Felsefe Saldırı Altında: Lawrence Krauss ve Yeni İnkarcılık – Patrick Stokes

//
1501 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Gerçekten, “Soru-Cevap” bölümünü kendime izlettirmemeliydim. Beni yanlış anlamayın, ABC’nin amiral gemisi olan bu haftalık panel programı genellikle ilgi çekici. Fakat bir kaç dakika sonra tansiyonum Karavana Sam (Küfürbaz Haydo da diyebiliriz) düzeyine çıktı ve o kadar heyecanlandım ki yıllarca uyuyamadım. Şükür ki, çocuklar yataktayken ekran açıktı, babalarının ekrana bağırması da iyi oldu yoksa çocuklar her türlü komik yeni kelimeyi duyup kapardı.

Fizikçi ve yazar Lawrence Krauss’un konuk olduğu bu hafta ki panelde daha fazlasını bekliyorum. Krauss eğlenceli bir yorumcu ve bir bilim popülisti, bilhassa da dini konularda çoğunlukla epey kışkırtıcı olmasına rağmen. Onu izlemek epey eğlenceli olmalı.

Fakat Krauss, medyanın ne olduğunu iyi bilen bilim insanları arasında son zamanlarda rahatsız edici görünen bir trendin en ön safında yer aldı. Son zamanlardaki “bilim inkarcılığı”na yönelik haklı olarak pek çok endişe mevcut. Ama alarmı ziline basanların çoğu, felsefe inkarcılığı diyebileceğimiz şeye eğilimli gibi görünüyor.

Krauss’un 2012 tarihli “Hiç Yoktan Bir Evren: Niçin Hiçbir Şey Yerine Bir Şey Var?“, başlığını taşıyan kitabında felsefenin temel sorularından birine yönelik bir cevap öneriyor. Fakat yine de, Krauss’un bu cevabını herkes beğenmedi.

Krauss’un söz konusu kitabı Türkçeye de çevrildi.

Krauss, söz konusu kitabına yönelik Fizik felsefecisi David Albert’in eleştirel incelemesine cevap olarak, Albert’i “geri zekalı bir felsefeci” olarak nitelendirdi, Atlantic’ten Ross Andersen’a felsefecilerin bilim tehdidi altında olduğunu çünkü “bilim ilerlerken felsefenin ilerlemediğini” söyledi.

Krauss’un felsefeye yönelik karın ağrısı, Massimo Pigliucci’nin açık bir şekilde belirttiği gibi, felsefenin bilimsel sorunları çözmemesi (iddiası) ile alakalı gibi görünüyor. Aynı suçlama, 2010 yılında “felsefenin ölümünü” ilan eden Stephen Hawking tarafından da apaçık bir şekilde ifade edilmişti.

Bu bilim insanlarına göre, felsefe ve fizik aynı ödülün peşindeydi, yani “gerçekliğin nihai doğasının anlamak”; ve oraya ilk varan yani yarışı kazanan fizik olmuştu.

Fakat böylesi bir yaklaşım, felsefenin tam olarak nasıl bir uğraş olduğunu ve diğer disiplinlerle nasıl bağlantılı ve onlardan nasıl farklı olduğunu gözden kaçırıyor. “2 üzeri 57.885.161 eksi 1, asal sayı mıdır?” veya “III. Richard kaledeki prensleri öldürdü mü?” gibi sorular, matematik ve tarih sorularıdır.

“Sayı nedir?”, “Geçmiş diye bir şey var mıdır?” gibi sorular ise böyle sorular değildir. Böylesi temel kavramsal sorular sorulduğuna felsefe yüzünü göstermeye başlar.

Krauss, fizikçilerin fizik yapmasını etkilemediği için bilim felsefesinin gayrı meşru olduğu şeklinde yakındığında, felsefenin; hem felsefecilerin hem de bilim insanlarının sorduğu aynı soruları yanıtlamaya katkı sunduğu ve bu sorular yalnızca spesifik bir şekilde yanıtlayabildiği müddetçe önemli olduğunu varsaymaktadır. Bu varsayımlar tartışılmalıdır, çünkü bunu yapmak felsefi bir sorumluluktur.

Dürüst olmak gerekirse, Krauss o zamandan bu yana geçen aylarda söylediği çoğu şeyden geri adım attı, hatta bazı felsefe biçimlerine hayranlığını bile dile getirdi; fakat buna rağmen “Niçin hiçbir şey yerine bir şey var?” sorusuna gelindiğinde filozofların iddialarının “sonuçsuz, çağdışı, işe yaramaz ve sinir bozucu” olduğunda ısrar ediyor.

Krauss, gerçekliğin ampirik soruşturmasının, “hangi soruların önemli ve işe yarar olduğu, hangilerinin olmadığına dair anlayışımızı” değiştirdiğini söylüyor. Peki bir açıklamayı sonuçsuz veya işe yarar yapan şey nedir? Bir açıklamanın sinir bozucu (veya oldukça zekice) olması mühim mi, mühim ise hangi bakımdan mühim? Kimse kusura bakmaysın ama böylesi sorular sorarak felsefe yaparız, Krauss böyle yapmamıza gerek olmadığını düşünse dahi. Ve o, böyle düşünen tek kişi de değil.

Lawrence Krauss- (1954-….)

Genellikle bilimin normatif olmaktan ziyade betimleyici/tanımlayıcı olduğu varsayılır; yani bilim size dünyanın nasıl olması gerektiğini değil, nasıl olduğunu söyler. Fakat son yıllarda Sam Harris ve Michael Shermer, bilimin aslında ahlaki sorulara da cevap verebileceğini ileri sürdüler. Shermer, bilimin “insani değerleri, ahlakı ve etiği belirleme de önceliği filozoflara bıraktığını” söyleyerek yakınır. Hem Harris hem de Shermer, ahlakın amacının bilinçli varlıkların gelişmesini güvence altına almak olduğu ve bilimin bunu nasıl yapacağımızı bize söyleyebileceği yönündeki epey Aristotelesçi olan bir varsayımdan yola çıkar. Fakat bu, bir cevap sunmaktan ziyade niçin gelişmeye değer vermemiz gerektiği sorusunu erteliyor.

Fakat bunlardan hangisin gerçekten mühim olduğunu sorabilirsiniz. Ne de olsa bilim insanları Heidegger’in Varlık ve Zamanı’nın sıkıcılığını aşmak için kansere çare bulmakla çok meşgullerse; hangisini umursayacağız?

Bilim insanları ile filozoflar arasındaki veya teorik fizik ile metafizik gibi disiplinler arasındaki uçurumu abartmak istemiyorum; aynı şekilde, birçok felsefeci için (ben de dahil olmak üzere) daha da bilimsel bir farkındalığın iyi olacağına dair hiçbir şüphe yok. Fakat bir çok seçkin bilim insanı, felsefenin sorduğu soruları yersiz bulup- yalnızca bilimsel olarak yersiz değil, bizatihi yersiz görüp – reddetmeye başladığında, bence burada bir problem var.

Harris ve Shermer, ahlaki kararlar verilirken empirik bulguların da hesaba katılması gerektiği konusunda haklılar. Efektif ahlaki varlıklar olma becerimiz, çevremizdeki dünyayı kavrama, anlama ve ona karşılık verme kapasitemize bağlıdır. Bu anlamda da, ahlak felsefesi bilimi görmezden gelemez, bilimi yok sayamaz. Fakat aynı şekilde, bilim de, kendi sınırlarının ötesine geçip problemli yollara girdiğinde bunun farkında olmalıdır. “Bilimcilik” suçlamasını cevap vermekle ilgilenenler tam da bu türdeki “sınırları aşmaya” dikkat etmelidir.

Dışarıdan bakınca felsefe ilerlemiyor gibi görünüyorsa, belki de bunun sebebi Sokrates’ten bu yana sorularımızın pek değişmemiş olmasındandır: Varlığın doğası nedir? Neleri bi(lebi)lir ve bildiğimizi nasıl biliriz? Nasıl yaşamalıyız?

Bunlar kolayca cevaplayıp yolumuza devam edebileceğimiz türden sorular değil. Ve aynı şekilde, bu soruları görmezden geliyoruz diye de ortadan kaybolmazlar.


Patrick Stokes– “Philosophy under attack: Lawrence Krauss and the new denialism“, (Erişim Tarihi: 26.05.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

David Hume’un Tasarım Argümanı’na Yönelik Bazı Eleştirileri ve Yanıtlarım – Jonathan David Garner

Sonraki Gönderi

Tanrı Var mı Bilmiyoruz Fakat Soruşturmaya Devam Etmeliyiz – Graham Oppy

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü