Çocuk mu? Kalsın! – David Benatar

Çocuk sahibi olmanın zararlarını anlayabilmek için çocuklardan nefret etmeniz gerekmez. Üremeye karşı olmak ahlaki bir meseledir.

//
3478 Okunma
Okunma süresi: 22 Dakika

2006 yılında Keşke Hiç Olmasaydık adlı bir kitap yayınladım. Var olmanın her zaman için ciddi anlamda zararlı olduğunu savundum. İnsanların hiçbir koşulda ürememesi gerektiğini söyleyen bu yaklaşıma ‘anti-natalizm’ (doğum-karşıtlığı) denir. Akabinde birçok tebrik ve destek mektubu aldım, tabi ki öfke dolu mektuplar da. Fakat bunlar içerisinde aldığım en sarsıcı geri bildirim şu mesajdı:

Küçüklüğümden beri okulda maruz kaldığım ve sonunda okulu terk etmek zorunda bırakacak kadar bende derinlemesine travma bırakan ağır zorbalıklar nedeniyle dayanılmaz acılar çektim. Ne yazık ki dış görünüşüm çok kötü ve sokakta tanımadığım insanlar tarafından bile ‘çok çirkin’ olduğum için yadırgandım, alay edildim, hakarete uğradım; ki bunlar neredeyse her gün yaşadığım şeyler. İnsanlar benim için “gördüğüm en çirkin insansın” diyor. Bu durumla başa çıkmak gerçekten çok zor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi henüz 18 yaşındayken çok ciddi bir doğuştan kalp hastalığı teşhisi kondu; bugün 20’li yaşlarımın başındayım ve yaşamımı tehdit eden bu ciddi kalp yetmezliği ile kötü huylu kalp ritim bozukluğundan mustaribim. Kalbim birçok kez durma noktasına geldi ve var olduğum yani nefes aldığım her gün aniden ölebileceğim gerçeğiyle mücadele ediyorum. Ölüm korkusuyla taşlaşmış durumdayım ve an meselesi olan ölümümün verdiği acı ve ıstırap tarif edilemez boyutta. Pek fazla zamanım kalmadı ve kaçınılmaz olan, er ya da geç yakında gerçekleşecek. Hayatım gerçek anlamıyla bir cehennem gibi ve artık ne düşünmem gerektiğini dahi bilmiyorum. Hiç şüphe yok ki bir insanı böylesi bir dünyaya mahkûm etmek suçların en büyüğü ve çok ciddi bir ahlaki yanlıştır. Şayet ailemin beni dünyaya getiren bencil arzusu olmasaydı, bugün burada bu maksatsız acıyı çekiyor olmazdım, var olmamanın mutlak huzuru içinde olabilirdim fakat ben her gün ama her gün bu işkenceyi yaşıyorum.

(Kendisinden izin alınarak aktardığım) bu cümlelerden etkilenmek için anti-natalist olmak şart değil. Kimileri yazıştığım bu kişinin içinde bulunduğu durumunun istisna olduğunu ve bizi anti-natalizme sevk etmemesi gerektiğini iddia edebilir. Ama benim iddiam şu ki, korkunç acılara maruz kalmak öyle istisna sayılacak bir olgu değildir ve bundan dolayı da anti-natalizm ciddiye almamız ve açık yüreklilikle üzerine düşünmemiz gereken bir yaklaşımdır.

Anti-natalizm fikri öyle yeni bir şey değildir. Sophokles’in Oedipus Kolonos’ta adlı eserinde koro ‘doğmamanın olabilecek her türlü olasılığın ötesinde, en iyisi olduğunu’ söyler. Benzer bir fikir, Ecclesiastes’te de (Vaiz Kitabı Eski Ahit kitaplarından biri) dile getirilir. Doğu’da ise hem Hinduizm hem de Budizm varoluşa dair negatif bir tutum sahibidir (her ne kadar üremeye karşı çıkacak kadar ileri gitmiş olmasalar bile). Bu dönemden itibaren birçok düşünür de acının ne kadar yaygın olduğunu fark etmiş ve bu da onları açıkça üreme karşıtı olmaya ikna etmiştir: En ünlüsü Arthur Schopenhauer olmak üzere Peter Wessel Zapffe, Emil Cioran ve Hermann Vetter gibi isimler sayılabilir.

Arthur Schopenhauer (1788-1860)

Anti-natalizm, çocuk sahibi olmaya yönelik derin biyolojik güdüyle uyuşmadığından dolayı her zaman için azınlıkta kalan bir yaklaşım olacaktır. Ancak bununla birlikte, tam da böylesi bir manzarayla karşı karşıya olduğu için, açık görüşlü insanlar bu yaklaşımı hemencecik deli saçması veya işe yaramaz bir şey olarak görmemeli ve önce bir durup düşünmelidir. Anti-natalizm deli saçması veya işe yaramaz bir şey değildir. Elbette ki anti-natalizmin suiistimal edilmesi ve bilhassa zorla dayatılmaya çalışılması tehlikeli olabilir; fakat bunlar diğer yaklaşımlar için de geçerlidir. Makul bir biçimde yaklaşıldığında asıl tehlikeli olan anti-natalizm değil, onun tam tersi olan düşüncedir. Bunca talihsizlik ve fenalık göz önüne alındığında (ki tüm bu fenalıklar var olmanın sonucudur), var olmanın dayanılmaz hafifliği olmasaydı çok daha iyi olurdu diyebiliriz.

Diğer yandan, yaşam saf acı ile özdeş olmasa bile, varoluşa gelmek yine de üremeyi yanlış kılacak kadar zararlı denebilir. Yaşam, çoğu insanın düşündüğünden çok daha kötüdür; ve insanlar deneyimledikleri yaşam korkunç derecede kötü olsa dahi yaşamı onaylamak (ve olumlamak) için çok güçlü dürtülere sahiptir. İnsanlar, aslında, başlatılmaya değmeyecek hayatlar yaşıyor olabilirler; fakat bunun farkında da olmayabilirler.

Yaşamın büyük bir kısmının aslında insanların düşündüğünden daha kötü olduğu iddiası, genellikle öfkeyle karşılanır. Yaşamınızın kalitesinin ne kadar kötü olduğunu yüzüne karşı söyleme cüretine nasıl sahip olabilirim ki! Peki yaşamınızın kalitesi size göründüğü kadar iyi mi? Diğer bir deyişle, şayet yaşamınızda kötülükten ve fenalıktan ziyade iyilik ve güzellikler varmış gibi hissediyorsanız, nasıl olur da yanılıyor olabilirsiniz değil mi?

Aynı mantıkla depresyonda olanlara veya intihara meyilli olanlara yaklaşmıyor olmamız ilginç. İyimserlerin çoğu, bu iki örnek durum söz konusu olduğunda, öznel değerlendirmelerin yanlış olabileceğini düşünmeye eğilimlidir. Fakat sahip olunan yaşamın kalitesi olduğundan az görülüyor ve hafife alınabiliyorsa, pek tabi abartılıyor da olabilir. Gerçekten de, bir kişinin deneyimlediği yaşamının gerçekte ne kadar iyilik ve fenalık içerdiği ile bunlardan her birini ne kadar içerdiğini düşündüğü arasındaki ayrım ortadan kalkmadıkça, insanların birincisi yani yaşamın gerçekte ne kadar iyilik ve fenalık içerdiği hakkında yanılabilecekleri açıktır. Kişinin, yaşam kalitesini hem olduğundan çok hem de olduğundan düşük şeklinde tahmin etmesi (veya yaşamına değer atfetmesi) mümkün olmasına rağmen farklı türden bilişsel önyargılara, belki de bu ön yargılardan en önemlisi olan iyimserlik önyargısına ilişkin ampirik kanıtlar, olduğundan çok tahmin etmenin (değer atfetmenin) daha yaygın bir hata olduğunu göstermektedir.

Yıkmak, inşa etmekten daha kolaydır. Pek çok arzu asla tatmin olmaz.

Birkaç adım geriye atıp şöyle dikkatlice bir bakıldığında, iyiden çok fenalık olması gerektiği açıktır. Çünkü iyi olan ile fena olan şeyler arasında ampirik asimetriler vardır. Örneğin en kötü acılar, en büyük zevklerin iyi olmasına nazaran çok daha kötüdür. Şayet bu söylediğim size makul gelmediyse elinizi vicdanınıza koyup dürüstçe kendinize şunu sorun: en büyük zevklerin bir ya da iki dakikası karşılığında en kötü acıların bir dakikasını kabul eder miydiniz? Ayrıca, acılar zevklerden daha uzun sürme eğilimindedir. Tat alma duyusu ve cinsel zevklerin geçici doğası ile birçok acının kalıcı karakterini kıyaslayın. Mesela; bel veya eklemlerde kronik ağrılar çekme diye bir olgu varken kronik zevk diye bir şey yoktur. (Kalıcı bir memnuniyet/tatmin olmak duygusu mümkündür fakat unutmamak gerekir ki kalıcı bir memnuniyetsizlik/tatmin olmama duygusu da mümkündür; işte tam da bundan ötürü bu kıyaslama da iyinin üstünlüğünü desteklemez).

Yaralanma hızlıca gerçekleşir fakat iyileşme süreci yavaştır. Bir akciğer pıhtısının atması veya ateşlenen mermi sizi bir anda yere serebilir -ve eğer hala ölmediyseniz iyileşmeniz epey yavaş olacaktır. Öğrenmek ömür boyu sürer ama bir anda yok edilebilir; yıkmak, inşa etmekten daha kolaydır.

Konu arzuların tatminine geldiğinde de işler aleyhimize gelişir. Birçok arzu asla tatmin olmaz. Tatmin edildiklerinde bile bu durum genellikle uzun bir tatminsizlik döneminden sonra olmuştur. Tatmin de öyle pek uzun sürmez, çünkü bir tatmin edilen arzu yeni bir arzuya yol açar ve bu arzunun da gelecekte bir yerde tatmin edilmesi gerekir. Kişi, açlık gibi daha temel arzularını düzenli olarak tatmin edebildiğinde dahi daha üst düzey arzular kendini gösterir. Her zaman için bir döngü ve ters yürüyen bir arzu merdiveni vardır.

Başka bir deyişle, yaşam sürekli bir uğraş ve çaba halidir. Acıyı dindirmek, susuzluğu gidermek ve hayal kırıklığını en aza indirmek gibi, fenalıklardan korunmak adına sürekli çaba harcamamız gerekir. Bu çabalarımızın yokluğunda, fenalıklar hemencecik kendini gösterir çünkü varsayılan (yani aslolan) zaten odur.

Yaşamların pratikte olabildiğince iyi gittiğinde bile, ideal olarak olması gerekenden çok daha kötü oldukları söylenebilir. Örneğin, bilgi ve kavrayış iyi şeylerdir. Fakat aramızdaki en bilgili ve kavrayışlı kişiler, bilinmesi ve kavranması gerekenden çok daha azını bilir ve kavrar. Dolayısıyla, durumumuz yine kötü. Şayet (sağlıklı elbette) uzun ömür iyi bir şeyse, o halde bir kez daha durumumuz idealde olması gerekenden çok daha kötüdür diyebiliriz. Sağlıklı bir 90 yıllık yaşam, 10.000 ya da 20.000 yıllık bir yaşamdan ziyade 10 ya da 20 yıllık yaşama çok daha yakındır. Gözlerimizle gördüğümüz aktüel olan durum (neredeyse) her zaman ideal olanın gerisinde kalır.

İyimserler bu gözlemlere meydan okuyarak karşılık verirler. Yaşamın içinde bunca kötü şey olmasına rağmen, bu kötü şeylerin (öyle ya da böyle) iyi şeyler için gerekli olduğunu öne sürerler: Onlara göre acı olmasaydı yaralanmalardan kaçınamazdık; açlık olmasaydı yemekler lezzetli ve doyurucu olmazdı; çaba vermek diye bir şey olmasaydı, başarı da var olmazdı.

Fakat öyle görülüyor pek çok kötü şey açıkça maksatsız ve gereksizdir. Çocukların doğuştan ciddi anormalliklerle doğmasının, her gün binlerce insanın açlıktan hayatını kaybetmesinin ve ölüm eşiğindeki hastaların acı çekmesinin gerçekten de bir maksadı var mıdır? Mutluluk (veya zevk ve haz) için gerçekten acı çekmemiz mi gerekiyor? Belki de iyinin değerini bilmek adına fenalığa ve kötüye gerek olduğunu düşünsek dahi, durumun böyle olmaması halinde çok daha iyi bir manzara ile karşı karşıya kalacağımızı kabul etmek gerekir. Yani demem o ki, fenalık (kötülük) olmaksızın iyiye sahip olabilseydik yaşam çok daha iyi olurdu. Mevcut haliyle yaşamlarımız olabileceğinden çok daha kötü haldedir; bundan ötürü de gözlerimizle gördüğümüz aktüel gerçekliğin ideal olandan çok daha kötü olduğunu söyleyebiliriz.

İyimserlerin öne sürdükleri bir diğer itiraz ise uyulması mümkün olmayan bir standart belirlediğim şeklindedir. Bu itiraza göre, örneğin entelektüel birikimlerimizin ve maximum yaşam süremizin insani olarak imkansız standartlar açısından değerlendirilmesi gerektiğini savunmak hiç de mantıklı değildir. Onlara göre, insanların yaşamlarının insani standartlara göre değerlendirilmesi gerektiğini savunulabilir.

Problem şu ki, bu argüman “Bir insan, gerçekçi bir şekilde, iyi yaşam derken tam olarak ne umabilir?” sorusu ile “İnsan yaşamı ne kadar iyidir?” sorusunu birbirine karıştırmaktadır. İlk soruyu yanıtlarken insani standartlara başvurmak oldukça akla yatkındır. Fakat ikinci soruyla ilgileniyorsak, bu soruyu yalnızca insan yaşamının basitçe mevcut insan yaşamı kadar iyi olduğu şeklinde cevaplayamayız; ki zaten insani standartlara başvurmak da bunu gerektirir. (Bir benzetme yapabiliriz: bir farenin vahşi doğadaki ömrünün genellikle bir yıldan az sürdüğü göz önüne alındığında, iki veya üç yaşındaki bir fare gerçekten iyi durumda denebilir; ama yalnızca bir fare olmak standardı için geçerlidir bu. Bu durum, farelerin yaşam süresi standardı açısından iyi performansın bu olduğu anlamına gelmez. Bu örnekte fareler, kutup balinalarından daha kötü durumda olan insanlara göre çok daha kötü durumdadır.

Gösteriyi terk edecek kadar kötü olmasa dahi bir tiyatro gösterisine, şayet kötü bir gösteri olacağını baştan bilseydiniz bilet alıp gelir miydiniz?

Tüm bu bahsini açtığım şeyler göz önüne alındığında, mevcut yaşamların; iyiden çok fenalık içerdiği ve mevcut durumlarına göre daha fazla iyilikten mahrum oldukları gerçeğine yüzümüzü dönemeyiz. Fakat ne var ki, yaşam öylesine onaylanmaktadır ki, çoğu insan bu gerçeğin farkına varamamaktadır.

İnsanların bu gerçeğin farkına varamamalarının en önemli sebeplerinden biri, insanların yaşamlarının başlamaya değer olup olmadığını düşünürken, genellikle farkında olmasalar da aslında bambaşka bir soruyu, yani süregelen mevcut yaşamlarının devam etmeye değer olup olmadığını düşünmeleridir. İnsanlar mevcut halleriyle kendilerinin var olmadığını düşünmeye başladıklarından ötürü, “var olmama”ya dair düşünceleri de zaten var olan kendi benliklerine atıfla kendini gösterir. Böylesi bir durumda, akıl yürütmenin mevcut benliğin kaybı hakkında düşünmeye doğru kayması oldukça beklenildik bir şeydir; ki ölüm dediğimiz şey de tam olarak budur. Yaşama devam etme dürtüsü göz önüne alındığında, insanların var olmanın tercih edilebilir olduğu sonucuna varmaları hiç de şaşırtıcı değil.

Hiç var olmamış olmanın daha iyi olup olmayacağını sormak, ölmenin daha iyi olup olmayacağını sormakla hiç de aynı şey değildir. Var olmaya başlamanın hiçbir faydalı yanı yoktur. Fakat bir kez var olduktan sonra, var olmaktan vazgeçmemekte çıkar vardır; örneğin genellikle dayanılmaz acıları sona erdirmek için var olmaya devam etme çıkarından daha baskın gelen trajik durumları düşünün. (Çev. Not: Benatar burada, ötanazinin, korkunç acıları dindirmek amacıyla yapılmasındaki çıkarın, yaşam devam etme çıkarından daha ağır bastığı durumlara dikkat çekmektedir. Şayet dayanılmaz acıları dindirmekte büyük bir fayda varsa, ötanazi yapmak makul bir seçenek olabilir. Ki benim de savunduğum bir pozisyondur bu). Bununla birlikte bir kişinin yaşamının devam etmeye değmediğini söyleyeceksek, yaşamındaki fenalıkların ölmeme çıkarından baskın gelecek veya ölmeme çıkarını geçersiz kılacak kadar kötü olması gerekir. Buna karşılık, var olmaya başlamakta bir çıkar olmadığından dolayı, yaşamı başlatmanın daha iyi olacağını söyleyebilmemiz için kötü şeylerin daha ağır gelmesini gerektirecek bir fayda veya çıkar yoktur. Dolayısıyla, bir yaşamın devam etmeye değmemesi için yaşamın kalitesinin, yaşamın başlamaya değmemesi için olması gerekenden daha kötü olması lazım. Böylesi bir olgu durumu hiç de tuhaf değildir, örneğin bir tiyatroda performans, gösteriyi terk edecek kadar kötü olmayabilir; fakat ne kadar kötü olduğunu bilseydiniz en baştan bilet alıp gösteriye gitmek istemeyebilirdiniz.

Başlamaya değmeyen bir yaşam ile devam ettirmeye değmeyen bir yaşam arasındaki fark, antinatalizmin niçin intihar veya cinayet ile aynı anlama gelmediğini bir dereceye kadar açıklamaktadır. Kişinin yaşamının devam ettirmeye değip değmeyeceğinden bahis açmaya gerek olmaksızın, yaşamının başlamaya değmeyeceği söylenebilir. Şayet kişinin hayatının kalitesi ölmemeye dair çıkarından daha ağır basacak kadar kötü değilse, bu durumda, kişinin süregelen mevcut yaşamı devam etmeye değerdir denebilir; mevcut ve gelecekteki zararlar kişinin yaşamının başlamaya değmediğini göstermeye yeterli olsa bile. Bunun yanı sıra ölüm kötü olduğu için, her şey göz önüne alındığında kötü olarak görülmese dahi bu, cinayet ve intihara karşı olduğu kadar üremeye karşı da bir gerekçedir.

Bir antinatalistin cinayete karşı olması için elinde başka gerekçeler de mevcuttur. Bu gerekçelerden biri, bir kişinin melekeleri yerindeki bir başka kişiyi, söz konusu kişinin yaşamının sürdürmeye değer olup olmadığına karar vermeye zorlamaması gerektiği şeklindedir. Hiç kimse böylesi konularda kesin konuşamayacağından dolayı, şayet böyle bir karar vermek mümkünse nihayetinde bu karar yaşamaya devam edecek ve yaşamını sonlandırarak ölecek olan kişi tarafından verilmeli ve uygulamaya konmalıdır.

Yaşama başlamak ile yaşamı sürdürmek arasında kafa karışıklığı, yaşamı onaylamanın, insanların hayatın iyiden çok fenalık içerdiğini görebilme yetilerini köreltmesinin tek yolu değildir. Her ne kadar zor bir iş olsa da çocuk sahibi olmanın, bir insanın yaşayabileceği en derin ve tatmin edici deneyimlerden biri olduğu düşünülür. Pek çok insan çocuk sahibi olmayı aşk, kültürel nedenler veya biyolojik dürtüler gibi gerekçelerle tercih ediyor. Üremenin bu kadar yaygın ve teşvik edilen bir şey olduğu düşünüldüğünde, bu eylemin yanlış olduğunu fark etmek oldukça zorlaşır. Üreme karşıtı yaklaşımın, benim savunmakta olduğum var olmanın, hiç var olmamaktan her zaman için daha kötü olduğu görüşüne dayanması gerekmez. Üremenin, çok ciddi zarar ve fenalıklara sebep olma riskini de beraberinde getirmesinin yüksek olduğu göstermek yeterlidir.

Şayet pek çok insan gibi siz de ölümün ciddi bir fenalık ve zarar olduğunu düşünüyorsanız, böyle bir felaketi yaşama riskiniz dünyaya geldiğiniz için %100’dür. Ölüm, şu an yaşamakta olan herkesin yüzleşeceği kaçınılmaz sondur. Hamile kaldığınızda, hamile kaldığınız bebeğin ciddi bir felaket yaşaması yalnızca an meselesidir. Birçok insan, en azından bebek ölümlerinin az yaşandığı yer ve mekanlarda, dünyaya çocuk getiriyor olmalarının bu korkunç sonucunun şahidi olmaktan kurtulmuşlardır. Bu onları yaşanan felaketten uzak kılıyor olabilir, fakat yine de her doğumun aynı zaman ölüm anlamına geldiği de (yani her doğumu bekleyen bir ölüm olduğu da) unutulmamalıdır.

Yaşanabilecek tüm felaketlerin kümülatif riskleri göz önüne alındığında, mevcut olasılıklar dünyaya gözünü açan her çocuğun aleyhinedir.

Kimileri, ölümün kendisinin kötü bir şey olduğunu inkar ederek Epikürcülerin yolunu takip etmek isteyebilir. Ancak, ölümün kendisini bir kenara atsak dahi -ki bunu yapmak hiç de kolay değildir- dünyaya getirilen her çocuğun başına gelebilecek bin bir türlü korkunç şey vardır: açlık, tecavüze uğramak, istismar edilmek, şiddete maruz kalmak, ciddi akıl hastalığına sahip olmak, bulaşıcı hastalık kapmak, tümörü çıkmak, felç geçirmek vb. Tüm bunlar kişi ölmeden evvel ona çok büyük miktarda acı yaşatır. Ebeveyn adayları, dünyaya getirdikleri çocukların sırtına bu korkunç riskleri de yüklemiş olurlar. (Çev. Not: Buradan itibaren risk ifadesi deneyimlenebilecek fenalık ve kötülüklerin riski anlamını taşımaktadır, okuyucu bunu göz önünde tutmalıdır).

Alınan riskin büyüklüğü, kişinin coğrafi ve zamansal konumu ile cinsiyeti gibi faktörlere bağlı olarak belirgin bir şekilde değişmektedir. Bu değişkenler kontrol edilse bile, yaşama yayılan (yaşam boyu) riskleri ölçmek genellikle zordur. Örneğin, tecavüz vakalarında ciddi oranda eksik bildirim ve veriler olsa da, bu eksik bildirimlerin ne kadar olduğu hususunda çelişkili veriler vardır. Aynı şekilde, majör depresif bozukluklar gibi ruhsal hastalıklar üzerine yapılan çalışmalarda, bir dereceye kadar deneklerden bazılarının ilerleyen dönemde kendilerini etkileyecek olan depresyonu henüz yaşamamış olmaları nedeniyle, yaşam boyu riski genellikle olduğundan daha düşük tahmin etmektedir. Düşük tahminleri es geçsek dahi, insanların başına gelebilecek farklı türden bunca felaket ve talihsizliklerin kümülatif riskleri, mevcut olasılıklar dünyaya gözünü açan her çocuğun aleyhinedir. Başlı başına yalnızca kansere yakalanma riski bile oldukça yüksektir: Birleşik Krallık’ta insanların yaklaşık %50’si bu hastalığa yakalanacaktır denebilir. Şayet insanlar başkalarının sırtına böylesi bir fenalık yaşama riskini doğum-yapmadan yüklüyor olsalardı, şüphesiz ki yaygın bir şekilde kınanırlardı. O halde aynı (ahlaki) standartlar üreme söz konusu olduğunda onun için de uygulanmalıdır.

Yukarıda ifade edilen argümanların tümü üremeyi, üremenin, varlığa getirilen kişiye ne yaptığına odaklanarak eleştirmektedir. Ben tüm söylediklerime antinatalizm adına filantropik (insan sever) argümanlar diyorum; bir de mizantropik (insan düşmanı) argüman vardır. Mizantropik argümanın ayırt edici özelliği, üremeyi, yaratılan kişinin (muhtemelen) başkalarına vereceği zarar temelinde eleştirmesidir. Başkalarına ciddi ölçüde zarar vermesi muhtemel yeni varlıklar yaratmak, varsayımsal (ön kabul) olarak yanlıştır.

Homo sapiens yeryüzündeki en yıkıcı türdür ve bu yıkımın büyük bir kısmı diğer insanlar üzerinde gerçekleşmektedir. İnsanlar, türlerinin ortaya çıkışından bu güne değin birbirlerini öldürmüşlerdir, ancak öldürmenin ölçeği (oranı değil) epey genişlemiştir (en azından bugün, insanlık tarihinin çoğunda olduğundan çok daha fazla öldürülebilecek insan olduğundan dolayı). Milyonlarca insanın öldürülmesine sebep olan araçlar korkunç derecede çeşitlidir: Bunlardan bazıları olarak bıçaklamak, vurmak, asmak, gaz solutmak, zehirlemek, boğmak ve bombalamak sayılabilir. Bunların yanı sıra insanlar türdeşlerine; zulmetme, baskı yapma, dövme, damgalama, sakat bırakma, eziyet ve işkence etme, tecavüz etme, alıkoyma ve köleleştirme gibi başka türden fenalıklar da yaşatır.

İyimserler, dünyaya gelecek muhtemel çocukların bu türden fenalıkların failleri arasında yer alma ihtimalinin düşük olduğunu savunurlar, ki bu doğrudur: çocukların yalnızca küçük bir kısmı diğer insanlara karşı işlenen en korkunç barbarlıkların faili olacaktır. Fakat insanlığın geride kalan çok daha büyük bir bölümü bu türden fenalıklara olanak sağlamaktadır. Zulüm ve baskı, pek çok zaman, çok sayıda insanın rızasına ya da suç ortaklığına ihtiyaç duyar.

Öyle ya da böyle, insanların diğer insanlara verdiği zarar ve yaptığı kötülükler, en temel insan hakları ihlalleriyle sınırlı değildir. Gündelik yaşam sahtekârlık, hainlik, kayıtsızlık ve ihmal, gaddarlık, kabalık, tahammülsüzlük, sömürücülük, dürüstlüğe hıyanet ve mahremiyet ihlalleriyle doludur. Bunlar, kişiyi öldürmediğinde veya fiziksel olarak yaralamadığında bile ciddi psikolojik ve başka türden zararlara neden olabilirler. Herkes ama herkes bu tür zararların farklı derecelerde de olsa, failidir.

Dünyaya gelmiş olan ortalama bir çocuğun diğer insanlara verdiği zararın antinatalist sonucu desteklemek için yeterli olduğuna ikna olmayanlar, insanların hayvanlara yaşattığı korkunç zararı hesaba katmak zorunda kalacaklardır. Her yıl 63 milyardan fazla (hissedebilen) kara hayvanı ve aşırı temkinli tahminlere göre 103 milyardan fazla su hayvanı insanların tüketimi için katledilmektedir. Buradaki ölüm ve acı miktarı kelimenin gerçek anlamıyla şok edici boyutta.

Şayet insan-dışı herhangi başka bir tür, şuan sözünü ettiğimiz şekliyle insanların neden olduğu kadar fenalık ve zarara neden olmuş olsaydı, bu türün yeni üyelerini (doğurarak veya başka şekilde*) dünyaya getirmenin yanlış olduğunu düşünürdük

Tüm bunlara neden olan şey, insanların büyük çoğunluğunun sahip olduğu hayvan eti ve ürünlerine yönelik iştahtır. Epey temkinli tahminlere göre (vejetaryen veya vegan olmayan) her insan, ortalama olarak, yılda 27 hayvanın veya bir ömür süresince 1.690 hayvanın ölümünden sorumludur.

Vegan çocuklar yetiştirerek mizantropik (insan düşmanı) argümanın salvolarından kurtulabileceğinizi düşünebilirsiniz. Fakat vegan dahi olsa dünyaya gözlerini açan her yeni çocuğun, insanların diğer insanlara ve hayvanlara zarar verme yollarından biri olan çevresel felakete katkıda bulunma olasılığı çok yüksektir. Gelişmiş dünyada, ekolojik yıkıma yapılan kişi başına (olumsuz) katkı oldukça büyüktür. Gelişmekte olan ülkelerde bu oran çok daha düşüktür, ama bu ülkelerdeki çok daha yüksek doğum oranı kişi başına daha az olan çevresel felakete dair (olumsuz) katkıyı dengelemektedir.

Şayet insan-dışı başka bir tür de, insanlarınki kadar fenalık ve kötülük yaratsaydı, o türün yeni üyelerini dünyaya getirmenin (yani o türün çoğalmasının veya üremesinin) yanlış olduğunu düşünürdük. İnsanların üremesi söz konusu olduğunda da aynı (ahlaki) standart uygulanmalıdır.

Tüm bunlar, bir adım daha ileri giderek, tür odaklı bir ‘nihai çözüm’ aracılığıyla insanları ortadan kaldırmaya çalışmamız gerektiği anlamına gelmez. Her ne kadar insanlar büyük ölçüde zarar verici varlıklar olsalar da, türün kökünü kazımaya çalışmak çok ciddi felaketlere yol açacak ve cinayete yönelik tüm olmazsa olmaz sınırları (yasalar vb) çiğneyecektir. Diğer yandan, bu sözüm ona nihai çözüm, çoğu şiddet yanlısı ütopyacı örneğinde göreceğimiz gibi, önlemeye çalıştığından daha fazla yıkıma neden olup ters etki de yaratabilir.

Mizantropik argüman, insanların, zarar vermenin yanı sıra iyilik de yapabileceğini inkar etmez. Ancak zararın büyüklüğü göz önüne alındığında, iyiliğin genel olarak bu zarardan daha ağır basması pek olası görünmüyor. Zarardan çok iyilik yaratan tekil örneklere işaret edilebilir, fakat kişilerin böylesi bir konuda kendini kandırmalarına sebep olabilecek motivasyon ve teşvikler göz önüne alınırsa; üremeyi düşünen çiftler, dünyaya getirdiklerin çocukların nadide istisnalar olacağı hususunda epey şüpheci olmalıdır.

Tıpkı kendilerine yoldaşlık yapması için hayvan isteyenlerin yeni hayvanlar üretmek yerine istenmeyen bir köpek ya da kediyi sahiplenmeleri gerektiği gibi, çocuk yetiştirmek isteyenler de üremek yerine evlat edinmelidir. Şüphesiz ki, ebeveynlik hayali kuran herkesi tatmin edecek kadar istenmeyen çocuk yoktur ve istenmeyen çocukları dünyaya getirenlerin büyük kısmı antinatalizmi benimsemiş olsaydı bu sayı çok daha az olacaktır. Bununla birlikte, istenmeyen çocuklar var olduğu sürece, bu çocukların varlığı başkalarının ürememesi için bir başka gerekçe olacaktır.

İster biyolojik olsun isterse evlatlık; çocuk yetiştirmek bir tatmin kaynağıdır. İstenmeyen çocukların sayısı sıfıra inecek olursa, antinatalizm; çocuk dünyaya getirme konusundaki ahlaki yanlışlığı kabul edenlerin bu yarardan mahrum kalmasını gerektirecektir. Ancak bu, antinatalizmi reddetmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Ebeveyn olmanın beraberinde getireceği müfakat, üremenin başkalarına vereceği ciddi zarardan daha ağır basmaz.

Asıl mesele insanların soyunun tükenip tükenmeyeceği değil, ne zaman tükeneceğidir. Şayet antinatalist argümanlar doğruysa, diğer tüm koşullar eşitken, bunun daha geç değil de daha erken gerçekleşmesi daha iyi olacaktır; çünkü bu ne kadar erken olursa o kadar fazla acı ve felaket önlenmiş olacaktır.


* Metin içerisinde bağlama göre bazen yaratmak bazen ise üremek ve doğum yapmak fiilerini kullandım; çünkü dünyaya yeni birini getirmenin tek yolu doğum yapmak olmayabilir. Şayet antinatalizmin iddiaları doğru ise, doğum yapmak kadar, muhtemel gelecekte, birini teknoloji yoluyla var etmek/yaratmak/dünyaya getirmek de yanlış olmalıdır. Bu ayrım noktasında beni uyaran Türk antinatalistlere teşekkür ederim. Kendileri ile yaptığım şu yayın esnasında bunu fark etmemi sağladılar.


David Benatar – “Kids? Just say no“, (Erişim Tarihi: 23.04.2023)

Çevirmen: Taner Beyter

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Thorstein Veblen’in Aylak Sınıfın Teorisi – Bir Statü Güncellemesi – Rob Henderson

Sonraki Gönderi

Müzik Zengin Bir Felsefedir, Dilin Söyleyemediklerini Söyler – Xenia Hanusiak

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü