“Mahvolduk!” Bu ifade, iklim değişikliği üzerine yapılan sıradan sohbetlerde sıkça duyulur hale geldi. Bu, aslında kaçınılmaz bir hakikatin dile gelmesidir: İklim değişikliği artık önlenemez bir gerçekliktir. Yapabileceğimiz tek şey, küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelerdeki gibi 1,5°C’nin altında tutarak, küresel medeniyet üzerinde yıkıcı sonuçlara yol açabilecek iklim değişikliğini en aza indirmeye çalışmaktır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2018 tarihli özel raporuna göre, 1,5°C’lik ısınma hedefine ulaşmak hala fiziksel olarak mümkün. Ancak bu, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir hız ve kapsamda sistematik değişiklikler gerektirir.
Fiziksel olarak mümkün olsa bile, politik alanda aynı netlik görülmez. Bilgili bir gözlemci, bu hedefin siyasi açıdan gerçekleştirilebilir olup olmadığını sorgular. İklim bilimcileri, çevre aktivistleri, duyarlı politikacılar ve bu konuda kararlı ve çaba gösteren kişiler, insanlığa nasıl bir mesaj iletmeleri gerektiği konusunda kafa yoruyor. Zira, durumun ciddiyeti de yapılması gerekenler de belli. Sorun, insanlığı bu doğruları eyleme geçmeye nasıl ikna edeceğimizde yatıyor.
Bu bağlamda, iki temel tepki biçimi öne çıkıyor: İyimserler ve karamsarlar. İyimserler, umutlu bir yaklaşımı benimseyerek önümüzdeki zorluğun üstesinden gelebileceğimize inanıyor. Evet, başarısız olma ihtimalimiz de var ama neden bu olasılığa odaklanalım? Şüphe etmek kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet riskini taşır. William James’in “İnanma İradesi” (1986) başlıklı konuşmasında belirttiği gibi, bazen kritik bir adım atarken inanç, başarının kapısını aralar; şüphe ise insanı eyleme geçmesini engelleyen bir felce uğratır. Başarısızlık ihtimalini sürekli düşünmek, insanları karamsarlık çukuruna iter ve çabaları baltalar.
Diğer yandan, karamsarlar– ya da “kötümserler” – başarısızlık ihtimalinin göz ardı edilemeyeceğini savunur. Onlara göre, bu farkındalık, adaptasyona yönelik yeni stratejiler geliştirmek gibi alternatif yolları keşfetmek için bir fırsattır. Ancak bu yaklaşımlar, gerçeklere dayanmalı ve inançtan ziyade kanıtlarla şekillenmelidir.
Bu iki kamp arasındaki uç noktalarda derin güvensizlikler bulunur. İyimserler, karamsarları gizli bir kadercilik veya inkarcılıkla suçlarken; karamsarlar, iyimserlerin iklim değişikliğinin vahametini küçümseyerek bir tür “iklim ezoterizmi” yaptığını iddia eder.
Oysa bu iki taraf da reçetede hemfikirdir: Acil ve radikal eylem şarttır. Ancak bu reçeteyi destekleyen gerekçeler, doğal olarak başarı beklentilerine göre çeşitlilik göstermektedir. İyimserler, iklim değişikliğiyle mücadeleyi teşvik ederken, özellikle kendi çıkarlarımıza hitap ederler. İyimser bir iklim değişikliği mesajı, her birimizin bir seçimle karşı karşıya olduğunu savunur. Ya kısa vadeli ekonomik kazançlar uğruna, bizi sürdüren ekosistemleri tahrip ederek, hava ve su kaynaklarımızı kirleterek ve nihayetinde yaşam kalitemizin düşüşünü göze alacağız; ya da parlak ve sürdürülebilir bir geleceği kucaklayacağız.
İklim değişikliğiyle mücadele, her iki tarafın da kazançlı çıkacağı bir yaklaşım olarak sunulmaktadır. Yeşil Yeni Düzen gibi proje önerileri, genellikle akıllıca yapılan yatırımlar olarak değerlendiriliyor ve gelecekte ekonomik kazançlar vaat ediyor. Ancak, Küresel Uyum Komisyonu’nun bir raporu, “iklim apartheidi” olarak adlandırılan tehlikeyi önlemek için trilyonlarca dolarlık yatırımların gerekli olduğunu belirtirken, hiçbir şey yapmamanın maliyetinin daha da yüksek olacağı konusunda uyarıyor. “İklim adaleti bize kazandıracak” söylemi altında, çevresel boyut göz ardı edilebilir hale gelebiliyor. Burada asıl odak noktası maliyet-fayda analizi oluyor.
Bu tür yeşil iyimserlik, İtalyan Marksist Antonio Gramsci’nin “aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği” anlayışını benimseyenler için çok az anlam taşır. Karamsar olan kişi başarısızlığı bekler ancak yine de denemelidir. Peki neden? Yatırımın geri dönüşü fikri, başarının olasılığı azaldıkça etkisini yitirir. Karamsarların farklı ve özgün bir çekim alanı yaratmaları gerekir. Eğer beklenen bir dışsal fayda yoksa, yapılması gerekenin içsel bir değer taşıdığına vurgu yapılır. ABD’li yazar Jonathan Franzen, iklim değişikliğiyle ilgili çok tepki çeken makalesinde, bu tür bir eylemin “hiçbir etkisi olmasa bile yapılması gerektiğini” ifade etmiştir.
Bu doğru eylem, kendi iç değeri için genellikle Immanuel Kant ile ilişkilendirilir. Kant, insanın pratik aklının emirler ya da kurallarla ilgili olduğunu savunmuştur. Ne yapmamız gerektiği konusunda düşündüğümüzde, çeşitli eylem önerilerini kullanırız. Eğer işe zamanında gitmek istiyorsam, alarmımı kurmalıyım. Günlük yaşamımızdaki çoğu emir, hipotezsel niteliktedir: “Eğer-ise” yapısına sahiptir ve burada önceki “eğer” kısmı, sonrasındaki “ise” kısmının gerekliliğini destekler. Eğer işe zamanında gitmeye kayıtsızsam, alarm kurmamın bir anlamı yoktur. Bu kural, sadece hipotezsel bir şekilde bana uygulanır. Ancak Kant, bazı kuralların – pratik akla sahip herkes için – kişisel tercihlerden bağımsız olarak geçerli olduğunu savunur. Bu kurallar, doğru ve yanlışla ilgili olanlar, hipotezsel değil, kategorik bir şekilde emir verir. Kendinin farkında olan “ben”, bu kuralların kapsamı içinde bulunurum. Doğru ve yanlışla ilgili bu kurallar, kategorik emirler olarak görülür. İnsanların iyiliğine ya da kötülüğüne kayıtsız olsanız bile yalan söylememeniz, hile yapmamanız ve zarar vermemeniz gerektiği düşünülür.
Bu bakış açısını sonuççu anlayışla karşılaştırabiliriz. Sonuççular, eylemlerin doğruluğunun sonuçlarına bağlı olduğunu düşünür. Kantçılar ve sonuççular bazen aynı eylem önerilerini savunsa da nedenleri farklıdır. Sonuççular, adaleti yalnızca iyi sonuçlar doğurduğu ölçüde savunurken, Kantçılar adaletin kendi başına bir değer olduğunu ve sonuçlara bakılmaksızın adalete bağlı kalınması gerektiğini savunur. Sonuççular değer yargısı içeren ahlaki önermeleri, başka türden koşullu önermeler olarak değerlendirir.
İlginç olan en büyük fark – belki de karşılıklı güvensizliğin kaynağı – iyimserlerin genellikle sonuççu olmaları, karamsarların ise daha radikal ve daha talepkar iklim eylemi gerekliliği konusunda genellikle Kantçı olmalarıdır. İyimser bir sonuççu, azaltma çabalarının kesinlikle yeterli olmayacağını bilse bile bu çabaları savunabilir mi? Eğer Avrupa Yeşil Mutabakatı uzun vadede ekonomik büyümeyi engellerse ne olur? Ya da iklim ayrımcılığı zengin ülkeler için kârlı olursa? Kantçı karamsarlar bu durumda net bir yanıt verir: Açgözlü çıkarcı kapitalizmde, iklim ayrımcılığında veya hiçbir şey yapmamakta yanlış olan şey,uzun vadeli (ekonomik) etkiler değil, adalet meselesidir.
Diyelim ki işler kötüye gidiyor; eylem fırsatlarımız giderek azalıyor, atmosferimize CO2 salmaya devam ettikçe gerekli değişimlerin kapsamı daha da büyüyüp uygulanamaz hale geliyor. Bu durumda, iklim sonuççuluğundan Kantçı bir yaklaşıma doğru bir kayma mı beklemeliyiz? İklim sonuççuları, önerilerine “umutsuz olsa bile” gibi küçük ama kritik bir ifadeyi eklemeye başlayacaklar mı? Sonuççular ile Kantçılar arasındaki ayrışma, yalnızca metaetik sezgilerden değil, aynı zamanda pragmatik yaklaşımlarından da kaynaklanır. Sonuççular, özellikle ahlaki teşviklerin gerçek anlamda etkili olup olmadığına dair ciddi şüpheler taşır. Bu şüphe, Kant’ın etik anlayışına getirilen en yaygın eleştirilerden birinin temelini oluşturur: Kant’ın ahlak sistemi, insanların çıkar gözetmeden ahlaki davranış sergileyebilme kapasitesine sahip olduğunu varsayar ve bu da eleştirmenler tarafından aşırı iyimser bir yaklaşım olarak görülür.
Kant, bu endişeyi ciddiyetle ele alır. Ahlaki motivasyon meselesi, yazılarında sıkça vurgulanır ve eleştirilerin aksine bir sonuca ulaşır. Ona göre, birçok insan, ahlaki yükümlülükler kendilerine doğrudan ve çıkar gözetmeden sunulduğunda buna yanıt verecektir. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temelleri (1785) adlı eserinde şöyle der:
Hiçbir düşünce, insan aklını yüceltip ona ilham verme gücünü, saf bir ahlaki eğilim kadar taşıyamaz. Bu eğilim, tüm diğer şeylerin üzerinde görev bilincini yüceltir; yaşamın sayısız zorluklarına, hatta en çekici cazibelerine karşı koyup onları aşar.
Belki de hâlâ mesajlarımızı stratejik bir şekilde iletebileceğimiz bir dönemdeyiz. En kötü senaryonun gerçekleşeceği ve her koşulda azaltmanın potansiyel faydalarını vurgulamanın etkisiz kalacağı henüz kesinleşmiş değil. Ayrıca, farklı iletişim stratejilerinin, farklı insanlar üzerinde farklı etkiler yaratabileceği unutulmamalıdır. Ancak, eğer karamsar bir bakış açısı bir gün göz ardı edilemeyecek kadar ikna edici hale gelirse, yedekte bir seçenek bulundurmak akıllıca olacaktır. Kantçı, ahlaki teşvikin kadercilik karşısında bir tür sigorta olduğunu ileri sürer. Bu, her şeyin başarısız olduğu, felaketin eşiğinde bile doğru olanı yapmamız için bir neden sunar. Fakat umarız ki, bu neden diğer tüm seçenekler tükendikten sonra devreye girmek zorunda kalmaz.
Fiacha Heneghan – Is there a limit to optimism when it comes to climate change?, (Erişim Tarihi: 12.01.2024)
Çevirmen: Çağnur Erdoğan
Çeviri Editörü: Alparslan Bayrak