1910 senesinde tamamlanan Youngstown Ohio’daki Rönesans uyanışçısı Mahoning County Adliye Binası her şehri gururlandırırdı. Binanın Honduras maunları, terracottası (pişmiş toprağı), 12 mermer kolonu ve yaklaşık 12 metre çapındaki vitray kubbesi bölgenin yüzyıl dönüşündeki (19’dan 20. yüzyıla geçiş için kullanılan bir tabir) orta ölçekli endüstriyel gücünün bir tanığı olarak ayakta durur. Market Caddesi’nin karşısında, 1995’te tamamlanan daha mütevazı federal adliye binası, o zamanın son dönem kurumsal ofis binası tarzını çağrıştırıyor: mavi-siyah camla rahatlatılmış beton ve panelli taş, oraya buraya dağılmış dekoratif kareler ve daireler.
Thomas D Lambros Federal Binası ve Adliye Binası, adını 1967 yılında ABD başkanı Lyndon B Johnson tarafından federal kürsüye atanan Ashtabula, Ohio’nun yerli sakini Yargıç Thomas Demetrios Lambros’tan (1930-2019) almıştır. ABD Genel Hizmetler İdaresi’nin web sitesi, Yargıç Lambros’u genel olarak tahkim olarak bildiğimiz ‘alternatif uyuşmazlık çözümü hareketinin öncüsü’ olarak anıyor. Ancak Youngstown ve Mahoning Vadisi halkı Yargıç Lambros’u farklı bir nedenden dolayı hatırlayabilir.
Lambros, 1979-80’de Birleşik Devletler Çelik Şirketi’nin Youngstown Works fabrikasında işten çıkarılan 3.500 çelik işçisinin açtığı ateşli ve çekişmeli bir davanın oturumuna başkanlık etti; ki bu işten çıkarılmalar şu anda Rust Belt olarak adlandırdığımız bölge boyunca kapatma dalgasının bir parçasıydı. Dava, US Steel şirketini, şirketi ya belediyeye ya da federal kredilerle tesisi işletmeye devam edecek ve onlara bağlı binlerce aileye maaş göndermeye devam edecek işçilere satmaya zorlamak için açılmış açıkçası umutsuz bir çabaydı.
İlk duruşmaların birinde Yargıç Lambros işçilerin avukatlarına neredeyse devrimci nitelikte kayda değer bir öneri ile yaklaştı. Eğer avukatlar, Youngstown halkının bu çelik endüstrisine hayatlarını verdikleri ve adadıkları göz önüne alındığında United States Steel, bir kurum olarak çelik endüstrisi, Youngstown komünitesi, Mahoning County halkı ve Mahoning Vadisi arasındaki uzun ve köklü ilişkiden tahakkuk eden edinilmiş mallara katılma rejim hakkı olduğu argümanını ileri sürerlerse bir şansları olabilirdi. Çünkü Yargıç, çelik üretiminin topluluk yaşamının çok merkezi bir parçası haline gelmesi nedeniyle, topluluğun çelik fabrikasına ne olacağına karar verme hakkına sahip olduğunu öne sürdü.
Dava kaybedildi. Youngstown davasında hüküm anına gelindiğinde Yargıç Lambros kendi önerisinin tersine bir karar verdi. ABD yasalarında basitçe işçilerin veya halkın gerçekten böyle bir edinilmiş mallara katılma rejim haklarına sahip olduğunu söyleyen bir emsal yoktu. Lambros halkın böyle bir hakka sahip olması gerektiğini kendisine söyleyen ahlaki duyguları ve yasada (o zamanki durum neyse günümüzde de aynısı) böyle bir hakkın olmadığını bulmasını gerektiren profesyonel yargıçlık görevi arasında kalmıştı. Youngstown Works temelli olarak kapandı.
Yargıç Lambros’un içine düştüğü derin tereddüt ve duygusal ikilem liberalizmin tam kalbinde yatan bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Bir yandan, liberal bir toplum vaadi eşitlerin toplumunun vaadidir. Öyle ki böyle bir toplumda insanlar kendi yaşamları hakkında kararlar vermek söz konusu olduğunda eşit hak ve yetkiye sahip olmanın yanı sıra toplumun kolektif idaresi noktasında da eşit katılımcılar olarak yer alırlar. Liberalizm bunu özgürlükleri koruyarak başaracağını öne sürer. Bunlardan bazıları kişisel özgürlüklerdir, saçıma nasıl bir biçim vereceğime, hangi dini yaşayacağıma, ne söyleyip söylemeyeceğime, hangi gruplara katılacağıma ve kendi mülkiyetimle ne yapacağıma dair kararları ben veririm. Bazı özgürlükler ise politiktir: Oy vererek, siyasi partilere katılarak, yürüyüş ve gösteri yaparak, seçimlerde aday olarak, köşe yazıları yazarak, davalara veya adaylara sunulacak desteği organize ederek toplumumuzun ve hükümetimizin gidişatını etkileme konusunda herkesle eşit şansa sahip olmalıyım.
Öte yandan, liberalizm kapitalizm ile genellikle aynı cümlede dile getirilir. Kapitalizm özel kişilerin veya şirketler gibi tüzel kişiliklerin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmasıyla karakterize edilen sosyal bir sistemdir. Liberalizmin hak ve özgürlükleri korumacılığıyla birleştirildiğinde bu, sahip olduğum şeyle, misal bozuk bir klima ünitesi ve gıcırdayan tekerlek rulmanları olan 2004 model bir Hyundai, ne yapacağıma nasıl karar verebileceğim gibi, US Steel tüzel kişiliğinin de aynısını yapabileceği anlamına geliyor. Sahip olduğu şeyle ne yapacağına karar verebilir ve o sahip olunan şey de Youngstown Works idi.
Liberalizmin kapitalizme olan görünürdeki bağlılığı, liberalizmin topluma olan vaatlerini gerçekleştirmesinin önünde engelleyici bir tehdit olarak duruyor. Bunu görebilmek için resmi siyasi süreçlerin toplumumuzun kendini yönetme yollarını tamamen kapsamadığını hatırlamak önemlidir. Bir toplumun ana vazifelerinden biri ekonomik üretimi organize etmektir. Biz insanoğlu bir şeyleri ortaya çıkaran bir türüz; aletler, konutlar, yiyecek, sanat, kültür, daha fazla insancıklar (bebekler) ve daha fazlasını yapıyoruz. Dahası, tüm bunları bizler birlikte müşterek bir faaliyet olarak yapıyoruz. Böylesi kooperatif üretim kaçınılmaz olarak bir işbölümü üretir: Bazıları avlanırken diğerleri toplar; bazıları balık tutarken bazıları tohum eker; Bazıları yapay zeka geliştirirken, diğerleri trafik ışıklarında otomobillerin camlarını siliyor.
Toplumlar endüstrileştikçe, kârlı üretim için gerekli olan üstün son teknolojileri satın alma kapasitesine ve ölçek ekonomilerine ulaşmak fazlasıyla pahalı hale gelir. Öyle ki yalnızca görece küçük bir insan veya kurum grubu için buna ulaşmak imkan dahilindedir. Bu da bizi yalnızca işbölümüne değil, sınıf ayrımlı bir topluma doğru götürür. Bazı insanlar, yani kapitalistler, toplumun zenginliğini üreten malzeme veya teknolojilere sahipken diğer insanlar, yani işçiler, belli bir ücret karşılığında kapitalistler için çalışmak zorundadır. Böylesi sınıf-ayrımlı bir toplumda, kapitalistler sadece toplumun genel gidişatını belirleyen ekonomik yatırım kararlarını vermekle kalmaz, aynı zamanda işçilerine ne yapacaklarını, ne zaman yapacaklarını, ne giyeceklerini, ne zaman tuvalet ihtiyaçlarını gidereceklerini ve internette ne yayınlayacaklarını söyleyen bilfiil özel diktatörler haline de gelirler. Kapitalistlerin tüm bunları yapma hakları olduğunu savunan liberalizm söz konusu olduğunda, liberalizmin hepimizin kolektif yönetimdeki eşit paylara sahip olduğumuz eşitlerin toplumuna doğru bize yol gösterme amacına güvenilir bir biçimde nasıl ulaşabileceğini görmek oldukça zordur. İşte tam da bu sebeple, çelişki tam da işin kalbinde ve Yargıç Lambros’un duygusal ikilemindedir.
Liberaller nadiren kimin neye sahip olduğu ve kimin kimin üzerinde egemenlik kurduğu hususundaki siyasi ekonominin temellerini sorgularlar.
Youngstown Kapatmasının siyasi-ekonomik arkaplanı, tarihçiler, ekonomistler ve sosyologlar arasında süregelen bir tartışma konusudur. Hepsi de bu olayın küreselleşme fenomeninin bir parçası olduğuna kanidir. Ancak yönetimi Lambros Federal Binası’nın inşaatını gören eski ABD başkanı Bill Clinton, 2000 yılında küreselleşmenin ‘doğa gücünün ekonomik eşdeğeri’ olduğunu ilan edebilirken, artık kimse buna ciddi olarak inanmıyor. ABD liderliği altında (kendisi de Çin rekabetine bir tepki olarak), dünya ‘neomerkantilizme’ yöneliyor; hükümetlerin yerel endüstrileri korurken piyasalara güçlü bir şekilde müdahale ettiği, özel yatırımcıları konum bazlı yeşil teknoloji yatırımları gibi hedeflenen ekonomik hedeflere yönlendirmek için ödül ve ceza stratejilerini benimsiyor.
Bu da demek oluyor ki toplumun üretimi organize etme biçimi ihtilaflı bir siyasi mevzu olarak tekrar ortaya çıktı. Fakat bu parçalanmış bir ideolojik dönemde gerçekleşiyor. Liberalizmin hegemonyası belki de şu ana kadarki en düşük noktasında. Popülist otokratlar ve ‘liberal olmayan demokratlar’ şaşırtıcı bir oranda destek ve meşruiyet görürken, post-liberal ideolojiler ilerideki yeni olasılıklara bakıyor. Sol ve Sağ cenahtaki eleştirmenler yakın geleceğe ilişkin iki ana vizyon sunuyor. Sol eleştirmenler, sanayi politikasının geri dönüşünün, savunucularının övdüğü ‘yeni ekonomik dünya düzeninden’ daha az olabileceğinden şüpheleniyorlar; bu da liberalizmin kapitalizmin sorunlarının kökenine inme konusundaki yetersizliğini yansıtıyor. Ekonomist Daniela Gabor gibi bu görüşün arkasında olanlar, Birleşik Devletler Başkanı Joe Biden’ın Enflasyon Azaltma Yasası (IRA) veya Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un önerdiği Avrupa sanayi politikasını, devleti kullanarak bazı sermaye yatırımlarını ‘riskten arındırmak’ suretiyle özel sektörün kâr elde etmesini finanse eden ve kapitalistlerin büyük ödüller alırken az risk taşıdığı daha güvenli girişimler olarak görmektedirler. Hatta bazı sosyalistler, Biden’ın IRA’sının bir tür feodalizme gerileme olduğunu öne sürecek kadar ileri gitmiş durumdalar. Sağ cenahta ise, siyaset teorisyeni Patrick Deneen gibi bazı post-liberaller ABD’nin iç bölgelerine mavi yakalı imalat işlerini geri getirmeye odaklanan bir sanayi politikasının, bireysel özgürlükler ve sosyal eşitlik gibi (ikiyüzlü) hedefleriyle birlikte liberalizmi tamamen ortadan kaldırmak için devrim niteliğinde bir ilk adım olacağını ummaktadırlar.
Bu dikotomi liberal anti-kapitalizm -kulağa oksimoron gibi gelse de- olasılığını göz ardı ediyor. Bazı tarihçiler artık buna başlasa da ne liberaller ne de eleştirenleri liberalizmin kapitalizmle olan düğümlerini çözmemişlerdir. Hatta çoğu liberal bu ikili arasındaki evlilik saadetini vurgularlar. Yeniden dağıtımcı New Deal’ın (Amerikan başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından 1933-1938 arası uygulanan ekonomik reform çalışmalarının ismi) altını çizen bu liberal eşitçilikler arasından pek azı ciddiyetle siyasi ekonominin büyük sorunlarıyla boğuşuyor. Liberaller, temsil etme ve edilme süreçlerinde ‘yapısal değişim’, oy verme erişiminin genişletilmesi vb. gibi kurumsal ve prosedürel çözümler geliştirmektedirler, ancak kimin neye sahip olduğu ve kimi yönettiği gibi siyasi ekonominin temellerini nadiren sorgularlar.
Her şeyi daha da şaşırtıcı hale getirense; liberalizmin en büyük felsefi savunucusu John Rawls’un, kapitalizmin en insani, refahçı biçiminin bile liberalizmin en derin amacı olan eşitlerin toplumunda birlikte yaşayan hür insanlar konseptine ulaşma olasılığıyla bağdaşmadığına dair dirençli, sistematik ve prensipli bir argüman geliştirmiş olduğudur ve de bu argümanların çok daha iyi bilinmesi gerekir.
Rawls, görüşlerinin yaygın karikatürünün aksine, siyaseti teknokratik dürtüklemelere ve marjinal vergi oranlarıyla oynanmasına indirgemiyor. Liberalizm, toplumun ‘temel yapısının’ bir felsefesidir. Temel yapı, bir toplumun temel kurumlarını içerir; yalnızca anayasaların (var olduğu yerlerde) gibi siyasi yapıları değil, aynı zamanda piyasaları ve mülkiyet haklarını da içerir. Her şey, yalnızca soyut bir biçimde ele alınarak değil, aynı zamanda farklı kurumların birbirleriyle ve nesiller boyunca sıradan insan davranışlarıyla nasıl etkileşime girdiğiyle ilgili olarak da ahlaki değerlendirmeye tabidir.
Yukarıda bahsettiğimiz ’her şey’ ibaresi kimin ne yaptığı, neye sahip olduğu ve kimin karar verdiğine dair siyasi ekonominin temellerini ihtiva eder. Rawls’a göre bu, toplumun mal ve hizmet üretimini organize etme biçimini de içermektedir. Kapitalizmin küçük bir gruba toplumun zenginliğini nasıl ürettiğimizi kontrol etme yetkisi vermesinden ortaya çıkan eşitsizliklere ve tahakküme odaklanan Rawls, hiçbir kapitalizm biçiminin eşitlerden oluşan bir toplum şeklindeki liberal idealle asla tutarlı olamayacağını savunuyor. Zira toplumsal eşitlik ve temel özgürlükler her zaman bu nedenle engellenecektir.
Rawls’un külliyatı kompleks ve tartışmalıdır. Ama onunla her konuda ortak fikirde olmak zorunda değiliz. Rawls’ın geniş teorik çerçevesini ve özellikle A Theory of Justice (Bir Adalet Teorisi, 1971) kitabının yayımlanmasından sonra belirli konularda yaptığı pek çok düzeltmeyi bir kenara koysak bile, kendisi liberal, anti-kapitalist bir siyasi politikanın özünü ifade etmiş ve kapitalizmin üstesinden gelmesi gereken liberal bir toplumun gerekli olduğu kanaatini asla terk etmemiştir.
Rawls’a göre liberalizm fikri iki şey üzerine inşa olmuştur: ilki adil bir işbirliği sistemi olarak toplum ve ikincisi gelişmek için birbiriyle işbirliği kurmaya yatkın; özgür, eşit ve neşe, nezaket ve yaratıcılık gibi edimlere de muktedir olan insanlar. Rawls, bu ideallerin temel siyasi ve ekonomik yapılarımızı tasarlarken, geliştirirken ve sürdürürken başvurabileceğimiz ilkelere yol açtığını gösteriyor.
Kapitalizm üç özelliğe sahip bir ekonomik sistemdir. Rawls ilk olarak, kapitalizmin ‘üretim anlamında şahsi mülkiyete dayanan bir sosyal sistem’ olduğunu söylemiştir. Yalnızca şahsi mülkiyetin değil, aynı zamanda Vladimir Lenin’in 1922’de ekonominin “hakim tepeleri” (ekonomiye dair askeri bir metafor) olarak adlandırdığı, bir toplumun son derece değerli ve üretken endüstriyel ve finansal varlıklarının da neredeyse sınırsız şahsi sahipliğine izin verir. Kapitalizm, ikinci olarak, özel mülkiyete erişimi öncelikle piyasalar aracılığıyla tahsis eden bir yapıdadır. Buna mal piyasaları, finansal ürünler piyasaları ve emek piyasaları dahildir. Ki bu da üçüncü özelliğe yol açıyor: Çoğu insan -işçiler- emeklerini bir ücret karşılığında üretim araçlarının sahibi olan bir kapitaliste satarak kendilerini veya ailelerini geçindirmeye yetecek kadar kazanmaya çalışıyorlar.
Bunun bir sonucu olarak da kapitalizm, sınıf bazlı toplum ve iş bölümüne yol açan bir ekonomik sistemdir. Rawls’ un liberal antikapitalizminin hedefine aldığı şey de budur; sahip-kapitalistler ve işçilerden oluşan sınıf-katmanlı bir toplumun gerçek manasıyla işbirliğine dayalı ve özgürleştirici liberal bir toplum fikrine karşı çıkardığı engellere odaklanır. Rawls kapitalizmin liberalizmin iki temel ilkesini ihlal ettiğini öne sürer: sosyal eşitlik ilkesi ve kapsamlı politik özgürlük. Üstelik kapitalist özü yerinde bırakan reformların istikrarlı olması da pek olası değil. Bunların her birine sırasıyla bakalım.
Toplumsal Eşitlik
Toplumsal eşitliğin bir bileşeni de adil fırsat eşitliğidir. Değerli herhangi bir rolü elde etmeniz veya başarmanız doğumunuzdaki belli unsurlara yahut üzerinde neredeyse hiç kontrolünüzün olmadığı şartlara bağlı olmamalıdır. Mevcut toplumların tümü bu bileşeni karşılamakta sınıfta kalıyor. Irk, cinsiyet, din, engellilik, cinsellik ve diğer koşullar, bazılarının şansını diğerlerinin üzerine çıkarıyor. Benzer şekilde, sınıf ayrımlı bir kapitalist toplumda, sizin veya ebeveynlerinizin üretken varlıklara sahip olup olmadığı, yaşamdaki şansınızı önemli ölçüde belirler. Dolayısıyla, kapitalizmde adil fırsat eşitliği pek de olası değildir. ‘Pek de değil’ diyorum çünkü kapitalist bir refah devletinin eğitim ve sağlık hizmetlerine ağırlıklı yatırım yaparak fırsat eşitliğini teşvik etmesi mümkün.
Fakat fırsat eşitliğini gerçekleştirmiş bir toplum bile liberal eşitliğin tüm ideallerine erişemeyebilir. Belirlenmesi daha zor ama fırsat eşitliğinden çok çok daha güçlü olan değer, Rawls’un “karşılıklılık/mütekabiliyet” olarak adlandırdığı değerdir. Buradaki önemli olan fikir, bizim toplumun diğer müşterekleriyle eşit düzeyde ve statüde olmamız, diğerlerinin ve kendimizin de, kendimizi o şekilde görmemiz olduğudur. Kapitalizm, işbölümü gerektirdiği için kapitalistlerin ve işçilerin ‘sosyal rollerini ve amaçlarını’ birbirinden kopararak karşılıklılığı imkansız kılar. Bu yüzden Rawls, “kapitalist bir toplumsal sistemde, toplumun kaynaklarına nasıl yatırım yapılacağı ve neyi, nasıl üretileceğine ilişkin kararları bireysel olarak ve birbirleriyle rekabet halinde verenlerin kapitalistler” olduğunu söylemiştir. Bu, işçilerin kendilerini toplum yönetiminde aktif katılımcılar olarak görmelerini zorlaştırmaktadır çünkü, nasıl diyelim, değillerdir de ondan (aslında birkaç yılda bir yapılan seçimlerde oy kullanmanın yarattığı sınırlı bir istisna vardır tabii).
Kapitalistler toplum adına önemli kararlar alırlar ancak çıkarları işçi sınıfının çıkarlarından farklıdır.
İşte, US Steel’in sahipleri fabrikayı taşımaya karar verdiğinde Youngstown halkının öğrendiği şey de tam olarak bu olmuştu. Benzer şekilde, bugün McDonald’s’ın CEO’su, çalışanlarına, saatte kazandıklarının 1150 katından fazlasını almasına ve saatlerini nasıl geçireceklerine ilişkin tüm kararları vermesine rağmen, canı çıkıncaya kadar “Biz bir aileyiz” diyebiliyor. Rawls, Political Realism (1993) adlı kitabında, böylesi bir durum vaki olduğunda, ‘toplumun’ hep beraber bir arada oluşturduğumuz ve sürdürdüğümüz bir şeyden ziyade düpedüz ‘yakalandığımız’ bir şey gibi hissettirdiğini ifade etmiştir.
Bu tür kapitalistler toplum adına önemli kararlar alırlar ancak çıkarları işçi sınıfının çıkarlarından farklıdır. Bu bir tür toplumsal tahakkümdür. Rawls, üretim araçlarına sahip olmayanların ‘hem kendilerini hakir göreceklerinden hem de başkaları tarafından hakir görüleceklerinden’ ve sahipleri ‘tahakküm etme arzusuna’ alışırken muhtemelen ‘hürmet ve yaltakçılık tutumları’ geliştireceklerinden endişe ediyordu. Bu, eşitler arasındaki gerçek bir ‘sosyal bağ’ fikriyle çelişir; bu bağ, kendisinin Justice as Fairness: A Restatement (Hakkaniyet Olarak Adalet: Bir Yeniden Değerlendirme, 2001) kitabında yazdığı gibi, bizi ‘eşit ilişkilerin gerektirdiği koşulları korumak için kamusal bir siyasi sözleşme’ yapmaya çağırır.
Siyasi Özgürlük
Kapitalizm, ayrıca siyasi özgürlüğün temel liberal değerleriyle de tutarsızdır. Son zamanlarda siyaset bilimciler, yürütülen politikaların zenginlerin lehine saptıkça fakirlerin menfaatleriyle neredeyse bir alakası olmamasından hareketle, Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa gibi gelişmiş demokrasilerin muhtemelen oligarşi olarak karakterize edilmesinin daha iyi olacağını iddia etmişlerdir. Önerilen olağan çözüm, kampanya finansmanı kurallarını (Amerikan siyasetinde katkılar için federal limitler var) yeniden düzenleyerek ‘parayı siyasetten çıkarmaktır’.
Ama Youngston Works hikayesi daha derin şeylere işaret ediyor. Çelik işçileri aslında mücadelelerinde kaydadeğer bir siyasi desteğe sahipti. Başkan Johnson’ın eski başsavcısı Ramsey Clark tarafından temsil ediliyorlardı. Bu arada Youngstown Şehir Meclisi, Ohio Eyaleti Yasama Meclisi ve ABD Temsilciler Meclisi Yollar ve Araçlar Komitesi hepsi de onlar adına bazı aksiyonlar aldı. Ancak Yargıç Lambros’un en sonunda yenilgiyi kabul etmesinden anlıyoruz ki, bunların hiçbiri sermayenin gücüyle boy ölçüşemezdi.
Ekonomist Thomas Piketty’nin Capital in the Twenty-First Century’de (Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital,2013) kapitalist toplumların ‘oligarşiye doğru kaydığı’ yönündeki iddiasını öngören Rawls, ekonomik ve siyasi eşitsizliğin ‘elele gitmeye meyyal olduğunu’ ve bu gerçeğin zenginleri ‘sadece siyasette değil, ekonominin her yerinde de hakim konumlarını güvence altına alacak bir hukuk ve mülkiyet sistemini yürürlüğe koymaya’ teşvik edeceğini iddia etmiştir. Zenginler, yasama ve düzenleme gündemlerini belirlemek, kamuya açık iletişimi tekeline almak, sermaye kaçışını tehdit ederek siyasi karar alma mekanizmalarını rehin tutmak ve doğrudan yolsuzluğa bulaşmak için hakim konumlarını kullanıyor. Parayı siyasetin dışında tutmak için kampanya finansmanı kurallarının yeniden düzenlenmesi belki de bu eğilimin dizginlenmesinde önemli bir başlangıç olabilir. Ama bu sadece bir başlangıç elbette.
Rawls, Karl Marx’ın liberal hakların içi boş ya da sadece gerçekten sağlanmadan sadece korumalarının adlandırılarak resmiyette kalabileceği yönündeki eleştirisine duyarlıydı. Buna cevaben Rawls, siyasi katılımcılık haklarına ‘adil değer’ verilmesi gerektiği konusunda ısrar etti. A Theory of Justice (Bir Adalet Teorisi)’de, siyasi özgürlüğü korumak için gereken politikaların tamamının, kapitalist toplumlarda “hiçbir zaman ciddi bir şekilde ele alınmamış gibi göründüğünü” gözlemledi. Bunun nedeni, ekonomik eşitsizliğin siyasi tahakküme dönüşmesinin hızla gerçekleşmesidir. Mülkiyet varlıkları eşit olmadığında ‘siyasi güç hızla birikir’ ve ‘ekonomik ve sosyal sistemdeki eşitsizlikler, var olabilecek her türlü siyasi eşitliğin altını kısa sürede çökertebilir’. Dolayısıyla siyasi özgürlüğün sağlanması, yalnızca paranın siyasette kullanımını kısıtlamamızı değil, Rawls’un sözleriyle, ilk etapta “mülkiyet ve servetin aşırı yoğunlaşmasını önlememizi” gerektirir.
Mülkiyet haklarını değiştirmek sermayenin kalbine dokunur.
Piketty ve meslektaşlarının gösterdiği gibi, günümüzün afallatıcı düzeydeki eşitsizliğin iki temel kaynağı var: düşük üst marjinal vergi oranlarının desteklediği büyük gelir eşitsizliği ve emek getirisine kıyasla yüksek sermaye getirisi oranı. Zenginlere yönelik bileşik faiz, fakirleri göreceli olarak fakirleştirirken, zenginleri daha da zenginleştirmeye devam ediyor. Rawls her ikisini de ele almamız gerektiğini savunmuştur: birincisini vergilendirme ve ücret kontrolleri yoluyla, ikincisini ise ‘mülkiyet haklarının yasal tanımını’ değiştirerek.
Bu ikinci önerinin ne kadar radikal olduğunu gözden kaçırmak kolaydır. Hukuk akademisyeni Katharina Pistor’un The Code of Capital (Sermayenin Kanunu, 2019) gösterdiği gibi, kapitalizm mülkiyet haklarının yasal tanımına dayanır. Her mülkiyet hakkı sermayenin hızlı birikim oranıyla birikmez veya sahiplerine diğer insanlar üzerinde bu denli kontrol imkanı sağlamaz. Mülkiyet haklarını değiştirmek, sermayenin kalbine dokunur. Bu, Yargıç Lambros’un önerdiği ve daha sonra geri adım attığı türden ‘katılma rejim hakkı ‘ tanınması biçimini alabilir. Ya da kapitalistlerin fabrika ekipmanı üzerindeki mülkiyet haklarını, örneğin ekipmanın nasıl kullanılacağını yönetme haklarından ayırmayı, ikinci hakların onu gerçekten kullanan işçilere ayrılmasını içerebilir. Liberalizm bir tür mülkiyeti koruyabilir, ancak kapitalistlerin bugün sahip olduğu turboşarjlı mülkiyet haklarını mutlaka vermez.
Stabilite
Ama kapitalizmi sosyal demokratik yollarla birlikte bu sorunları hafifletme niyetiyle parça parça reforme edemez miyiz? Rawls, reforme olmuş kapitalizmin yalnızca ve hızlı bir biçimde o eski eşitsizlik ve tahakküm haline geri döneceğini söyleyerek bu soruya hayır cevabını veriyor. Bu aslında bir instabilite sorunu. Herhangi bir önerilen rejim için, örneğin reforme edilmiş bir refah devleti kapitalizmi gibi, “ideal kurumsal tanımından fazlasıyla uzaklaşmasına neden olan siyasi ve ekonomik güçler üretiyor mu?” diye sormamız gerekir. Bir adalet kavrayışını ya da bunu tatmin etmeyi amaçlayan bir kurumsal düzenlemeyi değerlendirmek için, onun yaratması muhtemel siyasi, sosyal, psikolojik ve ekonomik dinamiklerin zaman içinde nasıl gelişeceğini düşünmemiz gerekir.
Rawls’ın istikrar anlayışında Marx’ın ” On the Jewish Question ” (Yahudi Sorunu Üzerine, 1844) eserindeki şu gözlemi merkeziydi: “ideal olarak siyaset paradan önce gelmeli” iken kapitalizm altında “gerçekte siyaset paranın hizmetkârı olmuştur”. Sadece bir alanı “siyasi” olarak tanımak ve onu değiştirmek için “siyasi iradeyi” ortaya çıkarmaya çalışmak yeterli değildir. Siyasi güç – devletin yasama ve politika yapma gücü – istediği her şeyi basitçe başaramaz. Siyasi güç, diğer şeylerin yanı sıra sermayenin gücü tarafından sınırlandırılır. Sermaye mülkiyetinin dinamiklerinin önerilen siyasi müdahaleleri nasıl engelleyebileceğini anlamak hayati önem taşır. Bunların birçoğu tanıdık olan: sermaye kaçışı tehdidiyle körüklenen regülasyonel dibe doğru dalış yarışı (Editör Notu: ‘’dibe doğru dalış yarışı’’ rekabetçi avantajlarını sürdürerek sermayenin dışarı kaçısını engellemek için hükümetlerin, işçi güvenliği, çevre standartları gibi regülasyonları zayıflattığı sürecin adıdır), “piyasa disiplini”, alacaklıların çok da egemen olmayan uluslara kemer sıkma ve yapısal uyum dayatması gibi şeylerdir.
Rawls, toplumsal örgütlenmenin sermayenin siyasi hegemonyasına nasıl meydan okuyabileceği konusunda pek az şey söylemiştir; burada belki de en çok başka yerlere bakmamız gerekiyor ama Rawls, sermaye hüküm sürdüğü sürece, liberal siyasetin etkisiz kalmaya mahkûm olduğunu anlamıştır. Kapitalizmin siyasi ekonomik çekirdeğine dokunmadan bırakan herhangi bir siyasi irade çabası, üretim araçlarının eşitsiz mülkiyetine dayalı sınıf katmanlı bir toplumu da istikrarsızlaştırıcı ve tahkir edici bir iş bölümünü de koruyacaktır.
Bu noktada, kapitalizme yönelik tüm bu soyut ahlaki eleştirinin ne kadar yararlı olduğu sorulabilir. Sağ cenahta, bazıları kapitalizmin ciddi bir alternatifi olmadığı ve zaten bu ahlaki eleştirilerin kapitalizmin temel avantajını – yani daha fazla insan için daha fazla şey üretme yeteneğini – kabul etmediği için bunu nafile görebilir. Sol cenahta, bazıları soyut siyasi felsefe yapmanın belki ilgi çekici olduğunu, ancak Marxist siyasi teorisyen William Clare Roberts’ın Rawls’ın teorisini Faberge yumurtları analojisi yaparak tanımladığı gibi: güzel, iyi hazırlanmış ama nihayetinde işe yaramaz örneğinde olduğu gibi beyhude olduğu düşünebilir. Kapitalizm kapitalizmin adaletsiz olduğunu kendi kendimize ikna ederek aşılmayacak, devrimci eylem gerektirecektir.
Ancak Hukuk ve Siyaset Ekonomisi Projesi’yle ilişkilendirilen hukuk bilimcileri de dahil olmak üzere “ahlaki ekonomi” savunucularının kabul ettiği gibi, Rawls ve diğerlerinin yolunu hazırlayıp sunduğu türden siyasi ekonominin ahlaki eleştirisi için oynanacak önemli bir rol vardır. Bu, netlik ve odak sağlayabilir. Özellikle ekonomik eğilimler hakkında ampirik bilgiler istatiksel olarak gürültülü olduğunda, ahlaki eleştiri bir tür pusula sağlar.
Bu, liberal antikapitalizmin nasıl göründüğü sorusunu gündeme getiriyor. Rawls iki, belki de adil olan, rejim türü olduğunu düşünüyordu. Bunlardan biri, “mülkiyet sahibi demokrasi”, üretim araçlarının özel mülkiyetine izin verir, ancak sadece sınıf farklılıklarının oluşmasının engellenmesini sağlamak adına özel sermayenin herkes tarafından kabaca eşit paylarla tutulması koşuluyla. Bu, üretken varlıkların mülkiyetini yaymak için yüklü servet ve miras vergilerini ve sağlam bir “insan sermayesi” sağlamak için eğitim ve sağlık hizmeti sunan bir refah devletini gerektirir.
Rawls’ın kapitalizm eleştirisi bizi sihirli bir değnek ile değil, ahlaki bir pusula ve bir gündem ile birlikte bırakıyor.
Diğer adil olan rejim türü ise liberal veya piyasa sosyalizmidir. Piyasa sosyalizmi altında, devlet genel olarak ekonomiyi kontrol etmektedir ancak işçilerin yönetiminde olan şirketler sıkı bir biçimde denetlenen ve düzenlenen bir piyasada birbirleriyle rekabet etmeye bırakılırlar. Bu ciddi miktarda şahsi zenginliğin birikimini engelleyecek ve başat yatırım kararlarını demokratikleştirecek bir sosyalist sistem içerisinde piyasa ekonomilerinin fiyat mekanizması ve tahsis verimliliği gibi avantajlarından faydalanmanın bir yoludur. Rawls, 20. yüzyıldaki mevcut sosyalist devletlerde siyasal özgürlüğün kabul edilemez derecede eksik olduğunu görmüştü. Bu yüzden, adil bir sosyalizmin liberal olması ve büyük ölçüde merkezi planlama yerine piyasalara dayanması gerektiğini savunuyordu.
Ancak Rawls’ın daha sonraki çalışmalarında geliştirdiği liberal kapitalizm eleştirisi, bu alternatif rejimlerin ikisinden de hâlâ şüphelenmemiz için nedenler sunuyor. Örneğin, Rawls’ın ve ondan önce de Marx’ın vaktiyle tespit ettiği gibi, piyasaların, istikrarsızlık yaratan dinamikleri tekrardan üreteceğinden endişe duymak makuldür. Marxist filozof G. A. Cohen’in “Why Not Socialism?” kitabında ifade ettiği gibi, “her piyasa, hatta sosyalist bir piyasa bile, bir yağmalama sistemidir.”
Bu noktada, Rawls’ın kapitalizm eleştirisi bizi sihirli bir değnek ile değil, ahlaki bir pusula ve bir gündem ile baş başa bırakıyor. Eleştirisi bazı önemli şeyleri de dışarıda tutuyor. Özellikle ırk hakkında çok az şey söylemiştir ve “ırkçı kapitalizm” dinamiklerini görmezden gelmiştir. Kapitalizmle hesaplaşma, bu boyut olmadan tamamlanamaz. Yine de, Rawls, birçok kişinin istediği şeyin, sosyal eşitlik ve temel özgürlüklerle tutarlı, merkezi olmayan, işbirlikçi üretim biçimleri olduğunu önemli bir şekilde aydınlatmaya yardımcı olmuştur. Ancak bu pastayı yiyip aynı zamanda elde tutmanın nasıl mümkün olacağını henüz geniş ölçekte keşfetmedik. Rawls’ın çalışmaları bu konuda pek yardım etmiyor, ancak neyse ki onun teorik ve felsefi yaklaşımına tek başına dayanmak zorunda değiliz. Burada sosyal bilimlere ve aktivistlerin ve vizyonerlerin – Jackson, Mississippi’den Preston, İngiltere’ye kadar – katılımcı ekonomi, topluluk zenginliği inşası ve bugün siyasi teorisyen Bernard Harcourt’un “Coöperism” olarak adlandırdığı şeyin daha yeni ve zengin biçimlerini geliştirdikleri sayısız örneğe yönelebiliriz.
Bu sosyal deneyler, 1980’de Youngstown halkının, o toplumu sürdüren ve çelik işçilerinin emeğiyle çalışan fabrikanın yönetimi hakkında karar verme hakkını talep etme çabalarının devamıdır. İşte bunlar, daha eşit ve sosyal açıdan adil bir dünya umudunu veren küçük çaplı çabalar arasında yer almaktadırlar.
Colin Bradley – “Liberalism against capitalism“, (Erişim Tarihi: 08.01.2025)
Çevirmen: Emre Can Esgiyusufo
Çeviri Editörü: Emir Arıcı