6 Ocak 2011 tarihinde 24 yaşındaki bilgisayar korsanı ve aktivist Aaron Swartz, çevrimiçi bir bilimsel araştırma makalesi arşivi olan JSTOR’dan birkaç milyon makaleyi bilgisayarına indirdiği gerekçesiyle Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde[1] polis tarafından tutuklandı.
Tutuklanmasını takip eden süreçte yaşadığı yasal sorunlar yüzünden Swartz’un bu yılın başlarında intihar etmesinin ardından, JSTOR’a erişim izni Swartz tarafından sömürülmüş olan MIT’nin neden yasal yollara başvurmayı seçtiği ve Amerikan Adalet Bakanlığı’nın[2] işlenen suç için neden hapis cezası talep ettiği soruları sorulmaya başlandı.
Fakat çoktan sorulmuş olması gereken esas soru akademik araştırma makalelerini indirmenin neden suç olduğudur. İnternetin doğuşunun üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra bile akademisyenlerin dünyayla paylaşmayı tercih ettiği çalışmaları bilgisayara indirmek neden suç?
İnternet en nihayetinde bilim insanlarının araştırma sonuçlarını birbirleriyle paylaşmaları amacıyla geliştirilmişti. Fakat an itibariyle 675 milyon (bu sayıyı bugün kontrol ettim) kedi videosuna doğrudan ve ücretsiz erişiminiz varken, tüm zamanların en büyük kamu projelerinden biri olan akademik literatür ücretten örülmüş yüksek duvarlarla çevrili.
Her yıl üniversiteler, hükümetler ve diğer organizasyonlar, kendi araştırmacılarının dergilere ücretsiz olarak verdiği makaleleri para ödeyip geri almak için 10 milyar dolardan fazla para harcıyor ve bu esnada çoğu öğretmen, öğrenci, sağlık çalışanları ve halk yok sayılıyor.
Daha da kötüsü, halihazırdaki dergilerin akademik yayıncılığa taktığı boyunduruk, akademisyenlerin birbirleriyle ve halkla olan iletişimlerini artırma yönündeki çabalarını da baskılıyor. Herhangi bir kimsenin herhangi bir şeyi bütün dünyayla paylaşması için tek bir tuşa basmasının yeterli olduğu bir dönemde, ortalama bir makalenin yayımlanmasının dokuz ay sürmesi skandal olarak adlandırılmalı. Bu gecikmeler önem arz ediyor, çünkü bunlar süreci yavaşlatıyor ve pek çok durumda gerçek anlamda insanların hayatlarına mal oluyor.
Ben de bu gece size bu saçmalığa, yayıncıların yirmi yıllık açgözlülüğünün, araştırmacıların tutuculuğunun, üniversitelerin ve fon sağlayıcıların vurdumduymazlığının ve herkeste görülen temel sağduyu eksikliğinin, araştırmacılar camiasının ve halkın internetin akademisyenlerin fikirlerini ve keşiflerini dönüştürmeleri için yarattığı açık fırsatları kaçırmasına neden olması noktasına ulaşırken izlediğimiz yolu tarif edeceğim.
Bunun yanı sıra bazılarımızın akademik literatürü özgürleştirmek için neler yaptığından, nerelerde başarıya ulaştığımız ve nerelerde yapacak daha çok işimiz olduğundan bahsedeceğim. Son olarak, bu çabaların ivme kazanmasıyla birlikte atılacak bir sonraki adımın ne olacağından söz edeceğim.
Konuşmam esnasında buradaki meselenin akademik yayınlarla kısıtlı olmadığını aklınıza tutmanızı istiyorum. Mesele, internetin geleceği ve bireyler ve toplumlar olarak ücretsiz olması gereken bilginin ücretsiz olmasını garantilemek için neleri yapmayı göze aldığımızla ilgili. Çoğu, vergi mükellefleri tarafından finanse edilen ve kendilerine ödeme yapılmasını beklemeyen yazarlar tarafından yayımlanan bilimsel ve akademik çalışmaları ücretsiz olarak erişilebilir hale nasıl getireceğimiz sorununu çözemediğimiz takdirde aynı sorunu ücretsiz erişim imkanlarının daha da kısıtlı olduğu şartlarda çözmek için mücadele etmek durumunda kalacağız.
Giriş kısmında son bir şey daha söylemek istiyorum. Ben bir bilim insanıyım ve bu nedenle konuşmanın geri kalan kısmında bilimsel literatüre odaklanacağım. Fakat söyleyeceğim her şey akademide yer alan diğer alanlar için de aynen geçerlidir.
Çoğu kimse modern bilimsel dergilerin doğuş tarihi olarak XVII. yüzyılın ortalarını, İngiltere’de Kraliyet Cemiyetinin[3] gelişen baskı endüstrisinden yararlanarak toplantılarının tutanaklarını toplantılara katılmayan üyelerin ve gelecek nesillerin faydalanması amacıyla yayımlamaya başlamasını kabul eder. Fakat bildiğimiz haliyle akademik dergiler aslında XIX. yüzyılın, gitgide artan bilimsel etkinliğin ve bilime yönelik ilginin, bugün hepimizin bildiği büyük isimlerin, ilk baskılarını 1800’lerde yapan Science, Nature, The New England Journal of Medicine, The Journal of the American Medical Association ve The Lancet’ın ortaya çıkışına yol açtığı zamanın ürünüdür.
Bu dergilerin seçkin bir misyonu vardı. Sözgelimi, Science’ın 1880 yılının Temmuz ayında piyasaya çıkan ilk baskısının önsözünde, derginin hedefinin “Birleşik Devletler’de çalışan bilim işçilerine araştırmalarının meyvelerini bir an önce kayıt altına alma şansı ve birbirleriyle ve dünyayla iletişim kurma kolaylığı temin etmek” olduğunu beyan edilmişti.
Öncüleri gibi bu dergilerin de varlığını mümkün kılan, sanayi devriminin teknolojileriydi: Buharla çalışan rotatif baskı makineleri ve demiryolu temelli etkili bir posta servisi. Fakat bu teknolojiler aynı zamanda dergileri katı bir biçimde sınırlıyordu. Makaleleri basmak ve ülkenin ve dünyanın her yerine postalamak pahalıya mal oluyordu ve bu nedenle modern dergilerin iki önemli özelliği vardı.
Birincisi, yalnızca hedef okuyucu kitlesinin ilgisini en çok çekeceği varsayılan çalışmaları yayımlamayı seçmek suretiyle dergiler, bastıkları makalelerin sayısını sınırladılar. İkincisi, abonelik sattılar: Yalnızca önceden ödeme yapmış olanlara derginin bir kopyasını gönderdiler. Bu iş yapma biçimi doğası gereği sınırlayıcı olmakla birlikte, anlaşılırdı. Basılan her kopyanın yayıncıya belli bir maliyeti vardı ve yükü okuyuculara yüklemek gelirlerle maliyeti dengelemek anlamına geliyordu.
Bilim büyüyüp geliştikçe bilim yayıncılığı da yeni disiplinlere hitap eden dergilerin ortaya çıkması sayesinde büyüyüp gelişti. 1990 yılında dolaşımda olan ve kopyaları basılıp abonelere postalanan yaklaşık 5000 bilimsel dergi vardı. Maliyetler ise günden güne artıyordu. Önde gelen araştırma üniversitelerinden birinde bulunacak kadar şanslıysanız, bu dergilerin çoğunu üniversite kütüphanesinde bulabilirdiniz. Fakat çoğu bilim insanı küçük alt kümelerle, bulundukları üniversitelerin kütüphaneleri neyi karşılayabiliyorsa onunla yetinmek zorundaydı. Halk ise tamamen yok sayılıyordu.
Ve sonra internet geldi.
Bilgisayardan anlayan ve hızlı internet bağlantısı olan bir kitleye hitap eden bilimsel dergiler, bu yeni teknolojiden faydalanan ilk ticari girişimler arasında yer aldılar. Birkaç yıl içinde, 1995’ten 1998 yılına kadarki süreçte, neredeyse bütün büyük yayıncılar basılı dergilerini çevrimiçi olarak da yayınlamaya başladılar.
Fakat böyle yaparak son derece hayati ve kaderlerini belirleyen bir tercihte bulunmuş oldular. İş modellerini bu yeni iletişim aracına uygun hale getirmek yerine basılı dergiler için kullandıkları abonelik temelli sisteme yapışıp kaldılar. Hem neden kalmayacaklardı ki? Bilim insanları onlara makaleler verdiği, üniversitelerse bu makaleleri para verip geri aldığı sürece yaptıkları iş harika bir işti – hele ki artık baskı ve postalama parası ödemeyeceklerse.
Fakat iletişim yollarında yaşanan bu büyük değişiklik ile birlikte, eldeki teknolojinin sınırlılıkları nedeniyle yayıncılar için bir zamanlar faydalı bir hizmet sunmanın en makul yolu olarak görülen şey, bilginin yayılmasının sağlanmasının karşısına dikilen akıl dışı bir engel haline geldi.
Bu sistemin ne kadar çılgınca olduğunu anlamak için bilimsel dergilerin nasıl çalıştığı ve bilimsel bir fikrin yaşam döngüsünün nasıl göründüğü hakkında biraz daha bilgi sahibi olmanız gerekiyor.
Benim çalıştığım kurum olan Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsünde çalışan tipik bilim insanımızı düşünelim. Maaşını Kaliforniya eyaletinden alıyor ve devletin finanse ettiği bir binada çalışıyor. Aklına yeni bir fikir geldiğinde çıkıp ekipman ve araç gereç satın almak ve işi yapacak olan öğrenciler ve çalışanların maaşlarını ödemek için para buluyor. Bu para her halükârda NIH[4] ya da NSF[5] gibi aracı kurumlar vasıtasıyla Amerikan hükümetinden gelecektir. Eğer onlardan gelmeyecek olursa benim laboratuvarımı da finanse eden Howard Hughes Tıp Enstitüsü[6] gibi kamucu zihniyete sahip ya da kâr amacı gütmeyen bir kuruluştan gelir. Sonra bu bilim insanı ve öğrencileri, fikrin peşinde çok fazla vakit -genellikle yıllarını- harcarlar – ta ki sonunda meslektaşlarıyla paylaşacak bir şey bulana dek.
Yani oturup soruyla neden ilgilendiklerini, ne yaptıklarını, nasıl yaptıklarını, ne bulduklarını ve kendilerine göre bunun ne anlama geldiğini anlatan bir makale yazarlar.
Sonrasında ise bunu, an itibariyle çalışır halde olan 10000 dergiden birine, kapsam ve öneme göre bir tercih yaparak, gönderirler. Birkaç istisna hariç, bu dergilerin işleyiş biçimi aynıdır. Makaleye bir editör atanır: Editör bazı durumlarda maaşlı bir profesyonel olsa da çoğu zaman bu işe gönüllü olarak vakit ayıran ve halihazırda kendi çalışmalarını yürütmeye devam eden bir bilim insanıdır. Editör makaleyi okur ve çalıştığı alanda kimin makalenin yazarının yöntemlerine, verilerine ve vardığı sonuçlara yönelik değerlendirme yapacak konumda olduğuna karar verir. Makaleyi, yine amme hizmeti amacıyla bu işe gönüllü olarak vakit ayıran ve makaleyi okuyup teknik özellikleri ve dergiye uygun olup olmadığı hakkındaki kanısını bildirecek olan bu bilim insanına gönderir. Sonra da bütün bu değerlendirmeleri inceler ve çalışmanın olduğu haliyle kabul edilmesi, üzerinde belli değişiklikler yapılması ya da reddedilmesi yönünde bir karar verir. Eğer makale kabul edilirse dergi taslağı alıp kendi yayın formatına uygun hale getirir ve internete yükler. Eğer makale kabul edilmezse bilim insanları ya geri dönüp biraz daha çalışır ve makaleyi yeniden yazarlar ya da makaleyi aynı süreci baştan işletecek olan bir başka dergiye gönderirler.
Derginin aslında ne kadar az iş yaptığına dikkatinizi çekmek istiyorum.
Fikri geliştiren dergi değil. Hibeyi bulan dergi değil. Araştırmayı yapan ve makaleyi yazan dergi değil. Değerlendiren de dergi değil. Derginin tüm yaptığı hakem değerlendirmesi için altyapı temin etmek, sürece nezaret etmek ve makaleyi yayıma hazırlamak. Bu, sürece dahil olan bilim insanlarının emekleri ve araştırmanın fon sağlayıcıları ve sponsorlarının destekleriyle kıyaslandığında iyice soluklaşan, elle tutulur olsa da küçük bir katkı.
Ne var ki nihai ürünün ortaya çıkış sürecindeki bu -en hafif tabirle- mütevazı rollerine karşılık, yayıncılar bitmiş, yayımlanmış çalışmanın -telif hakları biçiminde- sahibi olmakla ve üzerinde tam kontrol sağlamakla ödüllendiriliyorlar ve bu çalışmaları çalışmanın arkasında yatan araştırmaların sponsoru olan kuruluşlara ve aracı kurumlara geri kiralıyorlar. Yani bilim camiası girişime bütün anlamlı entelektüel çabayı ve emeği temin etmekle kalmıyor, süreci de baştan sona fonluyor.
İşin özü, üniversiteler yayıncılara her yıl en az yüz milyar dolarlık kamu fonu yatırımının sonucu olan paha biçilemez bir ürünü bedavaya veriyor, bunun üstüne makaleleri neredeyse kimsenin ulaşamayacağı yerlerde saklı tutsunlar diye yılda on milyar dolar daha ödüyor.
Bu kadar trajik bir çılgınlık halini almamış olsa, olan bitenin komik olduğunu söyleyebilirdik.
Bu düzenin ne kadar tuhaf olduğunu takdir edebilmemiz adına şu metaforu kullanmak hoşuma gidiyor. Yeni bir uygulamayı denemeye başlayan bir kadın doğum uzmanı olduğunuzu düşünün. Meslektaşlarınız, doğumunu yaptırdıkları her bir bebek için ebeveynlerden belli bir ücret alarak para kazanıyorlar. Bu, iyi bir para kazanma yolu. Fakat sizin aklınızda daha iyisi var. Hizmetinize karşılık ebeveynlerden doğumunu yaptırdığınız bebekleri evlat edindikten sonra onları belli bir anlaşma kapsamında yıllık abonelik ücretlerini ödedikleri takdirde ebeveynlerine kiralamanız için size vermelerini talep edeceksiniz.
Tabii ki aklı başında hiçbir anne ya da baba böyle bir anlaşma yapmazdı. Fakat bilim camiası yaptı bile.
Üstelik bu anlaşmanın sonuçları da ağır.
Kâğıt üstünde bütün bilimsel ve tıbbi literatür internet bağlantısı olan herkese bir fare “tık”ı mesafesinde olsa bile çok az sayıda insanın bu bilginin tümüne erişimi var.
Sorunu en açık biçimiyle önemli tıbbi kararlarla karşı karşıya olan ve içinde bulundukları duruma dair vergileri sayesinde yapılan en güncel araştırmalara erişimi olmayan insanlar söz konusu olduğunda görüyoruz. Hastaların sağlıkları hakkında verilen kararlara günden güne daha fazla dahil olduğu ve her türden yarım yamalak tıbbi bilgiye çevrimiçi olarak erişebildikleri bir dünyada, hastalıkları ve potansiyel tedavi yöntemleri hakkında yapılan yüksek kalitedeki araştırmalara erişimlerinin olmaması caniliktir.
Esas şaşılacak şey ise pek çok hekimin ve sağlık çalışanının da temel tıp araştırmalarına erişimlerinin olmaması. Tıp alanındaki dergi abonelikleri çok pahalı ve çoğu doktorun kendi alanlarında faaliyet gösterenler arasında ancak bir avuç dergiye erişimi var.
Fakat bu erişim eksikliğinin önemli bir sorun olduğu tek yer muayenehane değil. Dünyanın her yerindeki birçok yetenekli bilim insanı, araştırmalarını etkileyecek son gelişmelerden habersiz. Bileşik Devletler’de de liseler ve küçük üniversitelerdeki öğrenciler ve öğretmenlerin, çalıştıkları alanlardaki son çalışmalara erişimleri engelleniyor ve bu kişiler birincil araştırma literatürü yerine ders kitaplarından ya da Vikipedi’den bir şeyler öğrenmeye zorlanıyorlar. Teknoloji girişimcileri de pek çok durumda faydalı ürünlere dönüştürmeye çalıştıkları temel araştırmalara erişmek için ödemeleri gereken bedeli ödeyemiyorlar.
Tıpkı pek çoğunuz gibi halk içindeki ilgili kimseler de bilimsel araştırmalarla ilgilenmekte zorluk yaşıyor. Bilim camiası onların paralarıyla yaptığımız çalışmaları okuyabilmelerini imkânsız hale getirerek onları toptan yok saymışken, nüfusun bu kadar büyük bir kısmının temel bilimsel bulguları reddetmesinde gerçekten şaşılacak bir şey var mı? Yayın sektöründeki pek çok kişi halkın bilimsel makaleleri okumak isteyebileceği fikrini önemsemez ve bunu yaparken makalelerin teknik bir dili olduğu gerekçesine sığınır. Fakat bu makalelerin anlaşılmaz olmalarının temel sebeplerinden biri, yazarların okurları çok dar bir kitle -yani alanda çalışan akademisyenler- olarak hayal etmeleridir. Eğer halkın çalışmanızı okuyacağına dair bir beklentiniz yoksa, çalışmanızı halkın erişimine uygun bir dille yazmazsınız.
Fakat bilimsel bir makaleyi okumaya dair hiç ilginiz yoksa bile bu sorunla ciddi olarak ilgilenmelisiniz. Çünkü ücret duvarlarının yanı sıra bilimsel literatür topraklarının üzerinde yüzlerce yayıncı prensliğinin bulunması, araştırmacıları bilimsel literatürü organize etmek, buradan bilgi edinmek ve bu sahanın üstündeki trafik imkanlarını ve bundan sağlanacak faydayı arttırmak adına yeni yollar geliştirmekten alıkoyuyor. Sözgelimi, yayımlanmış bütün bilimsel makalelerin tam metinlerini aramanızı mümkün kılan bir arama motorunun hala elimizde olmaması şaşılacak şey. Bu durum araştırmacıların etkinliklerini düşürüyor ve bilime her yıl yatırdığımız milyarlarca dolar karşılığında üreteceğimiz değeri kısıtlıyor.
Trajedinin en büyüğü ise bütün bunlara aslında hiç gerek olmaması.
90’lı yıllarda birkaç kişi basit bir alternatif modelin savunuculuğunu yapmaya başlamıştı. Fikir şuydu: Bilim yayıncılığı, yayıncıların yarattıkları değer karşılığında ödeme aldıkları, fakat bu ödeme yapıldıktan sonra nihai ürünün yayıncıların özel alanlarına değil kamusal alana etkin bir biçimde dahil olduğu bir hizmet olarak ele alınıyordu.
Şimdilerde “açık erişim” olarak bilinen bu modelde ısrarcı olanlardan biri, benim doktora sonrası araştırmalarımda danışmanlığımı üstlenen ve bu sefer görev emrine benim de adımı yazan Stanford Üniversitesinden Pat Brown’du. Mevcut yayıncıları bu modeli benimsemeye ikna etme çabalarımız sonuç vermeyince, ki yayıncılar bu fikri ya açık bir düşmanlık gösterisiyle ya da kahkahalarla karşıladılar, yanımıza NIH müdürü Harold Varmus’ı da alarak kâr amacı gütmeyen, bu modelin işe yarayacağını ispatlamaya adanmış ve Public Library of Science ya da PLoS adını koyduğumuz bir yayıncıya hayat verdik.
En nihayetinde, üniversiteler yayıncıları desteklemek için milyarlarca dolar ayırıyorlardı. Biz ise onlara daha iyi bir teklifle gidiyorduk: Daha düşük fiyatla herkese erişim. Fakat mantık ve değer bizim tarafımızda olsa da, bilim camiasının içinden ve dışından destek açıklamaları bize ulaşsa da, dalga vurduğunda bizi destekleyen yalnızca küçük bir öncü grubuydu. Bunun sebebi ise yayıncıların elinde çok güçlü ve gizli bir kozun olmasıydı.
Bilim insanları araştırma dergilerine makalelerini sunduklarında ödeme almıyorlar, ancak aldıkları oldukça değerli başka bir şey var. Akademi bir saygınlık endüstrisidir ve prestijin alınıp satıldığı para birimi dergi isimleridir. Çoğu bilim insanına göre Nature ya da Science gibi seçkin bir dergide yapılan bir yayın altın değerindedir: İş bulmaya, hibe almaya ya da kalıcı kadroya açılan kapıdır. Bu yayınların çekiciliği o kadar yüksektir ki, seçtiklerin dergilerin iş yapma biçiminin bilimin ve dünyanın aleyhine olduğunu bilseler bile çoğu bilim insanı yayın yapacakları dergileri yalnızca saygınlıklarına bakarak seçerler.
PLoS, önümüzdeki en büyük engelin abonelik temelli köklü dergilerin saygınlığı olduğunun farkında olarak, Science, Nature ve bu tür diğer dergilerin seçkinci yayın politikalarını benimsemiş olan iki dergiyle yola çıktı: Temel yaşam bilimleri için PLoS Biology ve klinik dünyasına hitaben PLoS Medicine. Sektördeki diğer dergilerde çalışan profesyonel editörleri istihdam ettik, şaşaalı yayın kurulları oluşturduk ve Nobel Ödülü sahibi bir gruba kendimizi övdürdük.
Fakat saygınlık inşa etmesi zor bir şey. Meslektaşlarımız, arkadaşlarımız, hatta aile üyelerimiz mevcut sistemin aksaklıklarına işaret edip yaptığımız şeye övgüler düzdüler, ancak yüksek profilli bir makale yayımlayacakları zaman bizden yüz çevirip makalelerini abonelik temelli eski dergilere gönderdiler. Bu, büyük hayal kırıklığı yaratan bir deneyimdi.
Kararlarının neden bu yönde olduğunu anladığımı huzurlarınızda ifade etmek isterdim. Ancak anlamadım. Korkaklık ettiklerini düşündüm ve hala da öyle düşünüyorum. Makalelerini Science ya da Nature’a gönderdikleri için korkak birer tavuk olduklarını söylediğimde, kendilerinin ya da öğrencilerinin işleri tehlike altında olduğu için böyle davranmak zorunda kaldıklarından dert yanarlardı.
Haklı olduklarına inanmadım. Fakat onlara haksız olduklarını göstermek için de elimde pek fazla delil yoktu. PLoS’a başladığımız sıralarda Berkeley’deki laboratuvarımı kuruyordum. Benim okul dışı faaliyetlerimden haberdar olan tecrübeli meslektaşlarım beni kenara çekip eğer çalışmalarımı eski ve çok yüksek profilli dergilerde yayımlamazsam asla hibe ya da kalıcı kadro alamayacağım ve ilkelerimi uygulamadaki gerçeklerin önüne koyarsam öğrencilerimin kariyerlerini mahvedeceğim konusunda uyardılar.
Onlara inanmak istemedim. Eğer iyi bir iş yaparsam insanların bunu fark edeceğine inanmak istedim. Bilimde başarılı olmanın aptal, yıkıcı geleneklere teslim olmayı gerektirmediğine inanmak istedim. Kendi öğüdüme uygun yaşamazsam tam bir ikiyüzlü gibi görüneceğimi de biliyordum.
Bu nedenle ilk günden itibaren makalelerimi onları ücretsiz erişime açacak olan dergilere yollayacağıma dair kendime söz verdim. Bugüne dek, yani 13 yıldan fazla bir süre boyunca da sözüme sadık kaldım. Dünyanın sonu değilmiş biliyor musunuz? Hibe aldım. Berkeley’de kalıcı kadro adayı oldum (tepedeki Ulusal Laboratuvar’da işe başlamıştım). Sonrasında kalıcı kadro aldım. Daha sonra ise Howard Hughes Tıp Enstitüsü ile birlikte çalışan araştırmacılar arasına seçildim, ki bugün de araştırmalarımın çoğunu gıptayla bakılan bu ödül finanse ediyor. Laboratuvarımda çalışan insanlar da mağdur olmadı. Facebook’a gidip milyoner olan hariç, lisansüstü öğrencilerim burslar kazanıp şeker gibi doktora-sonrası pozisyonların yerleştiler ve benimle çalışan doktora sonrası araştırmacıların da tümü iyi okullarda akademisyen oldular.
Fakat buna rağmen meslektaşlarımın çoğu, hala neyin peşindelerse “ona ulaşmak için Falan Dergisi’nde yayın yapmam lazım” fikrinin arkasındalar.
Neyse ki yayın yapmaya dair verilen kararlar, araştırmacıların bireysel tercihlerinden ibaret değil. 2008 yılında, vergi mükelleflerinin fonladıkları çalışmalara erişimlerinin sağlanmasına yönelik Kongre baskısı sayesinde, araştırmalara her yıl 30 milyar dolarlık fon aktaran Ulusal Sağlık Enstitüleri, hibe alan kişi ve kurumların yaptıkları çalışmaları Ulusal Tıp Kütüphanesi[7] üzerinden erişilebilir hale getirmesini öngören bir açık erişim politikasını uygulamaya soktu.
İlk defa çalışmalara fon sağlayan büyük bir aracı kurumun hibe almanın şartları arasına yazarların yaptıkları çalışmaları halka açık hale getirmeleri şartını koyması, erişim hareketi tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Politika başarıya da ulaştı: 2011 yılında NIH tarafından finanse edilen çalışmaların yüzde 80’i an itibariyle çevrimiçi ve ücretsiz olarak erişilebilir durumda – insanları doğru davranmaya sevk etmek için fon kaybetme tehdidinden daha iyisi yoktur.
Ne yazık ki yayıncıların yoğun lobi çalışmaları sonucunda NIH politikası şu anda yayın ve ücretsiz erişim arasında bir yıllık bir gecikme olmasını öngörüyor. Hiç yoktan iyidir, ancak literatüre gecikmeli erişimin halkın biyomedikal alanındaki son gelişmelere erişmesine katkıda bulunmasını beklemek, insanlara New York Times’ın geçen yılki sayılarını dağıtıp dünyadaki son gelişmelerden haberdar olmalarını beklemeye benziyor.
Bu yılın başlarında, yine Kongre’nin baskısıyla, Obama yönetimi meseleye ağırlığını koydu ve çok sayıda araştırmayı fonlayan diğer federal aracı kurumlara da kendi halka açık erişim politikalarını geliştirme zorunluluğu getirdi. Beyaz Saray halka açık erişimin önemine dair hep doğru şeyler söyledi ve çokça olumlu tepki aldı. Fakat, tahmin edileceği üzere, söyledikleriyle yaptıkları maalesef birbirini tutmadı. Yeni Beyaz Saray politikası, NIH’in uyguladığı bir yıllık gecikme politikasını benimseyerek ve bunun gerekçesi olarak da abonelik temelli yayıncılık sektörünün ayakta kalması gereğini açıkça beyan ederek bu uygulamayı yerleşik hale getirmekten başka bir işe yaramadı. Böylece binlerce büyük fırsatın bulunduğu bir hareket sahasında büyük bir fırsat daha kaçırılmış oldu.
Fakat Beyaz Saray en azından harekete geçti. Bu arenadaki diğer büyük oyuncu, akademik bilim insanlarının büyük çoğunluğunu istihdam eden ve geliştirdikleri politikalarla onların kariyer rotalarını çizen üniversiteler ise tamamen sessizdi. Fon sağlayan aracı kurumlar gibi üniversiteler de tam ve doğrudan açık erişimi istihdamın şartı haline getirip tam ve doğrudan açık erişime geçiş sürecini hızlandırabilirdi. Böyle bir koşulu olduğu için işi reddetmek ise ancak bir avuç insanın yapabileceği bir şeydi.
Fakat kendi kütüphaneleri yükselmeye devam eden abonelik ücretleri ve gitgide kısıtlanan erişim yüzünden alarm halindeyken üniversite yöneticileri bilim yayıncılığında değişimi teşvik edecek ve böylece yalnızca paradan tasarruf etmelerini değil kampüslerinde daha etkili ve verimli araştırmalar yürütülmesini de sağlayacak neredeyse hiçbir şey yapmadı. Bu, akademisyenliğin, bilginliğin koruyucuları olan üniversitelerin kamusal görev ve sorumluluklarından baş döndürücü bir biçimde kaçışıdır.
Ne var ki, bilim insanlarının, fon sağlayıcıların ve üniversitelerin başarısızlıklarına rağmen işlerin işleyişi hızlı bir biçimde değişiyor. PLoS 2007 yılında yalnızca tüm içeriği açık erişimli olan değil aynı zamanda XVII. yüzyıldan bu yana hâkim olan bir anlayışı, dergilerin yalnızca kendi okurlarının ilgisini en çok çekecek olan makaleleri yayımlamaları gerektiği anlayışını terk eden yeni bir dergiyi, PLOS ONE’ı, hayata geçirdi.
Teknik açıdan sorunsuz makaleleri reddetmek, yayımladıkları makalelerin sayısı arttıkça baskı masrafı da artan ve insanların ilgilerini çeken makaleleri bulmak için “İçindekiler” kısımlarını incelediği basılı dergiler çağının bir kalıntısıdır.
Fakat artık yayımlayacağımız makalelerin sayısı bizim için bir engel değil ve insanlar ilgilerini çeken makaleleri dergileri tarayarak değil arama yaparak buluyorlar. Bu nedenle PLOS ONE, hakemlerinden makalelerin yalnızca geçerli bilimsel çalışmalar olup olmadıklarını kontrol etmelerini istiyor. Eğer öyleyse makale yayımlanıyor. Süreç görece basit: En yüksek etki faktörünü yakalamak için bir dergiden diğerine sekip durmaya gerek yok. Bu fikrin bilim camiasına çekici geldiği açık, çünkü PLOS ONE çok hızlı büyüdü. Bu yıl 25.000’den fazla makale yayınlayacak ve henüz beş yaşında olmasına rağmen an itibariyle dünyanın en büyük biyomedikal araştırmaları dergisi. Yaptığı bilim yayınları ise muhteşem – PLOS ONE’da çıkan makaleler sürekli olarak bilim gazetecilerinin ve popüler basının dilinde.
Yalnızca PLOS’un finansal olarak ayaklarını yere sağlam basmasına imkân verdiği için değil tüm dünyadaki ticari ve kâr amaçlı olmayan yayıncıların dikkatini çektiği için de PLOS ONE hem bir dergi hem de bir yatırım olarak oldukça başarılı. Geçtiğimiz yıl PLOS ONE benzeri birkaç dergi yayın hayatına başladı ve şu anda bu sektörün büyüyerek en sonunda bilim yayıncılığına egemen olacağı konusunda geniş bir fikir birliği var.
Yine de savaşın kazanıldığı kesinlikle söylenemez. Açık erişim tüm biyomedikal yayınların sadece yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor, diğer bilimlerde daha az yeri var ve beşerî bilimlerde neredeyse hiç yeri yok. Çoğu bilim insanı ise hala en iyi makalelerini “yüksek etki faktörlü” abonelik temelli dergilere gönderiyor.
Fakat süreç hayal kırıklığı yaratacak derecede yavaş ilerlese de bilim camiasının üyelerinin çoğunun geleceğin açık erişimde olduğuna inandığı ve açık erişim sektörüne dahil olan yayıncıların sayısı ve çeşitliliğinin günden güne arttığı düşünülürse dönüm noktasına yakın olduğumuz görülecektir.
Ancak makalelere erişmek yalnızca bir başlangıç. Artık bilgisayarlardan bilim yayıncılığını yalnızca açık hale getirmek için değil onu iyileştirmek için de faydalanabiliriz.
Eğer Proceedings of the Royal Society’nin XVII. yüzyıldaki kurucuları günümüzde yayınlanan bir bilim dergisini okuyacak olsalar derginin içinde yazanlar onlara rahatsız edici derecede tanıdık gelirdi. Pasifik Okyanusu’nun üzerinden 35.000 feet yükseklikte uçarak geçerken kucağımızdaki taşınabilir bilgisayarda makale okuyabiliyor olsak da günümüzde basılan bir makaleyi XVII. yüzyılda basılan bir makaleden ayıran tek şey günümüzün makalelerinde karşımıza ara sıra çıkan renkli fotoğraflardır.
İnternetin çok katmanlı ve her yeri birbiriyle bağlantılı yapısı bilim iletişimine hizmet etmesi amacıyla oluşturulmuştu ve buna rağmen günümüzde makaleler statik PDF’ler olarak dolaşıma giriyor ve okunuyor. Bu da basılı makale günlerinin bir başka kalıntısı. Şimdi ise camiamızla beraber yalnızca içine video türü şeyler gömülebilen değil aynı zamanda ham verilere erişim ve bunları analiz edecek araçları da içeren “geleceğin makalesi” üzerinde çalışıyoruz.
Makalelerin yayımlanmaları esnasında standart bir biçime sokulup statik çalışmalar haline getirilmelerine gerek yok. Bilimdeki iyi veriler ve iyi fikirler sürekli olarak evrim halindedir ve bilimsel makaleler de zaman içinde yeni veriler, analizler ve fikirler ortaya çıktıkça, bunlar orijinal iddiaları ister desteklesinler ister çürütsünler, bu doğrultuda evrilmelidir.
Fakat bizim en büyük hedefimiz hakem incelemeleri. Hakem incelemeleri, bilimin dine en fazla yaklaştığı noktadır. Bilim insanları hakem incelemelerinin bilimsel literatürün dürüstlüğünü korumak adına vazgeçilmez olduğuna, milyonlarca makale arasından hangilerinin okunması gerektiğine dair bir seçme yapmanın tek yolunun hakem incelemeleri olduğuna ve bilim insanlarının istihdam edilmesi, fon alması ve meslekte yükselmesi süreçlerinde onların bilimsel katkılarını değerlendirmek için hakemli dergilere ihtiyacımız olduğuna inanıyorlar.
Hakem incelemesi sistemini alaşağı etmek, reforme etmek, hatta kurcalamak yönünde atılan herhangi bir adım dinden çıkma olarak sayılıyor. İşin aslıysa hakem incelemesi sisteminin XXI. yüzyılda uygulanan haliyle bilimi zehirliyor olduğu. Bu sistem tutucu, hantal, kaprisli ve müdahaleci. Grup halinde düşünmeye teşvik ediyor, yeni fikirlerin ve keşiflerin iletilmesini yavaşlatıyor ve çalıştığınız alanda başarıya açılan kapının bekçileri gibi duran bir avuç derginin eline çok fazla güç veriyor.
Her bir inceleme turu en az bir ay sürüyor ve çoğu zaman makalenizin kabul edilmesi için ek deneyler, analizler ve yeniden yazılması gereken bölümler talep ediliyor ki bu sürecin tamamlanması aylarınızı, bazen yıllarınızı alıyor.
Kaybedilen bu vakit ise çok önemli. Bilimin olayı, kendi çalışmanızı başkalarının vardığı sonuçlar üzerine inşa etmenizdir, fakat başkalarının vardığı sonuçlar hakem incelemesi sırasında solup giderse bunu yapmak imkânsız hale gelir. Bu gecikmenin bilimsel süreci yavaşlattığı ve pek çok kez de insanların yaşamına mal olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Eğer nihai ürünün iyileştirilmesi adına yapılıyorsa bu gecikmelere değer denebilir. Fakat hal böyle değil. Bir miktar berbat makalenin yayımlanmasına hakem incelemeleri engel olmuşsa da işin gerçeği piyasada 10.000 civarı derginin bulunduğunu düşünürsek çoğu makalenin eninde sonunda yayımlandığı ve hakemli literatürde her türden rezil makalenin bulunduğudur. Seçkin dergilerin daha kesin olduğu iddia edilen standartları bile hatalı makalelerin kendi sayfalarında yer bulmasının önüne geçemiyor.
Yani hakem incelemelerini bilimsel dürüstlüğün koruyucusu olarak hayal etmek hoş bir fikir olsa da gerçekte durum böyle değil. Bir makalede bulunan hatalar çoğu zaman hakem raporları sayesinde değil yayınlandıktan sonra ortaya çıkar. Buna rağmen, bir makalenin nerede yayımlandığına çok fazla kıymet veren bir sistemimiz olduğu için, yayımlanmış ve yanlışlanmış bir makaleye buna dair şerh düşmemizin etkili bir yolu elimizde mevcut değil.
Söz sınıflandırmaya geldiğinde, her makaleyi konuları ve önemleri gayet gevşek ve kaotik bir şekilde organize edilmiş 10.000 dergiden birine göndermenin, insanlara literatürü taramalarında kolaylık sağladığını düşünen kimse var mı sahiden? Bu çok net bir biçimde geride bıraktığımız devrin bir kalıntısı, Gutenberg’in matbaayı icat edişinin Al Gore’un interneti icat edişinden önce gelmesi şeklindeki tarihsel tesadüfün yaratısıdır.
Peki daha iyisi ne olabilir? İdeal sistemin genel görünüşü çok basit. Dergi hiyerarşisi olmamalı, yalnızca PLOS ONE gibi geniş kapsamlı dergiler olmalı. Makaleler bu dergilere gönderildiğinde doğrudan çevrimiçi olarak ücretsiz erişime açılmalı, henüz incelemeye alınmadıkları, ancak alanda çalışan insanlar tarafından güvenilir ve önemli olup olmadıklarına karar verilmesi için yayımlandıkları açıkça belirtilmeli.
İdeal dergi, bu durumda, -tıpkı şu an PLOS ONE’da yaptığımız gibi- alandaki uzmanlara, makalenin teknik açıdan güvenilir olup olmadığını sormanın yanı sıra hangi tip bilim insanlarının bu makaleyi ilginç bulacakları ve onlar için bu makalenin ne kadar önemli olacağını danışacağı farklı türden bir hakemlik süreci organize ederdi. Bu değerlendirme de herkesin görmesi ve uygun buldukları durumda makale bulmak, yazarların katkısını değerlendirmek ya da herhangi başka bir şey için kullanmaları amacıyla makaleye iliştirilirdi.
Bu basit süreç mevcut hakem incelemesi sisteminin bütün değerli yanlarını tutup çoğu hatasını tıraşlamış olurdu. Makaleler, onların üzerine kendi çalışmalarını inşa edecek insanların eline hızlı bir biçimde ulaşır, fakat diğer herkese de hangi makalelerin onlar için önemli olduğunu öğrenmenin yolunu sunar, nitelikleri ve bulguları hakkında rehberlik ederdi.
Bu yeni sistem mevcut dergi hiyerarşisini araştırma alanları ve ilgi seviyelerine göre yapılandırılmış bir sınıflandırmayla değiştirmek suretiyle, Science, Nature ve bu türden dergilerle özdeşleştirilen, zehir saçan “kazanan hepsini alır” tutumunun da altını oyardı. Yeni sistem, yayın sürecinde yapılan değerlendirmeleri değersizleştirerek, kişilerin ya da grupların kendi değerlendirmelerini yayın sonrası sürecin herhangi bir anında sunabilecekleri güçlü bir yayın sonrası hakem incelemesi sisteminin gelişimine olanak tanırdı. Makaleler de yorumlar ya da yeni bilgiler ışığında güncellenirdi ve biz de nihayet yayımlanmış bilim literatürünün bilimin kendisi kadar dinamik olduğu günleri görürdük. Bu herkes için böyle olurdu – yalnızca erişenler için değil katkı sağlayanlar için de.
Böyle bir sistem inşa etmenin önünde hiçbir teknik engel yok ve gün gelip bunun gerçekleşeceği oldukça açık bir gerçek gibi görünüyor. Ancak bu filmi daha önce defalarca gördük. Bilimin garip bir tutuculuğu var ve birilerinin bu sistemin hayata geçmesini engellemek isteyeceğinden emin olmamıza yetecek miktarda para ve güç risk altında. Bu yüzden eğer bilim literatürünün açık ve erişilebilir hale gelmesini önemsiyorsanız bunun olması için elinizden ne geliyorsa yapmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Eğer bir bilim insanıysanız bu programın yanında durun: Yayınlarınız için günümüzde çok sayıda açık erişimli seçenek mevcut, yani artık bahaneniz yok. İnsanları ve yaptıkları çalışmaları değerlendirirken de dergi isimlerine bakmayı artık bırakın. Bu artık bitmesi gereken zehirli bir süreç.
Eğer bir bilim insanı değilseniz, ancak bu mücadele ilginizi çekiyorsa, sıradan şeyler yapabilirsiniz: Örneğin, Kongre üyelerine yazın. Fakat sizi çalışmalarını ilginç bulmakla beraber çalışmalarına erişemediğiniz bilim insanları bulmaya ve onlara e-posta yollamaya teşvik etmek isterim. Hatta daha iyisi onları arayın. Çalışmalarını okumak istediğinizi -ancak okuyamadığınızı- bilsinler. Bir de onlara her halükârda yapılan çalışmanın ödemesini sizin yaptığınızı hatırlatın.
Hepimiz birden bunu yaparsak, yeniden Aaron Swartz gibi biri çıkıp şimdiye dek yazılmış bütün bilimsel makalelere ulaşmayı denediğinde, bu kez karşısında FBI yerine üzerinde “İNDİRİN” yazan büyük yeşil bir buton bulur belki.
- [1] Massachusetts Institute of Tehcnology, kısaca MIT. (ç.n.)
- [2] US Department of Justice (ç.n.)
- [3] Royal Society (ç.n.)
- [4] National Institutes of Health – Ulusal Sağlık Enstitüleri (ç.n.)
- [5] National Science Foundation – Ulusal Bilim Kurumu (ç.n.)
- [6] Howard Hughes Medical Institute (ç.n.)
- [7] National Library of Medicine (ç.n.)
Michael Eisen’ın kişisel bloğu olan “it is NOT junk”ta yayınlanmış olan bu yazı Michael Eisen’ın izniyle Ankara Üniversitesi Bilim Tarihi Ana Bilim Dalı doktora öğrencisi ve Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi Ali Furkan Arıcıoğlu tarafından tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır. Blogundaki girdinin başına Eisen’ın eklediği nota göre, bu yazı Eisen’ın 27 Mart 2013 tarihinde San Fransisko’daki Commonwealth Club’da yaptığı bilim yayıncılığı ve PLoS konulu konuşmanın (neredeyse) tam metnidir. Konuşmaya ve takip eden soru-cevap bölümüne şu linkten ulaşılabilir: https://www.commonwealthclub.org/events/2013-03-27/michael-b-eisen-reinventing-scientific-communication (ç.n.)