist proje hem sömürgeciliğe (ve dolayısıyla egemenliğe) hem de kapitalizme ve onun toplumsal hiyerarşilerine (ve dolayısıyla haysiyete) karşı mücadele etmek zorundaydı. Bunlar ulusal kurtuluş Marksizminin iki temel yönü olmaya devam etmektedir.
- 4- Sömürgelerde sanayi kapitalizminin ve dolayısıyla yeterince büyük sayıda sanayi işçisinin (proletarya) gelişmemiş olması nedeniyle, köylülük ve tarım işçileri sosyalizmin tarihsel bloğunun önemli bir parçası olmak zorundaydı.
- 5- Sosyalist devrimlerin, üretici güçlerin daha iyi geliştiği zengin bölgelerde değil, dünyanın daha yoksul bölgelerinde – Rusya, Vietnam, Çin, Küba – gerçekleştiğini kaydetmek önemlidir. Bağımsızlığını kazanan ve sol hükümetler kuran yoksul ülkelerdeki devrimci güçlerin ikili görevi, üretici güçleri inşa etmek ve üretim araçlarını toplumsallaştırmaktı. Bu ülkelerde halkın eylemiyle şekillenen ve desteklenen hükümetler, ilk kuşak Marksistlerin öngördüğünden çok daha karmaşık bir tarihsel misyona sahipti. Sosyalist inşaya yönelik deneysel bir tutumun ortaya çıktığı bu yerlerden yeni ve sınırsız bir Marksizm doğdu. Ancak sosyalist inşadaki bu gelişmelerin birçoğu teori haline getirilmedi; bu da ulusal kurtuluş Marksizminin teorik geleneğinin Üçüncü Dünya’daki sosyalist pratiğe yönelik hem post-Marksist hem de post-kolonyal saldırıya karşı koymak için tam olarak hazır olmadığı anlamına geliyordu.
Altıncı Tez: İnsanlığın İkilemleri. Açlık ve eğitimsizlikten iklim felaketinin giderek daha sık görülen sonuçlarına kadar dünyanın karşı karşıya olduğu korkunç durum hakkında düzenli olarak raporlar geliyor. İnsanlığın bu derin ikilemlerini çözmek için harcanabilecek toplumsal zenginlik, silahlara ve vergi cennetlerine heba edilmektedir. Birleşmiş Milletler’in açlığı sona erdirmeyi ve barışı teşvik etmeyi amaçlayan 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi (SKH) için yılda 4.2 trilyon dolar harcanması gerekmektedir, ancak mevcut durumda bu miktarın çok küçük bir kısmı bu hedefler için harcanmaktadır.[7] Pandemi ve dört nala koşan enflasyonla birlikte, SKH’lere daha da az para gidecek ve insan refahını, egemenliğini ve haysiyetini ölçen kriterler giderek daha da uzaklaşacak. İnsanlığın en büyük çıkmazı olan açlık artık ortadan kaldırılabilecek gibi görünmüyor (2021’de mutlak yoksulluğun sona erdirildiği Çin hariç).[8] Günümüzde yaklaşık 3 milyar insanın günlük açlığın çeşitli biçimleriyle mücadele ettiği tahmin edilmektedir.[9]
Zambiya örneğini ve okuma yazma bilmemeyi ortadan kaldırmaya yönelik dördüncü SKH’yi ele alalım. Copperbelt’te 1 ila 4. sınıflardaki çocukların yaklaşık %60’ı okuyamıyor.[10] Bu bölge, elektronik cihazlarımız için gerekli olan dünya bakırının büyük bir kısmını üreten bir bölge. Bu çocukların ebeveynleri bakırı dünya piyasasına taşıyor ama çocukları okuyamıyor. Ne post-Marksizm ne de post-kolonyalizm okuma yazma bilmeme gerçeğine ya da bu ebeveynlerin çocuklarının okuyabilmesi için gösterdikleri kararlılığa değiniyor. Bununla birlikte, egemenlik ve haysiyete dayanan ulusal kurtuluş Marksizmi teorisi bu soruları ele almaktadır: Zambiya’nın bakır üretimini kontrol etmesini ve daha yüksek telif ücreti almasını (egemenlik) ve Zambiya işçi sınıfının artı değerden daha fazla pay almasını (haysiyet) talep etmektedir. Daha fazla egemenlik ve haysiyet, insanlığın karşı karşıya olduğu ikilemleri çözmenin yollarıdır. Ancak toplumsal zenginliği bu temel ilerlemeler için harcamak yerine, mülk sahibi olanlar, ayrıcalık ve güç kullananlar silahlara yılda 2 trilyon dolardan fazla ve güvenlik güçlerine (ordudan polise) trilyonlar harcamaktadır.[11]
Yedinci Tez: Irkçılığın ve Patriyarkanın Rasyonelliği. Kapitalizm koşulları altında ırkçılık ve patriyarka yapılarının rasyonel kaldığını belirtmek önemlidir. Bu durum neden böyledir? Marx, Kapital‘de (1867) artı değerin elde edilmesine ilişkin iki biçimi detaylandırmış ve üçüncü bir biçime işaret etmiştir. İlk iki biçim (mutlak artı değer ve göreli artı değer) ayrıntılı olarak tanımlanmış ve analiz edilmiş, iş günü boyunca zaman hırsızlığının ücretli işçiden nasıl mutlak artı değer elde ettiğine ve verimlilik artışlarının işçilerin ücretlerini üretmeleri için gereken süreyi nasıl kısalttığına ve ürettikleri artı değer miktarını nasıl artırdığına (göreli artı değer) işaret edilmiştir. Marx ayrıca, bazı durumlarda işçilere, o tarihsel dönemdeki herhangi bir medeni ücret anlayışının haklı çıkarabileceğinden daha az ücret ödendiğini yazarak üçüncü bir çıkarma biçimi daha önermiştir. Kapitalistlerin “işçinin ücretini emek gücünün değerinin altına düşürmeye” çalıştığını belirtmiş, ancak analizinde emek gücünün tam değerinden alınıp satılması gerektiğinin önemi nedeniyle bu biçimi daha fazla tartışmamıştır.[12]
Süper sömürü olarak adlandırdığımız bu üçüncü husus, emperyalizm tartışmasının merkezinde yer aldığı için analizimiz açısından önemsiz değildir. Ücretlerin bastırılması ve hammadde çıkarımı için imtiyaz ödemelerinin arttırılmasının reddedilmesi nasıl gerekçelendirilmektedir? Dünyanın belirli bölgelerinde insanların yaşam beklentilerinin daha düşük olduğu ve bu nedenle toplumsal gelişimlerinin ihmal edilebileceği şeklindeki sömürgeci argümanla. Bu sömürgeci argüman, ‘kadın işi’ olduğu gerekçesiyle ya hiç ödenmeyen ya da çok düşük ödenen bakım işlerini yapan kadınların ücretlerinin çalınması için de aynı şekilde geçerlidir.[13] Sosyalist bir proje, ırkçılık ve patriyarka yapıları tarafından tuzağa düşürülmez, çünkü kapitalistin artı değerden aldığı payı arttırmak için bu yapılara ihtiyaç duymaz. Ancak, kapitalist sistem tarafından derinleştirilen bu yapıların yüzyıllar boyunca varlığını sürdürmesi, sadece yasalarla değiştirilmesi zor alışkanlıklar yaratmıştır. Bu nedenle ırkçılık ve patriyarka yapılarına karşı siyasi, kültürel ve ideolojik bir mücadele yürütülmeli ve en az sınıf mücadelesi kadar önemsenmelidir.
Sekizinci Tez: Kolektif Yaşamı Kurtarmak. Neoliberal küreselleşme, birbiriyle bağlantılı iki süreç aracılığıyla kolektif yaşam duygusunu yok etmiş, atomize haline getirmiş ve umutsuzluğunu derinleştirmiştir:
- 1- Sendikal hareketi ve sendikacılıkta kök salmış kamusal eylem ve işyeri mücadelesinin içerdiği sosyalist olasılıkları zayıflatarak.
- 2- Yurttaş fikrinin yerine tüketici fikrini koyarak – başka bir deyişle, insanların esas olarak mal ve hizmet tüketicileri olduğu ve insan öznelliğinin en iyi şeylere duyulan arzu aracılığıyla değerlendirilebileceği fikrini koyarak.
Toplumsal kolektivitenin çöküşü ve tüketimciliğin yükselişi umutsuzluğu sertleştirmekte ve bu da çeşitli geri çekilme türlerine dönüşmektedir. Bunun iki örneği: a) toplumsal hizmetlerin geri çekilmesi, bakım işlerinin aile üzerindeki yükünün artması, işe gidip gelme sürelerinin ve iş günlerinin giderek uzaması nedeniyle üzerlerindeki baskıyı kaldıramayan aile ağlarına çekilme; b) din ya da yabancı düşmanlığı gibi yollarla toplumsal zehirlenme biçimlerine yönelme. Bu yollar kolektif yaşamı örgütlemek için fırsatlar sunsa da insani ilerleme için değil, toplumsal olasılıkların daraltılması için örgütlenmektedir.
Kolektif yaşam nasıl kurtarılabilir? Toplumsal rahatlama ve kültürel neşeye dayanan kamusal eylem biçimleri bu kasvete karşı önemli bir panzehirdir. Sol geleneklere dayanan kamusal eylem günlerinin her hafta ve her ay gerçekleştiğini ve giderek daha fazla insanı kolektif yaşamı kurtaran faaliyetleri birlikte gerçekleştirmeye çektiğini hayal edin. Uluslararası Sol Yayıncılar Birliği tarafından, Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto‘yu yayınladıkları gün olan 21 Şubat 2020’de ilan edilen Kırmızı Kitaplar Günü bu tür etkinliklerden biridir. İlk Kızıl Kitaplar Günü olan 2020’de, dünya çapında birkaç yüz bin kişi halka açık yerlere giderek manifestoyu Korece’den İspanyolca’ya kadar farklı dillerinde okudu. 2021 yılında pandemi nedeniyle etkinliklerin çoğu çevrimiçi hale geldi ve Kırmızı Kitaplar Günü’ne kaç kişinin katıldığını tam olarak söyleyemiyoruz, ancak 2022’de yaklaşık dörtte üç milyon kişi çeşitli etkinliklere katıldı.
Pandemi sırasında Kerala’da (Hindistan) sendikalar, gençlik örgütleri, kadın örgütleri ve öğrenci birlikleri lavabo inşa etmek, maske dikmek, topluluk mutfakları kurmak, yiyecek dağıtmak ve her bireyin ihtiyaçlarının dikkate alınabilmesi için evden eve anketler yapmak üzere kamusal alana çıktıklarında kolektif yaşamı kurtarmanın bir parçası canlı bir şekilde sergilendi.[14]
Dokuzuncu Tez: Duyguların Savaşı. Fidel Castro 1990’larda Fikirler Savaşı kavramı etrafında bir tartışmayı kışkırttı; neoliberal insan yaşamı anlayışlarının bayağılıklarına karşı düşüncede sınıf mücadelesi. Fidel’in bu dönemdeki konuşmalarının önemli bir kısmı sadece ne söylediği değil, nasıl söylediğiydi; her kelimesi insanlığın mülkiyet, ayrıcalık ve iktidarın pençelerinden kurtulmasına adanmış bir insanın büyük şefkatiyle doluydu. Aslında Fikirler Savaşı sadece fikirlerin kendisiyle ilgili değil, aynı zamanda bir ‘duygular savaşı’yla, duyguların damak tadını açgözlülük saplantısından empati ve umut düşüncelerine kaydırma girişimiyle ilgiliydi.
Çağımızın gerçek sorunlarından biri, burjuvazinin kültür endüstrilerini, eğitim ve inanç kurumlarını kullanarak dikkatleri gerçek sorunlarla ilgili esaslı tartışmalardan -ve toplumsal ikilemlere ortak çözümler bulmaktan- uzaklaştırıp hayali sorunlarla ilgili bir saplantıya yöneltmesidir. Marksist filozof Ernst Bloch 1935’te bu durumu, gerçekleşmesi imkânsız fantezilerin maskelenmesi için bir dizi fantezinin tohumlanması anlamına gelen ‘tatmin dolandırıcılığı’ olarak adlandırmıştır. Bloch, toplumsal üretimin faydasının, ‘proleter gerçeklere karşı gotik rüyalar kullanan büyük kapitalist üst tabaka tarafından toplandığını’ yazmıştır.[15] Eğlence endüstrisi proleter kültürü, kapitalist sistem altında gerçekleştirilemeyen özlemlerin asidiyle aşındırır. Ayrıca bu özlemler herhangi bir işçi sınıfı projesini zayıflatmak için yeterlidir.
Kapitalizm altında bozulmuş bir toplum, atomizasyon ve yabancılaşma, ıssızlık ve korku, öfke ve nefret, kızgınlık ve başarısızlıkla dolu bir toplumsal yaşam üretir. Bunlar kültür endüstrileri (“siz de sahip olabilirsiniz!”), eğitim kurumları (“açgözlülük başlıca hareket ettiricidir”) ve neo-faşistler (“göçmenlerden, cinsel azınlıklardan ve hayallerinizi reddeden herkesten nefret edin”) tarafından şekillendirilen ve teşvik edilen çirkin duygulardır. Bu duyguların toplum üzerindeki etkisi neredeyse mutlaktır ve neo-faşistlerin yükselişi de bu gerçeğe dayanmaktadır. Anlamın içi boşalmış gibi hissedilmektedir, bu, belki de artık miadını doldurmuş bir gösteri toplumunun sonucudur.
Marksist bir perspektiften bakıldığında kültür, insan gerçekliğinin yalıtılmış ve zamansız bir yönü olarak görülmediği gibi duygular da kendi başlarına bir dünya olarak ya da tarihin gelişmelerinin dışında görülmez. İnsan deneyimleri maddi yaşam koşulları tarafından tanımlandığından, yoksulluk insan yaşamının bir özelliği olduğu sürece kader fikirleri de varlığını sürdürecektir. Eğer yoksulluk aşılırsa, o zaman kadercilik daha az güvenli bir ideolojik temele sahip olacaktır, ancak otomatik olarak yerinden edilmeyecektir. Kültürler çelişkilidir; sınıf hiyerarşisini yeniden üretmek ile toplumsal hiyerarşi unsurlarına direnmek arasında gidip gelen eşitsiz bir toplumun sosyal dokusundan bir dizi unsuru eşitsiz yollarla bir araya getirir. Egemen ideolojiler, ideolojik aygıtların dokunaçları aracılığıyla kültürü bir gelgit dalgası gibi sarar ve işçi sınıfı ile köylülüğün gerçek deneyimlerini bastırır. Sonuçta, yeni kültürler sınıf mücadelesi ve sosyalist projelerin yarattığı yeni toplumsal oluşumlar aracılığıyla yaratılacaktır – sadece hüsnükuruntu ile değil.
1917’de Rusya’dan 1959’da Küba’ya kadar her devrimci sürecin ilk yıllarında kültürel çiçeklenmenin neşe ve olasılık duygularıyla, yoğun yaratıcılık ve deneysellikle doyurulduğunu hatırlamak önemlidir. Açgözlülük ve nefretin korkunç duygularından başka bir şeye açılan bir pencere sunan da bu duyarlılıktır.
Onuncu Tez: Geleceği Hayal Etmeye Cesaret Edin. Sovyet sonrası dönemin kalıcı mitlerinden biri, kapitalizm sonrası bir geleceğin mümkün olmadığıdır. Bu mit bize, ‘tarihin sonu’ duyarlılığı ile ekonomi ve siyaset teorisi gibi alanlarda ortodoksluğun güçlenmesine yardımcı olan ve post-kapitalizm hakkında açık tartışmaları engelleyen, zafer kazanmış ABD entelektüel sınıfının içinden gelmiştir. Ortodoks ekonomi, 2007-08’deki topyekün ekonomik çöküş de dahil olmak üzere krizlerin yaygınlığını açıklayamadığında bile, alanın kendisi meşruiyetini korudu. Bu mitler, felaket ve distopya filmlerinin sosyalist dönüşümden ziyade gezegensel yıkım önerdiği Hollywood filmleri ve televizyon şovları tarafından popüler hale getirildi. Dünyanın sonunu hayal etmek sosyalist bir dünyayı hayal etmekten daha kolaydır.
Ekonomik çöküş sırasında, ‘batmak için çok büyük’ ifadesi kamu bilincine yerleşerek kapitalizmin ebedi doğasını ve temellerini sarsmaya çalışmanın bile tehlikelerini pekiştirdi. Sistem durma noktasına geldi. Kemer sıkma politikaları güvencesizleri hırpaladı. Küçük işletmeler kredi yokluğundan çöktü. Yine de kapitalizmin ötesine geçmeyi düşünen bir kitle yoktu. Dünya devrimi yakın ufukta görülmüyordu. Bu kısmi gerçeklik, şimdi ebedi görünen bu sistemin – başarısız olmak için çok büyük – ötesine geçme olasılığına dair çok fazla umudu boğdu. Geleneklerimiz kötümserliğe karşı çıkarak, umudun müdahalelerimizi baştan sona yapılandırması gerektiğine işaret eder. Peki ama bu umudun maddi temeli nedir? Bu temel üç seviyede bulunabilir:
- 1- Açlığın ve eğitimsizliğin, evsizliğin ve haysiyetsizliğin inatçı gerçekleri görünmez kılınamaz. Bu inatçı gerçeklerin üzerine gidilmediği sürece ne temel haklarından mahrum bırakılanlar susacak ne de maddi koşulları ortadan kalkacaktır. Çaresizlik ve öfke bu inkârın ürünüdür.
- 2- Küresel üretimde – hem tarım ve sanayide hem de hizmet sektöründe – kaydedilen muazzam ilerlemeler, zorunluluğu aşan ve özgürlüğe kapı açan bir dünya hayal etmemizi sağladı. Sadece yasal bir buyrukla özgür olunamaz. Özgürlük, kapitalizm altında yaşamın inatçı gerçeklerinin aşılmasını gerektirir. On yıllardır, insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek kapasiteye sahip bir dünyada yaşıyoruz.
- 3- Küresel üretimdeki bu muazzam ilerlemeler sadece bilim ve teknolojideki gelişmeler sayesinde değil, aynı zamanda emeğin toplumsallaşması sayesinde de gerçekleşmiştir. Küreselleşme olarak bilinen şey, tüm süreci sermaye ve ölçeğe göre artan getiri açısından görmektedir. Küresel üretimdeki bu devasa ilerlemelerin, işçiler artık okyanuslar ötesinde birbirleriyle çalıştıkları için gerçekleştiğini ve emeğin bu toplumsallaşma sürecinin uluslararası işçi sınıfının bütünleşmesini gösterdiğini kabul etmemektedir. Emeğin bu toplumsallaşması, kendi küçük çıkarları için daha fazla ilerlemeyi engelleyen özel mülkiyetin dar ve boğucu sınırlarına karşıdır. Emeğin toplumsallaşması ile özel mülkiyet arasındaki çatışma, Marx’ın öngördüğü gibi, modern sosyalizmin temeli olan mülkiyetin toplumsallaştırılması mücadelesini derinleştirmektedir.
Kapitalizm çoktan başarısız oldu. Çağımızın temel sorularına, açlık ve cehalet gibi gözümüzün içine bakan bu katı gerçeklere yanıt veremiyor. Hayatta olmak yeterli değildir. İnsan yaşayabilmeli ve gelişebilmelidir. Devrimci bir dönüşüm talep eden ruh hali budur.
***
Ulusal kurtuluş Marksizmi geleneğimizi yeniden canlandırmamız ve aynı zamanda hareketlerimizin çalışmalarından gelen geleneğimizin teorisini detaylandırmamız gerekiyor. Ho Chi Minh ve Fidel’in, EMS Namboodiripad ve Claudia Jones’un teorilerine daha fazla dikkat çekmemiz gerekiyor. Onlar sadece yapmakla kalmadılar, aynı zamanda yenilikçi teoriler de ürettiler. Bu teoriler kendi çağdaş gerçekliğimizde geliştirilmeli ve test edilmelidir; Marksizmimizi yalnızca klasiklerden değil -ki bunlar yararlıdır- günümüzün gerçeklerinden yola çıkarak inşa etmeliyiz. Lenin’in ‘somut koşulların somut analizi’, somut, gerçek, tarihsel olgulara yakından dikkat etmeyi gerektirir. Zamanımızın daha gerçekçi değerlendirmelerine, sosyalist bir dünyanın gerekliliğini engellemek için askeri ve siyasi gücünü dayatan çağdaş emperyalizmin daha yakın bir yorumuna ihtiyacımız var. Tricontinental: Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün, Araştırma Enstitüsü Ağı aracılığıyla yakın işbirliği içinde çalıştığımız otuza yakın araştırma enstitüsünün ve Uluslararası Halklar Meclisi aracılığıyla kitlesel çizgileri Tricontinental’in araştırma gündeminin gelişimine yön veren 200’den fazla siyasi hareketin gündemi tam da budur.
Elbette sosyalizm sihirli bir şekilde ortaya çıkmayacaktır. Uğruna mücadele edilmeli ve inşa edilmeli, mücadelelerimiz derinleştirilmeli, toplumsal bağlarımız sıkılaştırılmalı, kültürlerimiz zenginleştirilmelidir. Şimdi birleşik bir cephenin, işçi sınıfı ve köylülüğün yanı sıra müttefik sınıfları bir araya getirmenin, işçilerin güvenini arttırmanın ve teorimizi netleştirmenin zamanıdır. İşçi sınıfı ve köylülüğün yanı sıra müttefik sınıfları birleştirmek için tüm sol ve ilerici güçlerin birliği gerekmektedir. Bu büyük tehlike zamanında bölünmelerimiz merkezi olmamalıdır; birliğimiz esastır. İnsanlık bunu talep etmektedir.
Kaynakça
- [1] Karl Marx and Friedrich Engels, The German Ideology (Moscow: Progress Publishers, 1968), 38.
- [2] Food and Agriculture Organisation, Building a Common Vision for Sustainable Food and Agriculture. Principles and Approaches (Rome: FAO, 2014); FAO, IFAD, UNICEF, WFP and WHO, The State of Food Security and Nutrition in the World 2022: Repurposing Food and Agricultural Policies To Make Healthy Diets More Affordable (Rome: FAO, 2022), vi.
- [3] Fidel Castro, Statement at the UN General Assembly, in capacity of NAM President, 12 October 1979, https://misiones.cubaminrex.cu/en/articulo/fidel-castro-human-rights-statement-un-general-assembly-capacity-nam-president-12-october.
- [4] Tricontinental: Institute for Social Research, In the Ruins of the Present, working document no. 1, 1 March 2018, https://thetricontinental.org/working-document-1/.
- [5] Govindan Raveendran and Joann Vanek, ‘Informal Workers in India: A Statistical Profile’, Statistical Brief 24 (Women in Informal Employment: Globalising and Organising, August 2020), 1; Tricontinental: Institute for Social Research, The Farmers’ Revolt in India, dossier 41, 14 June 2021, https://thetricontinental.org/dossier-41-india-agriculture/.
- [6] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth, trans. Richard Philcox (New York: Grove Press), 5.
- [7] Organisation for Economic Cooperation and Development, ‘Global Outlook on Financing for Sustainable Development 2021’, 9 November 2020, https://www.oecd.org/newsroom/covid-19-crisis-threatens-sustainable-development-goals-financing.htm.
- [8] Tricontinental: Institute for Social Research, Serve the People: The Eradication of Extreme Poverty in China, 23 July 2021, https://thetricontinental.org/studies-1-socialist-construction/.
- [9] FAO et al., The State of Food Security, vi.
- [10] Lusaka Times, ‘Over 60% Copperbelt Province Lower Primary Pupils Can’t Read and Write – PEO’, Lusaka Times, 18 January 2018, https://www.lusakatimes.com/2018/01/27/60-copperbelt-province-lower-primary-pupils-cant-read-write-peo/
- [11] Stockholm International Peace Research Institute, ‘World Military Expenditure Passes $2 Trillion for First Time’, SIPRI, 25 April 2022, https://www.sipri.org/media/press-release/2022/world-military-expenditure-passes-2-trillion-first-time.
- [12] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy – Volume I, trans. Ben Fowkes (London: Penguin Books, 2004), 670.
- [13] Tricontinental: Institute for Social Research, Uncovering the Crisis: Care Work in the Time of Coronavirus, dossier no. 38, 7 March 2021, https://thetricontinental.org/dossier-38-carework/.
- [14] Tricontinental: Institute for Social Research, CoronaShock and Socialism, CoronaShock no. 3, https://thetricontinental.org/wp-content/uploads/2020/07/20200701_Coronashock-3_EN_Web.pdf.
- [15] Ernst Bloch, Heritage of Our Times, trans. Neville and Stephen Plaice (Berkeley; Los Angeles: University of California Press, 1991), 103.
Vijay Prashad – “Ten Theses on Marxism and Decolonisation“, (Erişim Tarihi: 01.05.2024)
Çevirmen: Yener Çıracı
Bu içerik birdunyaceviriblog ile işbirliğimizin bir parçasıdır. Sitelerini ziyaret etmek için tıklayınız.