Müzik Zengin Bir Felsefedir, Dilin Söyleyemediklerini Söyler – Xenia Hanusiak

//
1695 Okunma
Okunma süresi: 9 Dakika

Mevcut salgın bizi kendimize yakınlaştırdı. Uyumsuzluk var. Ritimler gelişigüzel. Kulak tırmalayan melodilerin zıt yönlü hareketleri karşımıza çıkıyor. Minör anahtarlar ve açık uçlu kadanslardan oluşan bir labirentte yaşıyor gibiyiz. Adım adım kromatik hareket ediyoruz. Ahenksizlik dizisi bize meydan okuyor. Çözüm arıyoruz.

Bu ifade gamı size tanıdık geliyorsa, haklısınız. Onlar müziğin yapı taşlarıdır. Normalde kendimize, hadi ton değiştirelim veya anahtarı değiştirelim demeyebiliriz, ancak her gün hayatımızı bilinçsiz bir biçimde bir müzik bestesi, bir senfonik şaheser, bir marş veya bir hip-hop parçası olarak sürdürüyoruz.

Müziğin yoldaşlığına alışkınız. Zevk kubbesi ve her derde deva olarak ona güveniyoruz: Leo Tolstoy, The Living Corpse (1911) adlı oyununa “Müzik, duygunun kısaltmasıdır” alt metnini koyar. Müziğin tarif edilemezliği bizi dünyevi olandan uzaklaştırır, hüznümüzü yatıştırır, bizde kahkaha uyandırır, bizi gözyaşlarına boğar ve birlik olmamızı sağlar. Bizi korkularımızla ve özlemlerimizle yüzleştirir. Saksafoncu Charlie Parker, “Müzik sizin kendi deneyiminiz, düşünceleriniz, bilgeliğinizdir. Eğer onu yaşamazsanız, o zaman borunuzdan çıkmayacaktır” derken sadece hayatın canlılığını cazınıza taşımaktan değil, müziği hayatınız haline getirmekten bahsediyordu.

Ya hayat derslerinin sayfaları bestecinin kaleminden çıkıyorsa? Müziğin sessizliklerini ve duraklamalarını, uyumsuzlukları, entervallerini, anahtar değişikliklerini ve ritimlerini dinlersek ne öğrenebiliriz? Hayatınız bir müzik notası olsaydı, nasıl gelişirdi? Liste başı bir koro ve nakarat olarak mı yoksa yavaş, kromatik bir Wagnerci senfoni olarak mı? Belki de günlerinizi doğaçlama yaşıyorsunuz. Belki de uyumsuzluğu selamlamaya hazır olduğunuz bir yabancı olarak hoş karşılıyorsunuz. Sessizliği kucaklayan biri misiniz? Hayatınızın bestecisi olsaydınız, onu nasıl bestelerdiniz?

Yaşama ilişkin rehber arayışımızda, doğrudanlık ve maddilik arıyoruz- akıllı telefonlarımızda yanıp sönen ilham verici olumlamalar: Akıllı insanlardan akıllı podcast’ler. Kendimizi Marcel Proust veya Lao Tzu’da modellememizi söyleyen kılavuzlar satın alıyoruz; Henry David Thoreau’nun ormanlarında denge duygumuzu yeniden canlandırmanın yollarını arıyoruz; Perspektifi takdir etmek için resimlere bakıyoruz. Oysa müzik soyut olarak gelir. Onu elimizde tutamayız; Leonardo da Vinci’nin belirttiği gibi: “Müzik resmin kız kardeşi olarak adlandırılabilir, çünkü o duymaya bağlıdır, ikinci gelen duyuya… resim üstündür… çünkü doğduğu gibi kaybolmaz.”

Ben, kariyerimin başlarında, soprano Maria Callas’ın sırdaşı ve koçu olan merhum harpsikordist Janine Reiss ile çalışmam için bir giriş teklif edildiğinde, müzikal düşüncenin faydalarını fark etmiş olan içeriden biriyim (bir opera şarkıcısı ve müzik akademisyeni). Bir yaşam koçu olarak müzik notasını keşfetme merakımı uyandıran Reiss’di. Madam her derste yavaş ve vurgulu bir şekilde ve ölçülü duraklamalarla tekrar ederdi: “Önemli olan… notaların arasındaki boşluk…” Onun tavsiyesi çoğu bestecinin mantrasıdır, her ne kadar onun örneğinde ona bu tavsiyeyi aşılayan kişi Francis Poulenc’den başkası olmasa da. Ancak nasıl doğanın güzelliğindeki denge ve yineleme derslerini takdir etmek için botanik uygulayıcısı olmamız gerekmiyorsa, müzikal düşünme sanatıyla uğraşmak için de profesyonel müzisyenler veya müzik kuramı profesörleri olmamız gerekmiyor.

Dilin pek çok özelliği aynı anda kullandığı yerde, müziğin çok katmanlı, sürekli değişen armoniler, ritimler, esler ve tonlardan oluşan ekosistemi hızla hareket eder. Yan yana gelmelerini özümsemek zordur. Bu nedenle, arka plan müziği olarak bir Miles Davis doğaçlaması veya Pierre Boulez senfonisi dinleyemiyoruz – aşırı bilgi yüklemesi var – ancak dikkatimizi dağıtmadan minimalist New Age müziğiyle meditasyon yapabiliyoruz. Sinirbilimci ve müzisyen Daniel Levitin bunu Müziğin Etkisindeki Beyin (2006) adlı kitabında en iyi şekilde açıklıyor. Müzik esnasında beynimiz aşırı çalışıyor. Müziğin perdelerinin, sürelerinin, ses ayarlarının ve tınılarının hesaplanmasında 100’den fazla nörokimyasal yer alıyor ve Levitin’in açıkladığı gibi, müzik beynin hemen hemen tüm diğer faaliyetlerden daha fazla bölgesindeki nöronları uyarıyor.

Beynimiz müzik deneyiminin bütününü sentezlediği için, kendimizi müzik dilinin her bir parçalar üstü öğesini teker teker izole etmek, sorgulamak ve analiz etmek için eğitmeliyiz. Başka bir deyişle, bir besteci gibi düşünmek için. Besteci Louis Andriessen, “Beste yapmayı öğrenmek, dinlemeyi öğrenmektir” der. Kendi kişisel meta resmimizle başlıyoruz. Besteci Igor Stravinsky 1939’da verdiği bir konferansta şöyle demişti: “Müziğe karşı bir görevimiz var; onu icat etmek.” Aynı görevi, hayatlarımızı yönelimsellikle inşa etmeye borçluyuz, çünkü bize verilmiş olan – vuruşlarla ölçülen – çok fazla hayatımız var. Üç dakikalık bir pop şarkısında, bir bestecinin bizi kendimizden geçirmek için kullandığı yalnızca yaklaşık 324 vuruşu vardır. Bir Keith Jarrett doğaçlaması ya da bir JS Bach fügü bizi apayrı bir dünyaya yolculuğa çıkarabilir çünkü her iki besteci de her vuruşun hakkını vermektedir.

Şimdi tonları düşünün. Müzikal bir bakış açısıyla aracılığıyla, günlük gezintilerimizde, çocuklarla konuşurken bir ninninin sakinleştirici yumuşaklığına uyum sağlamak için sesimizi yumuşatabiliriz; veya iş arkadaşlarımız arasında takım ruhunu canlandırma için içsel marşımızı söyleyebiliriz – ve bu yolla bir olasılıklar lügatının farkına varırız: bu müzikal görü deneyi için emrimizde olan zamanların, adımların, seslerin ve sessizliklerin sonsuz permütasyonu ve konfigürasyonu.

Madame Reiss’e, Poulenc’e ve ikisi arasındaki sessizliğe dönelim. Pek çok insan için sessizlik en çok korktuğumuz unsurdur. Sessizlik, beklemenin acısı ya da yokluğun ve kesinliğin alametidir. Ancak müzikal düşüncede sessizlikler bedenselliği solurlar. Beklenti ve çoğu zaman pozitiflikle dolup taşabilirler. Sanatçı Louise Bourgeois, 1983’te bir muhabire şunları söylemiştir:

Sessizlik beni fazlasıyla ilgilendiren bir konu. Sessizliğin uzunluğu, sessizliğin derinliği, sessizliğin ironisi, sessizliğin zamanlaması. Sessizliğin düşmanlığı. Sessizliğin parlaklığı ve aşkı.

Onun yorumları, estetik sessizlik duygumuzu genişletiyor ve yoğunlaştırıyor, bizi başkalarıyla olan ilişkilerimizdeki duraklamalarımızı yeniden ayarlamaya sevk ediyor.

Besteci Toru Takemitsu’nun eserlerindeki derin sessizliği dinlersek- özellikle orkestra eseri The Dorian Horizon’u (1966)- Japon estetiği Ma ile karşılaşırız: iki yapı arasındaki boşluk, negatif boşluk veya iki yapı arasındaki duraksama. Takemitsu bize boş alanın (sessizliğin) bir boşluk olmadığını, enerji ve amaçla dolu bir varlık olduğunu öğretir. Gürcü spiritüalist Giya Kancheli’nin filmi Abii ne Viderem‘de (1992), sessizlik, otoriter ve bilge, neşeli ve düşünceli bir gücü akla getiren patlayıcı, yaşamı onaylayan bir kişiliktir. Müzikal sessizliği dinlemeyi öğrenmek, bizi söylenmeyene kulak vermeye teşvik eder. Besteciler buna eşik sessizliği diyor. Giacomo Puccini La bohème (1896) operasının son perdesinde geçici bir sessizlik resmeder. Kısacık bir kalp atışında ne ses ne melodi ne de kelimeler duyulur. Bunun yerine, bir Türk ziline yapılan tek bir tonsuz vuruş duyulur. Bu, Mimi’nin ölümünün duyurulmasıdır (ve bunu sevgilisinin ıstıraplı çığlığı takip eder). Böylelikle incelik ciltlerce konuşmuş olur: Susan Sontag’ın Styles of Radical Will’de (1969) yazdığı gibi: “Sessizlik kaçınılmaz olarak bir konuşma biçimi olarak kalır.”

Ses ve sessizlik ortaklığının göstermiş olduğu düalizm, bize zaten aşina olduğumuz felsefeleri yansıtır: Çin kozmogonisinin yin yang ilkeleri veya Platon’un evrensel düalizm teorisi gibi. Bu tür ikilikler bize bütünlük arayışında karşıt değerleri nasıl kabul edeceğimizi öğretir. Bu da bizi uyumsuzluğa getiriyor, yani Batı toplumlarında dengeyi ve fikir birliğini geri getirecek erdemli bir kahraman olarak görülen uyumun aksine, olumsuzluğun, çatışmanın ve anlaşmazlığın habercisi olarak görülerek reddedilen bir niteliğe. Yine de uyumsuzluk, harmoni kadar müziğin doğasında vardır: uzatılmış bir notadaki geçici bir titreme, ister kromatik bir yolculuk labirenti olsun, uyumsuzluk kafa karıştıcı ve sinir bozucudur. Gerilim yaratır ve bizi farkındalığa yönlendirir. William Carlos Williams epik şiiri Paterson’da (1946-1958) da dediği gibi, müzikte olduğu gibi hayatta da: “Uyumsuzluk/(eğer ilgileniyorsanız)/keşfe götürür”.

Piyanodaki zıt hareket skalasının baleye özgü güzelliğinde uyumsuzluğun temel doğasını takdir edebiliriz. Bu skalanın süreci, yapı ve ses açısından mütevazı ancak alenidir: iki el, tek bir notanın konsensüsünü işaret ettiği bir yakınlaşmayla birbirine geri dönmek için, birbirlerinden uzaklaşabilecekleri en uzak noktaya kadar uzaklaşmaktadırlar. Bu yolculuğu istediğimiz sayıda özdeşleşme için kullanabileceğimiz bir metafor olarak kendimize not edebiliriz: farklı olan görüşümüze güvenmemiz, kendimizin ve başkalarının çelişkilerine saygı duymamız veya başkalarıyla olan çatışmamızın gerçekten de sonunda bir fikir birliğine varacak olan farklı seslerin zıt bir hareketi olduğuna dair güvence almamız için kullanabileceğimiz bir sembol.

Müzik Sokratik bir öğretmendir. Melodileri ve aşık atışması mekanizmaları, modülasyon ve ritimlerdeki müteakip varyasyonlarla birlikte, bizi doğrusal düşünmeden uzaklaştırır ve nüansa yönlendirir. Bir doğaçlamaya gittiğimizde, Bach’ın prelütlerinden herhangi birindeki bir sesin yolculuğunu takip ettiğimizde veya bir senfonideki tek bir enstrümanın rotasını takip ettiğimizde- Arvo Pärt’ın 3. Senfonisi‘ndeki (1971) obua veya George Gershwin Rhapsody in Blue’sundaki (1924) klarnet – inceleme tekniğimizle, daha yaratıcı sonuçlar almak için müziğin biçimsel yaratıcılığını kendi hayatı sorgulama sanatı yaklaşımlarımıza ekleyebilir ve sorgulamalarımızı düzeltebilir ve yeniden tanımlayabiliriz. Nobel ödüllü yazar Necib Mahfuz bir keresinde şöyle der:

Bir adamın zeki olup olmadığını cevaplarından anlayabilirsiniz. Bir adamın bilge olup olmadığını ise sorularından anlayabilirsiniz.

Müzik dersleri bize sorularımızın sadece merakımız ve hayal gücümüzle sınırlı olduğunu öğretir. Müzikal düşünme sanatı, deneyimlerimizi oluşturmak için bir perspektif ve bağlam sunar. Bize uyumla birlikte uyumsuzluğun da kucaklandığı ve ses ve sessizliğin, gerilim ve konsensüs gibi ikiliklerin bir arada var olduğunun fark edilmesinin coşkulu bir şekilde gerçekleşen bir hayatın merkezi bir ilkesi olduğu bir demokrasinin eşit karakterleri olduğu bir felsefi temel sunar. Eğer tarihsel anımızın açıklanamayan sesleriyle uyumlu olursak, kendimizi aydınlatmak için beklenmedik bir yol açacağız ve yarattığımız toplumun sorgulanmasına ve yeniden tanımlanmasına katkıda bulunacağız. Bu sanat, sahip olduğu geniş işitsel özellikler paletini sentezlemeye çalışan besteciler tarafından uygulanan bütüncül yolun aynısını izler. Bestecilerin bir avantajı var: Sonucu kontrol edebiliyorlar.


Xenia Hanusiak – “Music is a philosophy, rich in ideas that language cannot say“, (Erişim Tarihi: 16.04.2023)

Çevirmen: Berk Çakan

Çeviri Editörü: Ufuk Yazlık

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Çocuk mu? Kalsın! – David Benatar

Sonraki Gönderi

Tanrı, Hayatın Anlamı Olabilir mi? – Mehmet Mirioğlu

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü