Protestanlık bazı insanlar için iyi, bazıları içinse kötüdür. En azından yaşam, ölüm ve refah düzeyi gibi meseleleri göz önüne alarak düşünürsek bu sonuca varmak gayet mümkün. Nüfusun çoğunluğu için konuşursak gördüğümüz kadarıyla Protestan olmak, daha iyi eğitim alarak maddi refah düzeyini arttırma eğilimini destekliyor. Diğer yandan, intihara meyilli bir ruh halindeki insanlar için Protestanlığın bireyci nitelikleri kararlarını intihar etmeleri yönünde değiştirmelerine neden olabilir. Aslında bu iki mesele, ‘karanlık zıtlıklar paradoksu‘ ile ilişkilendirilebilir: mutsuz insanlar özellikle refah düzeyi yüksek yerlerdelerse ve içinde bulundukları durum ile geleceklerini çevrelerindeki daha iyi durumda olan insanlarla kıyasladıklarında intihar etme davranışına eğilimli olabilirler. Hem yaşamda hem ölümde, din belirgin bir şekilde etkilidir.
Protestanların intihar etme eğiliminin Katoliklerden daha yüksek olduğu öngörüsünü test etmek için 19. yüzyıl Prusya’sından verilere baktık. 19. yüzyıla bakmamızın iki gerekçesi var. İlk gerekçe, bu dönemde, Fransız sosyolog Émile Durkheim’ın sosyal bilim alanındaki klasiklerden biri sayılan çalışmasında intihar meselesiyle uğraşması, ikinci gerekçe ise bu dönemde dinin daha yaygın/etkili olması. Fakat bu tek tip bir dini inancın olduğu ve bu inancın da Kilise’nin öğretileriyle uyumlu olduğu değil; bundan ziyade hemen hemen herkesin bir dini mezhebe bağlı olduğu ve dinin insan hayatının neredeyse tüm boyutlarına nüfuz ettiği anlamına gelir. Ayrıca Prusya’nın, Protestanlar ile Katoliklerin nüfusun içinde azınlık kalmama gibi bir avantajı da vardı. Ortak hükümet, devlet kurumları, yargı otoritesi, dil ve temel kültüre sahip bir devlette birlikte yaşıyorlardı. Farklı kütüphane arşivlerinde Prusya İstatistik Ofisi’nin verilerini bulduk ve dijital ortama aktardık. Yerel emniyet güçleri 1869-1871 yılları arasında Prusya’nın 452 yerleşim biriminden bildirilen intihar verilerini titizlikle değerlendirmiş görünüyor.
Prensip olarak konuşursak Protestanlığın intihar eylemi üzerindeki etkisinin ampirik olarak tespit edilmesinin önündeki belki de en büyük zorluk, farklı özelliklerden insanların kendi başlarına dini mezheplerini seçip değiştirebilmelidir. Örneğin, depresyonda olan insanların Protestan olma olasılığı daha mı yüksek? Ancak (mezhebini) kendi başına seçebilme faktörü 19. yüzyıl Prusya’sı için o kadar da problem teşkil etmiyordu. (Diğer birçok memlekette de olduğu gibi) Bu ülkede bireysel mezhep değişikliği insanların neredeyse hiç haberdar olmadığı bir şeydi ve sahip olunan dini aidiyetin kökeni yerel yöneticilerin birkaç yüzyıl önce yaptığı dini seçimlere bağlıydı. Tüm bunlarla birlikte Prusya’nın sosyal bilimciler için bir başka avantajı daha vardı. Reform süreci ile Protestanlık, Luther’in Wittenberg şehri etrafında kabaca eş merkezli bir şekilde başlayıp yayılmıştır. Söz konusu bu örüntü Protestanlık ve intihar arasında neden-sonuç ilişkisi kurulmasına yardımcı olabilir.
Bu coğrafi yayılma örüntüsünün bir sonucu olarak, Protestanların oranı Wittenberg yakınlarında daha yüksektir. Aynı şekilde, intihar oranı da öyle. Bir yerleşim yerindeki Protestanların oranı ile intihar oranı arasında açıkça pozitif ilişki vardır. Ortalama intihar oranı, insanların tümüyle Protestan olduğu yerleşim yerlerinde, tamamı Katolik olan yerleşim yerlerine göre oldukça belirgin bir şekilde daha yüksektir. Sayısal olarak baktığımızda Prusya’daki dini mezhepler arasındaki intihar etme oranı arasındaki fark çok büyüktür: Örneğin, Protestanların intihar oranı (yıl bazında 100.000 kişi başına 18), Katoliklerden yaklaşık üç kat daha yüksektir.
Durkheim, Le suicide (1897) adlı klasik eserinde, intihar vakalarının oldukça önemli bir kolerasyonunun Protestanlık olduğuna işaret eden toplu göstergeler sunmuştur. Protestanların Katoliklerden daha yüksek intihar oranlarına sahip olduğu şeklindeki önerme, ‘sosyolojinin tek kanunu olabilecek kadar yaygın bir biçimde kabul görmüştür’.
Günümüzde de nüfusun çoğu Protestan olan ülkelerde intihar oranları hala oldukça yüksektir. Bu olgu, din ile intihar ilişkisinin oldukça kritik bir mesele olmaya devam ettiğini göstermektedir. Her yıl dünyada 800.000’den fazla insan intihar ediyor; bu da intiharı özellikle genç yetişkinler (18-26 yaş) arasında en etkili ölüm nedeni haline getirmektedir. İntiharın bu kadar yaygın oluşunun psikolojik/duygusal, sosyal ve ekonomik olarak büyük çaplı sonuçları olmaktadır; ayrıca bunları önlemek için de geniş kapsamlı çabalar gerektiğini bize hatırlatmaktadır.
İntihar olgusuna yönelik daha önce yapılan sosyal bilim araştırmaları, meseleye iktisat perspektifinden yaklaşmıştır. İktisatçılar intihar olgusunu, hayatta kalma ile hayatı sonlandırmanın kazançlarını (faydalarını) bir tartıya koyarak kıyaslamışlar; ve böylece de meseleyi yaşam ve ölüm arasında bir seçim olarak modellemişlerdir. Buna göre, hayatta kalmanın faydası, hayatı sonlandırmanın faydasının altına düşerse, intihar ‘optimal’ bir seçim haline gelir.
Böylesi çerçevede; iki farklı mekanizma teorik açıdan Protestanların Katoliklerden daha yüksek intihar oranlarına sahip olmasını öngörmektedir. Bunlardan ilki, Durkheim’ın da öne sürdüğü gibi, Protestan ve Katolik mezheplerinin grup yapı ve karakterleri açısından birbirilerinden epey farklılık göstermesine işaret eder: Protestanlık çok daha bireyci bir dindir. Bu ‘sosyolojik boyuta’ göre, yaşam zorlaştığında Katolikler yaşama tutunma konusunda ruhlarını ayakta tutabilecek daha güçlü bir topluluğa sırtlarını dayayabilirler.
Fakat bir de ‘teolojik boyut’ olduğunu düşünüyoruz. Protestan öğreti, kişinin kendi meziyetinden ziyade yalnızca Tanrı’nın lütfuyla kurtuluşa erişeceğine vurgu yapar. Buna karşılık Katolik öğretide, kişinin eylemlerine ve günahlarına göre Tanrı’nın hükmünün şekil almasına açık kapı bırakılır. Sonuç olarak, intihar eylemi Katolikler için cennetten vazgeçmek anlamına gelirken Protestanlar için böylesi bir durum söz konusu değil.
Katolikler (aynı şey Protestanlar için geçerli değildir) günahların itirafını kutsal bir ritüel olarak görürler. İntihar (tanımı gereği) artık itiraf edilemeyen tek günah olduğundan dolayı bu durum Katolikleri intihardan uzaklaştıran bir eğilim yaratır. En çaresiz anlarında bile onları intihar yerine başka türden tepkiler vermeye yöneltir.
O halde şu soruyu sorabiliriz: Sözünü ettiğimiz bu iki teorik mekanizmadan (sosyolojik boyut ve teolojik boyut) hangisinin Protestanlar arasında daha fazla görülen intihar oranını açıklama olasılığı daha yüksektir? Kiliseye katılım göstermeye yönelik tarihsel verilere ve günümüz intihar verilerine dayanan ek analizlerden faydalandığımızda, teolojik mekanizmadan ziyade sosyolojik mekanizmanın bu meseleyi daha iyi açıkladığı görülmektedir. Buradaki kilit noktalardan biri, Protestanların intihar eğiliminin kiliseye gitmenin daha düşük olduğu bölgelerde belirgin olarak daha fazla olasıdır. Bundan dolayı da (intihara yönelik) en güçlü etkinin, Protestan öğretisine bağlılığın yüksek olduğu bölgelerden ziyade sosyal entegrasyonun az olduğu bölgelerde görülmesi daha muhtemeldir.
Son olarak, daha güncel veriler bize Protestanların Katoliklerden hala daha yüksek bir intihar oranına sahip olduğunu, fakat bu oranın dini bir aidiyeti olmayan ve teolojik öğretiye bağlı olmayan kişiler arasında da daha yüksek olduğunu göstermektedir. Her iki bulgu da Protestanların daha yüksek intihar oranını açıklamak için sosyolojik boyutun teolojik boyuttan daha iyi bir açıklama sunduğunu göstermektedir.
Sascha O Becker & Ludger Woessmann – “Economics helps explain why suicide is more common among Protestants“, (Erişim Tarihi: 08.01.2024)
Çevirmen: Taner Beyter