Bu yazımız yaratıcı ve gerçekten çekici bir isme sahip olan, düşünce dünyamıza katkı sunan değerli bir dergide yayınlanan bir yazıyı eleştirmek için kaleme alınmıştır. Öncelikle eleştirdiğimiz yazı, yazarı tarafından bir “felsefe yazısı”, “fikir”, “düşünce yazısı” veya “deneme” olarak görülmüyor (veya görülüyor) olabilir ve bu nedenle eleştirilerimizin yersiz olduğuna işaret edilebilir. Bu felsefeyle ilişkili olmayan bir içeriği felsefe adına eleştirmemizin yersizliğine işaret ederdi. Diğer yandan yazar doğrudan bu sıfatlar (ve biçimlerde) bir yazı kaleme aldığını da iddia edebilir; bu durumda eleştirilerimizin eleştirisini duymayı arzu etme isteğimizin sebebi, neyi gözden kaçırdığımızı bilme isteğimizden kaynaklanacaktır.
Söz konusu yazıda iki ana hususu eleştireceğiz; ilk olarak toplumsal inşacılığın güçlü bir gerekçelendirmeye gidilmeksizin bu kadar açıkça savunulmasının bir hata olduğunu, daha sonra ise felsefenin işlevi üzerine iddia edilen fikirlerin çok makul olmadığını iddia edeceğim.
Toplumsal İnşacılık’ın Gerekçesiz Savunusu
“Gözümüzü bu dünyaya açtığımız andan itibaren çoktan örülü bir ağın içine fırlatılırız. Bir zihniyet dünyası, tutumlar biçimi, alışkanlıklar, içinde bulunacağımız kültür denilen koordinatı oluşturmuştur. Varoluşumuz tümüyle bunlarla koşullanacaktır. Neyi nasıl görmemiz ya da neye nasıl tepki vermemiz gerektiği çok geçmeden kulaklarımıza fısıldanır. Bir dilimiz, bir dinimiz olur. Oturma kalkma biçimimiz, gündelik hayat alışkanlıklarımız, hatta damak tadımız bile bu sayede elde edilir. Bir topluluğa ya da bir topluma gitgide mensubiyet duygusu geliştiririz. Zira nihayetinde insan, Aristoteles’in dediği gibi, toplumsal bir hayvandır.”
Öncelikle yazarın dile getirdiği şekliyle çevresel determinizmin tutarlı bir biçimde savunulmasının oldukça zor olduğunu düşünüyoruz. Eğer iddia edildiği şekliyle, bu derece bir toplumsal belirlenim içerisindeysek, felsefe yapmanın gerçek anlamıyla tek anlamı, toplumsal belirlenimleri anlamak ve tahlil etmeye indirgenecektir. Bu bize hiç makul görünmüyor; felsefe bu indirgemeden daha fazlasıdır. Diğer yandan bu tür bir belirlenime işaret eden bu düşünce ve cümle yapıları da aynı belirlenimin bir sonucu olabilir mi? Yani paragrafta iddia edilen belirlenimin kendisinin, belirlenimi de toplumsal mıdır? Eğer öyleyse circular reasoning (döngüsel akıl yürütme) benzeri bir çarkın içine çekilmiş olabiliriz. Çünkü bu iddia doğru ise, eleştirdiğimiz yazının yazılma fikrinin başlangıç aşamasından yayınlanma aşaması ve bizim bu karşı fikirleri düşünme aşamamızın kendisi de dahil tüm bu süreçler ne olduğu belli olmayan toplumsal bir “belirlenimin” sonucudur. Bu iddia bir hayli edebi görünüyor, ancak özgür irade üzerine bir tartışmaya girişmeksizin bu iddiayı öne sürerek “Aristoteles’in toplumsal hayvan”ına başvurmak ne derece makul emin değiliz. Öncelikle “Toplumsal İnşacılık”ın güçlü bir savunusu ve eleştirisi bu türden bir tartışma için oldukça çekici konu başlıklarına işaret edecektir. Diğer yandan yazıda, “toplumsal temastan yoksun bırakılan çocuklarda dilin gelişmediği”, yönündeki iddianın ne derece yerinde ve ampirik olarak desteklenen (pozitivizmi savunan Ankaralı bir Analitik felsefeci olmam umarım böylece) bir iddia olduğundan da emin değiliz. Ancak bu konumuz kapsamı içinde değildir.
Felsefenin işlevi
“Dolayısıyla, felsefe esasen bu kültürel kodları söküme uğratma işidir. Uyumsuzluktur. Kodların yarattığı bunaltı felsefenin ortaya çıkışına imkân tanır. Başka bir ifadeyle, kişinin kültürle yaşadığı gerilim felsefeyi var eder. Felsefe tarihi, kültürlerin herhangi bir konudaki anlayışı ile filozoflar arasındaki gerilimin tarihidir. Zaman zaman yerleşik bilgi anlayışı, zaman zaman ahlak anlayışı zaman zaman da siyaset anlayışı söküme uğratılmıştır filozoflar tarafından.”
Güçlü bir gerekçelendirmeye gidilmeksizin felsefenin tüm yönleriyle “toplumsal bir fenomen olma” tanımına sıkıştırılması yönünde bir girişim izliyoruz. Toplumsal İnşacılık’ın oklarını felsefeye çevirmek, felsefeyi de bir tür toplumsal inşa olarak görerek onun doğası ve metodolojisindeki temelleri tüm yönleriyle “toplumsal” olana indirgemeye gidecektir. Eleştirimiz ise şu; eğer bu doğruysa ve bu iddianın kendisi de bir tür toplumsallığın sonucu ise felsefe ve epistemolojiye ne gerek var? Felsefe ve epistemoloji toplumsala işaret eden ve onu anlamaya çalışan “şey”den mi ibarettir?
Diğer yandan kişi “kültür ile yaşadığı deneyimin sonucu olarak” felsefeyi var ederse, matematik felsefesi içinde geçerli midir bu iddia? Yani matematik felsefesi kişinin kültür ile yaşadığı gerilim ve deneyimin bir sonucu mudur? Bize size sezgisel olarak makul görünüyor mu? (common sense’lerini hatırlayalım Moore’un!) Sorduğumuz sorunun yerinde olup olmadığından şüphe ediyoruz; çünkü bu soruya bizi götüren iddia birçok yönüyle çok cesur görünüyor. Bazen bu denli cesur iddialar karşı kıyıdaki eleştirmeni de bir tür cesurluğa itebiliyor.
“Bir filozofu toplumun herhangi bir üyesinden farklı kılansa, yaşadığı sıkışmışlığı görmezden gelmemesi, bunu sistematik bir araştırmanın konusu kılmasıdır. Filozof, yetişimi esnasında, toplumun bir bireyi olarak dilden, gelenekten, önyargılardan kendine düşen payı almış olsa da yerel olanı aşmaya, evrensel olana açılmaya çalışır. Örneğin, bir toplumda kadınlar, sırf cinsel kimlikleri yüzünden ayrımcılığa uğrayabilirler. Eğer bu durumu bir kadın kendisine mesele edinip üstüne giderse filozof olur.”
Tek kelime ile; “katılmıyoruz ve katılmamız için güçlü gerekçeler görmüyoruz.” Filozofları düşüncelerin ve fikirlerin süperstarları olarak tanımlamaya eğilimli yaklaşımları en az Huemer kadar eleştiriyoruz.
“Bu bakış açısıyla düşünüldüğünde aslında herkesin filozof olabilme olanak ve yatkınlığına sahip olduğu ortadadır. Ne var ki, herkes kültürle ters düşmeyi göze alamaz. Çoğunluk kulağının üstüne yatma eğilimindedir. Zira kültürler filozoflara bedel ödetirler; en azından ödetmek isterler. Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi ya da Sartre’ın evinin önünde bomba patlaması bu yüzdendir. O halde felsefenin vaat ettiği ilk şey, mutsuzluktur – yola bunu bilerek çıkmak gerekir.”
Bu paragraftaki ifadeler bize hiç bir açıdan ve “felsefi olarak” makul görünmüyor. Bunun sebebi olarak duygusuz, derinliksiz, soyutluğa saplantılı bir “analitikçi” olduğumuz iddia edilebilir. Belki de öyleyizdir. Ancak bu paragrafta ifade edilenlerin tamamen “keyfi” ve “edebi” bir örtük içeriğe sahip olduğunu sezgisel olarak hissediyorsanız, (ki biz yoğun olarak hissediyoruz) siz de bu “analitikçilikten” pay almış olmalısınız. Bu ifadeler ile bir edebiyat metni (edebiyatı değersizleştirmek asla haddimiz değildir) arasındaki fark nedir? Cevap çok basit görünüyor; gerekçelendirme! Felsefe yaparken iddialarınızı gerekçelendirmek zorundasınızdır. Bir felsefeci bu türden iddiaları (ki ülkemizdeki felsefecilerin çok çok büyük bir kısmının yaptığı gibi) gerekçelendirmeden bu denli açıkça savunuyorsa, bizden, bilmemizi engelleyerek bize kötülük yapması olarak dahi görülebilecek bir şeyler gizliyor olmalıdır. Bu eleştiri yazımızın eleştirisi mümkün olursa bu gizlenen şeyi bilmek isteriz, belki de böylesi karşılıklı eleştirilere ülkemiz felsefecilerinin daha çok ihtiyacı vardır.
Bu yazı nihayetinde bir polemik yazısıdır ve polemik yazısı olduğu için kınanmamalıdır. Yazardan bol atıflı akademik bir makale yazmasını talep ediyor değiliz, bunu elbette yapabilirdi. Hiçbir “otorite biziz.” iddiasını öne sürme küstahlığına düşmek istemeksizin (ve böyle görünüyorsak özür dileyerek) şunu sormak istiyoruz; gerekçelendirme olmaksızın felsefe yapmak mümkün müdür? Bize yönelik bir eleştiri, bu yazımızdaki ana fikrin gerekçesinin ne olduğu olurdu. Felsefedeki önermelerimizi gerekçelendirerek öne sürmemizin, gerekçesi ne olabilir? Sanırım bu soru da bize yönelebilir ve yerinde olurdu.
Söz konusu yazı: https://adhocdergi.com/felsefenin-cekici/
“Toplumsal İnşacılık” üzerine Zafer Kılıç’ın yaptığı çeviri: https://onculanalitikfelsefe.com/toplumsal-insacilik-temel-bilgiler-joseph-heath/