Blogumda kaleme aldığım son içerikte Analitik felsefenin güçlü ve iyi yanlarını ele almıştım. Akabinde de Analitik felsefenin bazı kusurlarına dikkat çekecektim fakat yazı tahmin ettiğimden daha uzun oldu. Şimdi, günümüzdeki mevcut haliyle Analitik felsefenin bazı zayıf yanlarından söz edeceğim.
Ana problem belli: Çok fazla analitik olmak.
Arka plan bilgisi: Analitik ifadeler, kabaca söylersek, yalnızca kelimelerin anlamlarından yola çıkarak onların doğru olduğunu görebileceğimiz ifadeler için kullanılır. Örneğin; “Tüm dörtgenlerin dört kenarı vardır” ve “Şimdiki zaman gelecekten öncedir” (Tabi ki şimdiki zaman ve gelecek zaman diye şeyler varsa) gibi cümleleri düşünün. “Analitik” ifadelerin tastamam bir tanımı olup olmadığına dair birçok tartışma var fakat şuan bunları tartışmak için yerimiz yok.
Önceleri Analitik filozoflar, felsefenin analitik bir bilgi bütünü olduğunu veya olması gerektiğini; ve analitik bilginin aslında kullanılan kelimelerin anlamları veya kavramlar arasındaki ilişkiler ile ilgili olduğunu (veya bunlara benzer başka bir şey); ayrıca zihinden bağımsız gerçeklerle ilgili olmadığını düşünürlerdi. İşte bundan ötürü de kelimelerin anlamları, kavramların nasıl analiz edileceği ve bunun gibi diğer sıkıcı şeylerle epey vakit harcadılar fakat yine de analiz etme yöntemi başarıya ulaşamadı.
Günümüzde, felsefenin yaptığı şeyin dil ve kavramları analiz etmek olduğunu düşünen insanlar var mı bilemem; fakat sayılarının çok olduğunu sanmıyorum. Yine de şunu görebilmek gerekir, bugün Analitik felsefede, sözünü ettiğim bu erken dönem yöntem ve ilkelerinin hala izleri var. Buradaki asıl problem de bu zaten, geleneksel analitik felsefe yöntemlerine uygun düşen çoğu problem ve mesele o kadar da çekici ve cazip değil.
Bizim daha spesifik olarak yaptığımız üç şeyden söz edeceğim.
1. Başarısız Analizler
Kavramları analiz etmeye çok fazla zaman harcıyoruz. Örneğin, “S, P’yi ancak ve ancak … ise bilir” gibi bir ifade ile başlayıp daha sonra da giderek daha katmanlı ve kompleks hale gelen ve bazı koşullar üzerine kurulu olup takip edilmesi giderek daha zorlaşan çok fazla teorimiz var. Bu manzara son 50 yıldır epistemoloji literatürünü epey meşgul etti.
Bu türden bir felsefe yapmanın iki problemi mevcut. İlk olarak analizlerin yanlış olması bir problem.
Bu nokta oldukça tartışmalı ama kimi felsefeciler bizzat kendileri tarafından felsefi olarak bir veya birden fazla kavramın doğru bir şekilde analiz edildiğini düşünmektedir. Fakat çoğu kişi bu konuda neredeyse hiçbir başarılı sonucun söz konusu olmadığını ve hiçbir felsefi analizin genel kabul görmediğini kabul edecektir. Hangi analiz girişimi söz konusu olursa olsun, bu analizin hatalı olduğunu ve çürütüldüğünü iddia edecek başka felsefeciler hep var olmuştur.
Niçin başarılı ve kabul gören bir analizin hiçkimse tarafından yapılamadığına dair bir tartışma için The Palgrave Handbook of Philosophical Methods (2015) kitabında yer alan “The Failure of Analysis and the Nature of Concepts” başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.
Bu konuda muhtemelen bir değişim de yok gibi. Baksanıza, on yıllardır felsefi açıdan bir hayli önemli olan farklı türden kavramların analizi üzerine çalışan oldukça akıllı, yüksek eğitimli, kendini işine veren pek çok insan var. Buna rağmen hala tek bir başarılı analiz bile elde edilemediyse, bunu bir 50 yıl daha yapmamızın anlamı yok. Önümüze bakıp yolumuza devam etmemiz gerekiyor.
Bu uğraşın başarılı olamamasının bir başka nedeni de, tasarladığımız analizlerden birinin yaygınlaşıp kabul görmesi halinde bile, spesifik olarak faydalı olmayacak olmasıdır. Epistemologların bugün üzerine tartıştığı analizler o kadar kafa karıştırıcı ve kompleks ki, bizzat bu analizlere başvurarak bilgi kavramının ne olduğunu birine açıklamaya çalışmazsınız bile. O halde tüm bunların ne anlamı var ki?
Belki de bu analizlerin değeri felsefecilerin teorik anlayışına yöneliktir. Fakat neyin anlaşılması bu; belirli bir bir kelimenin belirli bir dildeki kullanımının mı? Yoksa, standart olarak tanımlanmış bir kategorinin kesin hatlarının anlaşılması mı? Bu nasıl bir anlaşılma ki, onun için bir dizi oldukça yetkin akıl onlarca yıl boyunca onun üzerine mesai harcasın?

2. Semantik Tartışmalar
Analitik felsefedeki tartışmaların ciddi bir bölümü doğrudan doğruya bir kelime veya kavram analiziyle ilgili olmasa bile, semantik tartışmalarmış gibi görünüyorlar bana. Biraz önce de söylediğim gibi semantik tartışmaları pek çekici bulmuyorum.*
(*Eleştiri: Belki de mevcut kavramsal şemamız öncelikli, asli ve tartışılması yararlı olan şeylerin neler olduğu konusunda toplumumuzun birikmiş bilgeliğini temsil ediyordur. Ve tam da bundan ötürü belki de yapmamız gereken şey bu kavramsal şemanın doğru bir açıklamasını bulmak olmalıdır.)
Örnek 1: Gerekçelendirme
Epistemolojide yer alan içselcilik ve dışsalcılık tartışmaları, semantik tartışmalar gibi görünüyor. Kabaca söylersek tartışma aşağı yukarı şöyle: bir inancın gerekçelendirilme süreci tamamen öznenin içsel zihin durumları (veya öznenin erişebildiği durumlar veya buna benzer bir şey) tarafından mı belirlenir yoksa başka şeyler de mi söz konusudur?
Örneğin, Dışsalcılığın en yaygın türü olan Güvenilirlikçilere göre bazı durumlarda, özne, inanç oluşturma süreç ve biçiminin güvenilir olduğunu bilsin veya bilmesin; veya güvenilir olduğuna inanmak için elinde bir gerekçe olsun veya olmasın; fark etmez. Özne, söz konusu inancı güvenilir bir şekilde elde ettiği sürece, o inanç “gerekçelendirilmiş”tir. Fakat İçselcililer bunun yeterli olmadığını söyleyerek itiraz ederler.
Buradaki manzara bana semantik görünüyor. Bir içselci olarak, “güvenilir süreçlerle elde edilme”nin yani güvenilirlik diye bir şeyin var olduğunu veya bunun güçlü bir nokta olduğunu reddetmiyorum. Fakat ben yalnızca “gerekçelendirme”nin bu anlama geldiğine itiraz ediyorum.
Örnek 2: Kompozisyon
Metafizikte farklı şeylerin “varlığı”na dair tartışmalar mevcut. Bunlar arasında, bileşik bir nesnenin (composite object) hangi anda var olduğuna dair tartışmalar da geçiyor.
Görüşlerden birine göre “bileşik nesneler” yoktur. Yani, bazı temel parçacıklar, bir araya getirilerek daha büyük bir nesne oluşturamazlar. Bu açıdan da masalar veya insanlar gibi şeyler yoktur (Korkmayın. Hala masa şeklinde dizilmiş parçacıklar vardır; ancak bu parçacıklar yalnızca tek bir nesne oluşturmazlar).
Başka bir görüşü savunan diğer felsefeciler ise, diğer bir nesnenin herhangi bir nesne tarafından oluşturulabildiğini söyler. Eğer bir A nesnesi ve bir B nesnesi varsa, o halde her zaman için hem A hem de B’nin parçalarından oluşan üçüncü bir nesne daha vardır. Örneğin, sol gözüm ve Alfa Centauri yıldız sisteminden oluşan bir nesne vardır.
Ve elbette yine başka felsefeciler, temel şeyleri düzenlemenin tüm yollarının değil; ama bazı yollarının onları başka bir şey haline (bileşik nesne mesela) getirdiğini söylüyor.
Bu tartışmaların hepsi bana çok ama çok semantik tartışmalarmış gibi geliyor. (Literatürde aslında burada semantik tartışmalar olmadığını ileri süren argümanlar var biliyorum ama yine de asıl mesele semantik gibi görünüyor).
3. Meselenin Tanımlanması
Pekala, işte benim en büyük şikayetim. Felsefeciler aslında hangi soruları soracaklarına, özellikle kavramsal analiz ve tümdengelim argümanları gibi tamamen a priori yöntemleri hangi sorulara uygulayabileceklerine bakarak işe koyulurlar. Fakat bu genellikle ilgilerinin ve dikkatlerinin önemli sorulardan ziyade, yakın çevrelerinde bulunan ama aslında hiç de önemli bir ağırlığı olmayan sorulara kaymasına neden olur.
Örnek 3: Otorite
Siyaset felsefesi yaptığımızı düşünelim. Diyelim ki, herhangi bir hükümetin niçin herhangi bir kişi üzerinde ahlaki bir otorite yetkisine sahip olduğunun gözden geçirilmesi gerektiğini tartışma açtım (ki beni tanıyanlar bunu yaptığımı bilir). Başkent Washington’daki palyaçolar niçin bize ne yapmamız gerektiğini söyleme yetkisine sahip olsun; ve niçin onlara itaat etmek zorunda olalım ki?
Çağdaş bir akademik siyaset felsefecisi olduğunuzu ve bu meseleye dair bir şey söylemek istediğini düşünelim. Fakat formüle ettiğim gibi, bunu yapmak çok zor olabilir, bundan ötürü öncelikle elinizdeki soruyu daha “analitik felsefe” halindeki bir soruya dönüştürmek isteyeceksinizdir. Şuna ne dersiniz mesela: İdeal bir “liberal” politik düzende nasıl kararlar alınmalıdır ki, adaletsiz olmadığı varsayımı altında, bu kararlara saygı duymak için elimizde gerekçeler olsun?
Şimdi, birbirlerini özgür ve eşit yurttaşlar olarak gören bir grup rasyonel özne arasındaki kamu müzakeresi için ideal koşulların nasıl olması gerektiğine yönelik bir teori üzerine tartışmaya girişiyorsunuz. Söz konusu bu koşullar, örneğin, herkesin dikkate alınmak için tam bir fırsata sahip olmasını, tüm düşünce ve fikirlerin adil bir şekilde dinlenmesini ve müzakerenin sonucunun yalnızca argümanlar biçiminde ifade edilmesini kapsayabilir.
Peşinden, (alışkanlığımdır bilirsiniz*) bu koşullardan hiçbirinin hiçbir toplum için geçerli olmadığını, dolayısıyla da siyasi otoritenin varlığı lehine hala bir gerekçemiz olmadını iddia ettiğimizi düşünün. Siz de bu noktanın kendi uzmanlık ve ilgi alanınıza girmeyen ampirik bir mesele olduğunu söylersiniz. Sizin amacınız yalnızca bir idealin sınırlarını çizmekti. (*Bkz. The Problem of Political Authority, s. 4.2.)
Fakat bu çok saçma. Burada yapılan şey aslında önemli bir soruyu önemli-olmayan bir soruyla değiş tokuş etmektir; çünkü ikinci soru koltuktan kalkmayı gerektirmez.
Herhangi bir devletin gerçekten de otorite olma yetkisine sahip olup olmadığını, kavramlar üzerinde düşünerek yanıtlamak mümkün değildir. Fakat yine de önemli olan soru buydu.
Örnek 4: Tanrı
Master yaparken asistan olduğum dönemde, bazı derslerde Kötülük Problemi inceleniyordu. İşte problemi görmenin kolay bir yolu:
- Tanrı’nın, (şayet O varsa) her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak iyi olmalıdır.
- Şayet Tanrı dünyadaki tüm kötülüklerden haberdar değilse, o halde O her şeyi bilen değildir.
- Şayet Tanrı kötülüklerden haberdar olduğu halde bu konuda hiç bir şey yapamıyorsa, o halde O her şeye gücü yeten değildir.
- Şayet Tanrı kötülükleri biliyorsa ve onu ortadan kaldırabilecek güçteyse ama yine de bunu yapmak istemiyorsa, o halde O mutlak iyi değildir.
- Yok eğer Tanrı kötülükleri biliyorsa ve onu ortadan kaldırabilmeye hem istekli hem muktedirse, o halde kötülük nasıl hala var olmaya devam ediyor?
İşte var olabilecek yanıtlardan biri: belki de Tanrı her şeye gücü yeten değildir (Veya her şeyi bilen olmayı veya mutlak iyi olmayı başaramıyordur belki, fakat teistlerin ilk elden çıkardıları yani vazgeçtikleri sıfat “her şeye gücü yetme” niteliğidir).
Öğrencilere okutulan felsefeye giriş ders kitaplarından birinde bu meselenin tartışıldığını gördüm. Yazar (Kötülük problemine dayanarak ateizmi savunuyordu bu arada), “böylesi (teistik) yanıtlardan gına geldi” gibi bir şey söyledi, sanırım bir iddiayı yeniden tanımlayıp savunmak o kadar da çekici gelmiyordu artık kendisine (Elbette kelimenin farklı bir anlamıyla “Tanrı”nın varlığını savunabilirsiniz!).
Bu durum bana epey tuhaf geliyor. Fiziksel evreni yaratan mutlak güçlü, zeki ve iyi bir Varlık’ın var olduğu ortaya çıkar fakat bu Varlık’ın mantıksal olarak mümkün olan her şeyi yapamadığı anlaşılırsa, “bu bir felsefeci için tartışma bağlamında herhangi bir fark yaratmaz, çünkü …… tartışmanın başında şart koştuğumuz kelimenin bir tanımını (her şeye gücü yeten) karşılamıyor” demek mantıklı mı? Bu bana hakikat peşinde koşmaktan ziyade kelime oyunlarını önemsemek gibi geliyor.*
*Doğruyu söylemek gerekirse, bir iddiayı yeniden tanımlayıp savunmanın onu daha çekici olmaktan çıkardığı durumlar da vardır. Örneğin, “Tanrı”yı doğaya atıf yaparak tanımlar ve teizmi böyle savunursanız bu pek çekici olmaz. Bunun nedeni de yeni iddianın tartışmaya pek uygun olmaması ve başlangıçta ilgilendiğimiz meseleden epey uzak bir yere konuyu çekmesidir.
Niçin geleneksel felsefeciler Tanrı anlayışının (mutlak güçlü, mutlak bilgili ve ahlaken kusursuz yaratıcı Tanrı) tartışılması gerekilen asıl şey olduğunu düşünür? Sanırım bunun nedeni, bir dereceye kadar, bu geleneksel anlayıştaki “Tanrı” kavrayışının a priori, tümdengelimsel argümanlar oluşturmaya daha uygun olması ve epey sayıda eğlenceli mantıksal/kavramsal tartışmaya kapı aralamasıdır. (Mesela, “Her şeye gücü yetme sıfatı mantıksal olarak tutarlı mıdır?”, “Tanrı, mutlak iyilik ile bağdaşır mı?”, “Mutlak iyilik ile özgür irade arasında gerilim var mı?” vb)
Yani diğer bir deyişle geleneksel Tanrı konsepti koltuk felsefecilerine çözülecek iş yaratma avantajına sahip.
Fakat sözünü ettiğimiz bu nokta, bir tanım seçmek için rasyonel ve hakikat odaklı bir zemin değildir. Bir tanım seçmek için rasyonel bir zeminde olmak şöyle olurdu: “Elimizdeki mevcut deliller ile en uygun olan tanım bu olmalı.” Veya: “Önemli ve asli sorulara daha yakından bakmamızı sağlayan tanım budur.” (Kabul etmemiz gerekir ki mutlak güçlü, mutlak bilgili ve ahlaken kusursuz yaratıcı Tanrı’nın var olup olmaması önemli bir mesele. Fakat daha alt düzeyde bilgili, güçlü ve iyi olan bir yaratıcı Varlık da önemlidir.)
Akademik felsefeciler meseleleri sözünü ettiğim şekilde tanımlamaya o kadar alışmış haldeleri ki (sanki kavramsal analiz yöntemini benimseyenler iş icat etmek için gibi) normal bir noktayı tartışmaya açtığınızda sizi genellikle yanlış anlayacaklar ve analiz, çıkarım ve varsayımsal örnekler aracılığıyla doğrulanabilecek veya yanlışlanabilecek bir ‘kavramsal noktaya’ doğru çekmeye çalışacaklardır.
Onlar, daha çok dayanak bulunabilecek veya daha çok eleştirilebilecek konulara ilgi duyarlar.
Örneğin, eğer birisi A’ların genellikle B olup olmadığını tartışmaya açmak isterse, (bu) felsefeciler;
(i) bir A’nın B olmasının kavramsal olarak mümkün olup olmadığı ve/veya
(ii) tüm A’ların B olmasının mantıksal olarak zorunlu olup olmadığı hakkında konuşmaya çalışacaklardır.
Bu aslında, fikirlere ve birbirleriyle nasıl ilişkili olduklarında gerçek dünyadan daha fazla ilgi duyduklarına göstermektedir.
Yani kısacası, Analitik felsefeciler kavramlarla haşır neşir olmaya çok fazla odaklanırken hakikatin önemli yanlarını düşünmeye hakkıyla eğilmezler.
Michael Huemer – “The Failings of Analytic Philosophy“, (Erişim Tarihi: 17.11.2024)
Çevirmen: Taner Beyter