Uzun, çok uzun bir süredir insanlar bizi biz yapan şeyin ne olduğu konusunda kafa yoruyorlar: Bir şeylerin farkında olmamız, bilinçli olmamız, öğrenmemiz ve algılamamız nasıl mümkün olabiliyor? Kendimiz hakkında, özgür bir iradeye sahip olduğumuza ve özgür irademizden kaynaklanan seçimler yaptığımıza dair oldukça eski ve kadim bir duyguya sahibiz. Ama sonuçta tüm bunların beyinden kaynaklanması gerekiyor.
Yeni dönemin heyecan verici yanı, eskiden bilim tarafından asla yanıtlanamayacak felsefi sorular olarak düşünülen konularda gerçek bir ilerlemenin kaydediliyor olmasıdır. Beynimizin nasıl çalıştığına dair çok temel bazı şeyleri anlamamız artık mümkün görünüyor. Ve benim önsezim, bazı gerçek sürprizlerle karşılaşacağımız yönünde. Kendimizi çok farklı bir şekilde düşünmeye başlayacağız ve bence bu son derece heyecan verici.
Rasyonalite hakkındaki geleneksel bilgeliğin –ki bu hemen hemen tümdengelim yoluyladır– açıkça doğru olmadığını gösteren psikolojik veriler halihazırda mevcuttur. Bu, mantıktan çok daha karmaşık, içinden çıkılamaz ve sofistike –ve isterseniz güçlü– bir şeydir.
Kendimizi “Bunu yapmalı mıyım?” ya da “Bunu yapmamalı mıyım?” gibi bir karar üzerinde düşünürken düşünürüz. Karar verme ve problem çözme süreçlerinin daha çok sinir ağlarının işleyişine benzediği ortaya çıkabilir. Bu ağlardaki nöronlar sürekli etkileşime giriyor ve sonunda kararlı bir yapıda rahatlıyorlar ve bu da sizin cevabınız oluyor. Bundan sonra, iç gözlemsel olarak kendimize şöyle diyoruz: “Ah, her şeye rağmen Hawaii’ye gitmeye karar verdim.”
Nasıl karar verdiğimizi bu şekilde düşünmeye alışık değiliz. Seçim ve sorumluluğu çok farklı bir şekilde düşünmemiz gerekecek. Tüm yeni fikirler gibi bu da biraz korkutucudur. Eski fikirler bizim için özellikle yakın ve değerlidir; çünkü sonuçta bu, dünyanın düz olup olmadığı ya da güneşin dünyanın etrafında dönüp dönmediği ile ilgili bir teori değildir; bu bizimle ilgilidir -ne olduğumuz, nasıl çalıştığımız ve bizi biz yapan şeylerle ilgilidir. Ve insanlar bazen bunu oldukça üzücü bulmaktadır.
Bilimi görmezden gelmek
[Merhum fizikçi] Richard Feynman’ın Playboy dergisindeki bir röportajında yaptığı bir yorumdan ilham aldım. Feynman, filozofların günün bilimini görmezden gelmeleri halinde, anlamak istedikleri şeyleri anlamayı umut edemeyeceklerine dair çok sert ama çok doğru bir yorumda bulunmuştu.
Filozoflar hafıza hakkında spekülasyonlar yapar ve düşünürlerdi –yararlı bir cevap olacağını düşündükleri şeyin sınır koşullarını ortaya koyarlardı ve bunun gibi şeyler yaparlardı– ama bu her zaman davranış açısından olurdu. Genel olarak, filozoflar etin kendisine gerçek bir ilgi göstermiyorlardı. Sinirbilim ilginç değildi. Şimdi, hafıza bulmacası sinirbilimciler ve sinir ağı modelleyicileri tarafından bilimsel olarak çözülüyor. Bizi, eskiden bir tür koltuk değneği olarak kullandığımız metaforları artık bir kenara atabileceğimiz ve “Hadi beynin kendisini anlayalım” diyebileceğimiz bir noktaya getirdiler.
Filozoflar bazı konularda yanıldıklarını kabul etmek zorundadırlar. Hafızanın tek bir tür süreç olduğunu düşünüyorduk, ama şimdi görüyoruz ki hafızanın depolanmasının muhtemelen dört ya da beş farklı yolu var. Bana öyle geliyordu ki geleneksel felsefe yapma tarzı pek bir yere varmıyordu ve gerçekten beyne bakmam gerekiyordu.
Filozoflar geleneksel olarak henüz bilim haline gelmemiş alanlara bir düzen ve organizasyon getirmeye çalışan kişiler olmuştur. Artık fizik, kimya ve biyoloji birer bilim olduğuna göre, felsefe daha çok zihnin doğası ile ilgilidir. Ve benim hissiyatım, zihin/beyin bilimsel olarak giderek daha fazla anlaşıldıkça, filozofların kendilerine özgü olarak düşünecekleri daha az şey kalacağı yönündedir.
Bir dünya modeli
Hem filozofların hem de sinirbilimcilerin üzerinde birlikte çalışabilecekleri kritik soru, beyninizde dünyaya dair bir modeli nasıl temsil edebileceğinizdir –yalnızca uzay ve zaman dünyasını, diğer insanları ve nesneleri, ağaçları ve dağları değil, aynı zamanda kendi iç dünyanızı da: Zaman içinde genişleyen, belirli bir kişiliğe sahip, belirli arzuları ve faydalanabileceği bir hafıza deposu olan bir varlık olarak kendinize dair modeliniz.
Immanuel Kant, algının sadece pasif bir süreç olamayacağını, bir anlamda beynin dünyanın modelini inşa ettiğini, bir film parçasının görüntüyü pasif bir şekilde alması gibi beynin de görüntüyü pasif bir şekilde almadığını savunmuştur. Öyleyse büyük sorular şunlar: Beyinler dış ve iç dünyanın bu modellerini oluşturmak için temsilleri nasıl kullanır? Ve bu kendimizi nasıl düşündüğümüz konusunda ne anlama geliyor?
Tüm etik alanı, hem nörobilim hem de psikolojideki gelişmeler ışığında filozofların oldukça kapsamlı bir şekilde yeniden düşünmesi gereken bir alandır. Doğru olanın sadece çoğu insanın doğru olduğunu düşündüğü şey olduğunu söylemek istemezsiniz. Etik normlar bir anlamda sahip olduğumuz evrimsel geçmiş ve sahip olduğumuz beyin türleri nedeniyle bizden gelmektedir. Bir çocuğun beynine bazı şeylerin doğru olduğu, bazı şeylerin de doğru olmadığı kodlanmış değildir; öyle ya da böyle, neyin doğru neyin doğru olmadığına dair bu kavramları biz üretiriz. Bunu da muhtemelen diğer her şeyi öğrendiğimiz şekilde, sinir ağlarının sıklıkla öğrendiği şekilde, yani örneklerle karşılaşarak yaparız.
Ve tüm bu kavramlar her zaman evrim geçiriyor. Bu olgun yaşımda, diğer insanlarla nasıl etkileşim kurmam gerektiğine dair anlayışımı muhtemelen hala geliştiriyorum.
Patricia S. Churchland, “Philosophy in the Age of Neuroscience”, U.S. News and World Report – 27 Haziran, 1988.
Çevirmen: Yeşua Özçelik