Lucretius’un Cambridge Üniversitesi’nde muhafaza edilen 1563 tarihli el yazması De Rerum Natura adlı eserinin açılış sayfası. Kaynak: Vikipedi.
Lucretius’un Cambridge Üniversitesi’nde muhafaza edilen 1563 tarihli el yazması De Rerum Natura adlı eserinin açılış sayfası. Kaynak: Vikipedi.

Doğa Sürekli midir Yoksa Kesikli mi? Atomist Yanılgı Nasıl Ortaya Çıktı? – Thomas Nail

//
575 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

Doğanın kesikli olduğuna dair modern düşünce, Antik Yunan atomculuğuna dayanır. Leukippos, Demokritos ve Epikuros, doğanın ἄτομος (atom) ya da “bölünemez bireyler” adını verdikleri şeylerden oluştuğunu savunmuşlardır. Doğa, onlara göre, birlikte hareket eden ayrık atomların toplamıydı. Ortada ne yaratıcı bir tanrı, ne ruhun ölümsüzlüğü, ne de sabit olan herhangi bir şey vardı (atomların değiştirilemez iç doğası hariç). Doğa; hareket halindeki atomik madde ve karmaşık bileşimden ibaretti – ne eksik ne fazla.

Ancak tarihsel etkisine rağmen, Atomizm; Platonculuk, Aristotelesçilik ve Orta Çağ boyunca süregelen Hristiyan geleneği tarafından neredeyse tamamen yok edildi Platon, takipçilerine Demokritos’un kitaplarını nerede bulurlarsa yok etmelerini emretti ve Hristiyan geleneği bu emri hayata geçirdi. Bugün, elimizde Epikuros’tan birkaç kısa mektup dışında hiçbir kaynak kalmadı.  

Yine de atomculuk tamamen ortadan kalkmamıştı. 1417’de, Poggio Bracciolini adında bir İtalyan kitap avcısı, ıssız bir manastırda Epikuros’tan derinden etkilenmiş Romalı şair Lucretius’un (M.Ö. 99-55) kaleme aldığı De Rerum Natura (Evrenin Doğası Üzerine) adlı antik şiirin bir kopyasını bulduğunda yeniden gün yüzüne çıktı. Bu kitap uzunluğundaki felsefi epik şiir, antik materyalizm üzerine günümüze ulaşan en ayrıntılı ve sistematik anlatımı sunar. Lucretius, şiirinde fizikten etiğe, estetikten tarihe, meteorolojiden dine kadar pek çok alanda temel meselelere dair son derece cesur bir kuram ortaya koyar. Kilisenin tüm itiraz ve engelleme çabalarına rağmen, Bracciolini bu eserin basılmasını sağlamayı başardı ve eser kısa sürede Avrupa’nın dört bir yanına yayıldı.

Bu kitap, 16. ve 17. yüzyıllardaki bilimsel devrim için en önemli ilham kaynaklarından biriydi. Neredeyse her Rönesans ve Aydınlanma dönemi entelektüeli bu eseri okumuş ve çoğu zaman Tanrı ile ruhu bir kenara bırakarak bir ölçüde atomcu hale gelmişti. Gerçekten de, uzun ve önemli bir hikâyeyi kısaca anlatmak gerekirse, bilimin ve felsefenin bugün bile doğada temel bir kesiklilik aramaya ve bunu varsaymaya eğilimli olmasının nedeni budur. Lucretius’un etkisi sayesinde, bu kesiklilik arayışı adeta tarihsel DNA’mızın bir parçası haline gelmiştir. Batı’daki modern bilimin yoruma dayalı yöntemi ve yönelimi, felsefi temellerini Lucretius’un doğa üzerine yazdığı o küçük kitap aracılığıyla antik atomculuktan alır. Stephen Greenblatt’in The Swerve (2011) (Sapma: Medeniyetin Seyrini Değiştiren Keşfin Öyküsü, 2013) adlı kitabında dediği gibi: “Lucretius, dünyanın nasıl modern hale geldiğidir.”

Ancak yine de ortada bir sorun var. Eğer bu hikâye doğruysa, modern Batı düşüncesi Lucretius’un şiirinin bütünüyle yanlış okunmasına dayanıyor demektir. Bu elbette kasıtlı bir yanlış okuma değildi; daha çok, okuyucuların Yunan atomculuğu hakkında —çoğunlukla düşmanlarının tanıklıklarından edindikleri— sınırlı ikinci el bilgileri Lucretius’un metnine yansıtmalarından kaynaklanan basit bir hataydı. Lucretius’un eseri ile kendisinden öncekiler arasında, gerçekte olandan çok daha yakın bir ilişki varsaymışlardı. Daha da önemlisi, Lucretius’un eserinde hiç kullanmadığı hâlde, çeviri metne “atom” ve “partikül” kelimeleri eklenmişti. Lucretius, “atomus” (en küçük parçacık) ya da “particula” (parçacık) gibi Latince sözcükleri kolaylıkla kullanabilirdi ama bilerek kullanmamayı tercih etti. “Atomist” olarak anılan birinin böyle bir şeyi atlaması tuhaf değil mi? Ne var ki, tüm çabalarına rağmen, onun kullandığı iki çok farklı Latince terim —“corpora” (cisimler) ve “rerum” (şeyler)— ayrık “atomlar”la eş anlamlıymış gibi çevrildi ve yorumlandı.

Dahası, modernler, Lucretius’un kitabında neredeyse her yerde geçen süreklilik ve katlama dilini ya yanlış çevirdiler ya da tamamen görmezden geldiler — örneğin ‘solida primordia simplicitate’ (basit sürekli yapı) gibi ifadelerde olduğu gibi. Hem klasik metinlere hem de kuantum fiziğine ilgi duyan, nadir rastlanan türden bir araştırmacı olarak, bu süreklilik unsurunun orijinal Latince metinlerde sürekli olarak karşımıza çıkması beni derinden etkiledi. Bu durumu, Lucretius I: An Ontology of Motion (2018) adlı çeviri ve yorum çalışmamda göstermeye çalıştım. Ancak asıl mesele şu: Bu basit ama sistematik ve yaygın yorum hatası, modern bilim ve felsefe tarihindeki en büyük hatalardan biri olabilir.

Bu hata, modern bilimi ve felsefeyi, Sean Carroll’un 2012 tarihli kitabında “evrenin sonundaki parçacık” diye adlandırdığı şeyi aramak üzere 500 yıllık bir yolculuğa çıkardı. Bu arayış, Lucretius’un özgün Latince metinlerinde hiçbir izine rastlayamayacağımız mekanistik indirgemecilikleri, ataerkil rasyonalizmleri ve doğa üzerindeki insan egemenliğinin açık tezahürlerini beraberinde getirmekle birlikte, çeşitli natüralizm ve materyalizm biçimlerinin övgüye değer erdemlerini de doğurdu. Dahası, yerçekimi, elektrik ve manyetik alanlar ile nihayetinde uzay-zaman gibi süreklilik arz eden olgularla karşılaştıklarında dahi, Isaac Newton, James Maxwell ve hatta Albert Einstein, bu olguları açıklamak için atomistik bir “eter” fikrine başvurmaktan geri durmadılar. Antikçağlardan bu yana, eter hissedilemeyecek kadar küçük parçacıklardan oluşan ince, akışkan benzeri bir madde olarak düşünülmüştür. Günümüzde artık etere inanmıyor, Lucretius’u da yetkin bir bilimsel metin olarak okumuyoruz. Ancak yine de, modernlerin bize miras bıraktığı süreklilik ile kesiklilik arasındaki aynı temel sorunla — bu kez kuantum fiziği bağlamında — yüzleşmeye devam ediyoruz.

Teorik fizik bugün kritik bir dönüm noktasında. Genel görelilik ve kuantum alan kuramı, fizikçilerin günümüzde “standart model” olarak adlandırdığı yapının iki temel bileşenini oluşturur ve bu model şimdiye dek olağanüstü bir öngörü başarısı göstermiştir. Ancak sorun şudur ki, bu iki kuram henüz daha kapsayıcı bir teorinin iki yönü olarak birleştirilememiştir. Çoğu fizikçi, böyle bir birleşmenin yalnızca bir zaman meselesi olduğuna inanmaktadır; ne var ki, mevcut teorik öncüler — sicim kuramı ve döngüsel kuantum kütleçekimi — hâlâ deneysel olarak doğrulanmış değildir.

Kuantum kütle çekimi son derece büyük bir öneme sahiptir. Savunucularına göre, doğanın nihai dokusu olan uzay-zamanın aslında hiç de süreklilik arz etmediğini, aksine tanecikli (1) ve yapısal olarak kesikli olduğunu dünyaya gösterme eşiğindedir. Atomcu miras, kökeni bir yorum hatasına dayanıyor olsa da nihayet güvence altına alınabilir.

Ortada zihin kurcalayan tek bir sorun var: Kuantum alan kuramı, enerjinin tüm kesikli kuantumlarının (yani parçacıkların) aslında tamamen sürekli olan kuantum alanlarındaki uyarılardan ya da dalgalanmalardan ibaret olduğunu öne sürer. Başka bir deyişle, alanlar temelde tanecikli değildir. Kuantum alan kuramına göre, her şey taneciklerden oluşuyor gibi görünebilir; fakat tüm tanecikler, yalnızca tanecikliymiş gibi ölçtüğümüz, aslında bükülmüş sürekli alanlardan meydana gelir. Fizikçilerin “pertürbasyon kuramı” adını verdikleri şey tam olarak budur: Sonsuz derecede sürekli bir yapının kesikli biçimde ölçülmesi ve bu sürekli doğanın, kesikli ölçümde bir tür “bozulma” yaratması. Frank Close’un The Infinity Puzzle (2011) adlı eserinde ifade ettiği üzere, pertürbasyon, “tamamen kesikli ölçümün bozulmasıdır.” Fizikçilerin bu sürekli alanın tanecik-altı düzeydeki hareketine verdikleri bir başka ad ise “vakum dalgalanmaları”dır. Kuantum alanları, aslında sürekli hareket hâlindeki maddeden başka bir şey değildir (enerji ve momentumdan ibarettir). Bu nedenle asla “hiçlik” değildirler; daha çok, doğrudan vakumun akışı olan tamamen pozitif bir boşluk ya da Carlo Rovelli’nin Reality Is Not What It Seems (2016), Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir (2018) adlı eserinde ifade ettiği gibi, tüm kesikli varlıkların, kıyıya vuran bükülmüş baloncuklar gibi belirdiği dalgalı bir okyanus olarak düşünülebilir (ki bu nedenle buraya “Dirac denizi” adı verilmiştir). Başka bir deyişle, kesikli parçacıklar, sürekli alanlardaki kıvrımlardır.

Modern bilimin kalbinde yer alan “Doğa süreklilik mi yoksa kesiklik mi gösteriyor?” sorusunun cevabı hem radikal hem de basittir. Uzay-zaman sürekli değildir çünkü kuantum taneciklerinden yapılmıştır, ancak kuantum tanecikleri kesikli değildir çünkü onlar sonsuz derecede sürekli titreşen alanların içe kıvrılmış hâlleridir. Doğa bu nedenle yalnızca sürekli değil, aynı zamanda katlanmış bir sürekliliktir.

Bu bizi, Lucretius’a ve başlangıçtaki yanlış yorumumuza geri getirir. Hem atomcu geleneğin içinde yer alan hem de ona eleştirel yaklaşan Lucretius, sonsuz süreklilik içinde, sürekli akış ve hareket hâlindeki doğaya dair ilk materyalist felsefi görüşü ortaya koymuştur. Lucretius’a göre “şeyler”, kendi iç dalgalanmalarıyla dokunan tek bir sürekli dokunun (textum) içindeki kıvrımlar (duplex), bükümler (plex), kabarcıklar ya da gözeneklerdir (foramina). Doğa sonsuz çalkantı ve pertürbasyon içindedir; fakat bu karmaşa zaman zaman, Venüs’ün doğuşunu andıran biçimde, geçici ve görece durağan biçimlere bürünür. Lucretius’un De Rerum Natura’nın girişinde yazdığı gibi: “Sensiz [Venüs] hiçbir şey ışığın aydınlık kıyılarına ulaşamaz.” Aradan iki bin yıl geçmiş olabilir, ama belki de Lucretius nihayet bizim çağdaşımız olmuştur.


Thomas Nail – “Is nature continuous or discrete? How the atomist error was born“, (Erişim Tarihi: 22.05.2025)

Çevirmen: Rabia Bayram

Çeviri Editörü: İzzet Can Kalender

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Türk Felsefe Derneği’ne Konuk Olduk: Şüphe Tacirlerinden Kurtulmak: Yapıcı Empirizm – Melinda Gülsüm Esen

Sonraki Gönderi

Kötü Tanrı ve Simetri Teodiseler – Stephen Law

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü