Bir İnsan Embriyosu Ne Zaman Ahlaki Statü Sahibi Olur? – David Cox

/
608 Okunma
Okunma süresi: 11 Dakika

25 Temmuz 1978 yılında İngiltere’nin Oldham kentindeki bir hastanede dünyaya gelen bebeğin doğumu, hem halk hem de tıp camiası tarafından büyük bir kutlama ve kaygıyla karşılandı: Petri kabındaki yumurta ile spermin bir araya getirilmesiyle üretilen embriyonun anne rahmine implante edilmesi yöntemine dayalı olan ve o döneme göre çığır açıcı nitelikteki bir teknoloji sayılan IVF (in vitro fertilisation – yapay dölleme) sayesinde dünyanın ilk “tüp bebeği” olarak müjdelenen minik Louise Brown dünyaya gelmişti.

Bu teknik, dünyadaki milyonlarca kısır çifte yeni bir umut ışığı oldu, fakat diğer yandan da geleceğe yönelik distopik korkuların fitilini ateşledi. 1974 yılında, New York Times’da yazan Amerikalı gazeteci ve romancı David Rorvik, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki (1932) “montaj hattındaki tüp bebekler”ine atıfta bulunarak gelecekte yükselecek eleştirilerin tonunu belirginleştirmişti. Zaten endişe içinde olan halk için, yapay dölleme aracılığıyla dünyaya getirilen insanlara dair görseller görmek epey rahatsız edici olmmuştu. Rorvik’in aktardığına göre, Nobel ödüllü biyolog ve DNA molekülünün kaşifi James Watson dahi IVF’nin yükselişini kınamış ve hatta ABD Kongresi’ne bağlı bir alt komitede bu teknolojinin “yeryüzündeki siyasi ve ahlaki kıyametin kopmasına” sebep olacağını ileri sürmüştür.

Karar verici merciler 1979 gibi erken bir tarihte bu kaygıları dindirmek için ’14 gün kuralı’nı oluşturdu. Kısa sürede üreme tıbbına dair uluslararası kabul gören bir düzenleme haline gelen bu kural, insan embriyolarını laboratuvarda 14 günden fazla tutulmasını yasaklayan ahlaki ve hukuki bir kılavuz niteliğindeydi. Fakat bugünlerde, bu kurala bağlı sürenin uzatılmasını isteyen sesler daha güçlü çıkmaya başladı. Son üç yıla baktığımızda doğumdan kanser biyolojisine dek uzanan tıp biliminin çok farklı alanlarında çalışan bilim insanları, günümüzün karar verici mercilerine artık şunu söylüyor: Bu kuralın tekrar gözden geçirip geçirilmemesi gerektiğini yeniden düşünmelisiniz.

14 gün kuralı, embriyoların döllenmeden sonra yedi güne kadar yapay olarak büyütülmesini kapsayan IVF sürecini doğrudan etkilemese de, araştırmacıların %70 oranındaki IVF başarısızlıklarının nedenlerini bulmaya dair çalışmalarını olumsuz etkilemektedir. Böylesi başarısızlıklar genellikle anne baba adaylarının sırtında ciddi bir maddi ve psikolojik yük oluşturur. Diğer yandan IVF’nin geliştirilmesinin üzerinden 40 yıl gibi uzun bir süre geçmesine rağmen niçin hala bu kadar yüksek bir oran gördüğümüz hala gizemini korumaktadır.

Doğum/Üreme uzmanları, 14 gün kuralının 28 güne dek uzatılmasının, IVF’de nelerin yanlış gittiği ve niçin bazı kadınların diğerlerine göre daha talihsiz olmaya yatkın olduğunu anlamak için bize bir alan açacağını iddia ediyor. Bunun yanı sıra 14 gün kuralının uzatılmasının, IVF kliniklerindeki kullanılmayan embriyoların şu anda olduğu gibi ziyan olmaları yerine daha verimli bir şekilde nasıl kullanılabileceğine dair daha fazla inceleme yapılmasını da mümkün kılacağına işaret ediyorlar.

Fakat sözünü ettiğimiz bu bilimsel argümanların, insan embriyosu deneylerine dair toplumun farklı kesimlerinin taşıdığı sosyal ve ahlaki kaygılarla birlikte ele alınması gerekir. Pennsylvania’da faaliyet gösteren Ulusal Katolik Biyoetik Merkezi gibi etkili dini kuruluşların çoğu, embriyoların ana rahmine düştükleri andan yani gebeliğin ilk aşamasından itibaren haklara (insan hakları) sahip olma statüsü elde ettiklerine inanmakta ve insan embriyosu araştırmalarındaki her dönemlik aşamaya (14 gün, 28 gün vb) karşı çıkmaktadır. Yapılan anketler, bazı insanların bir dereceye kadar embriyo araştırmalarını onayladıkları fakat embriyonun artık ikiz veya üçüz olarak bölünemeyeceği anlamında artık kendi başına bir birey haline geldiği eşik olması sebebiyle 14 günlük sürenin uzatılmasına karşı çıktıklarını göstermektedir.

Bir yandan bu tartışmalar davem ederken, embriyoları laboratuar ortamında daha uzun süre canlı tutmayı başaran teknolojik gelişmeler 14 gün kuralı üzerinde bir hayli fazla baskı yaratıyor. On yıllardır bu kural, görece akademik bir nitelikteydi. Gündelik yaşam ortamında bir embriyoyu insan vücudunun dışında 7 günden daha fazla süre canlı tutmak uzun zamandır neredeyse imkansız bir eşik olarak görülüyordu. Fakat bu durum değişmeye başladı. 2016 yılında hem New York‘taki hem de Cambridge‘deki bilim insanları, 13 gün boyunca insan embriyosunu canlı tutarak büyütmeye devam etti ve var olan yasal mevzuatların sınırlarını zorladı. Akabinde ise 2019 yılının Kasım ayında, Çin’in Kunming şehrinde bulunan Yunnan Primat Biyomedikal Araştırma Anahtar Laboratuvarı’nda görevli bir grup bilim insanı, üremeye yönelik tıb literatüründe ses getiren bir çalışma yayınladı – tam 20 gün boyunca maymun embriyolarını canlı tutup başarıyla büyüttüler.

28 günlük embriyolar dahi hissedebilme veya duygular edinme/deneyimleme kapasitesinden çok uzaktır.

Bu, embriyo araştırmalarında henüz keşfedilmemiş bir şeydi. İnsan embriyolarının daha uzun süre canlı tutup büyütme yoluyla elde edilebilecek cevaplara dair çekici ipuçları sunuyordu. Embriyonik büyümenin en kritik ve en az bilinen döneminden biri olan 14.-28. günleri, uzun zamandır insan gelişiminin ‘kara kutusu’ olarak biliniyor. Bu dönem hem kalp ve sinir sistemi dahil olmak üzere ana organ sistemlerinin ilk oluşumlarına sahne olur hem de bozukluk ve kusurların kendini gösterme eğiliminde olduğu döneme tanıklık eder. Bu dönemde nelerin yanlış gidebileceğine yakından bakmak, IVF başarısızlık oranının niçin bu kadar yüksek olduğunu ve bununla birlikte dış etki olmaksızın var olan olağan/normal gebeliklerin %20’sinin niçin düşükle sonuçlandığını açıklamaya yardımcı olabilir.

14 gün sınırını geçmiş insan embriyolarının incelenmesine izin verilirse, bu, kısırlık tedavisinde de kullanılabilir. Yakın zamanda bilim insanları hastaların kök hücrelerinden (daha spesifik hücre türlerine dönüşmek için farklılaşmış hücreler) yumurta ve sperm hücresi elde etmeyi başardılar. Bu çalışmanın altında yatan fikir, günün birinde bu laboratuarda yetiştirilen gametlerden bir embriyo oluşturmak için faydalanabileceğinin mümkün olabileceğidir. Fakat bilim insanları, bu teknolojiyi gerçek anlamda denemeye başlamadan evvel, bu şekilde oluşturulan herhangi bir embriyonun sağlıklı bir şekilde gelişip gelişmeyeceğinden emin olmak istiyorlar. Embriyoları 28 gün boyunca büyütebilmeyi başarmak, bu tekniklerin güvenirliği ve verimliliği açısından mühimdir.

28 gün kuralı, üremeyle ilgili tıbbi çalışmaların daha da ötesine uzanıyor, hatta öyle ki; kökenlerinin insan yaşamının ilk haftalarında olduğu düşünülen kalıtsal kanser (embriyonun 17. gününde kendini göstermeye başlayan genetik temelli mutasyon) ve Huntington hastalığı gibi (semptomları genelde 30 ile 50 yaşları arasında kendini göstermekle birlikte araştırmacılar Huntington genindeki mutasyonun etkilerinin embriyo gelişiminin erken dönemlerinde ortaya çıktığını tahmin ediyor) bazı hastalıkların tedavisinin araştırılmasını da kolaylaştırabilir.

Buradan çıkan sonuç şu ki 14 gün kuralının esnetilerek uzatılmasının insan sağlığına faydaları oldukça fazla olabilir; fakat bu değişiklik önerisine karşı çıkanlar, yapılacak muhtemel bir zaman değişikliğinin, insan embriyosu araştırmalarında giderek daha da uzayacak bir zaman değişimi talebi doğuracak (40 gün, 50 gün vb) kaygan zemin* yaratacağından ve bununla da birlikte oldukça çetrefilli olan başka türden üreme teknolojilerinin de onaylanmasına yönelik bir gerekçe doğuracağından endişeleniyorlar. Örneğin, 2017 yılında Nuffield Biyoetik Konseyi tarafından organize edilen paneldeki bir tartışmada, 14 gün kuralının esnetilerek uzatılması sonucunda kliniklerde embriyo genomlarının değiştirilmesi yoluyla genetiği değiştirilmiş bebekler yaratılmasının da önüne açacak olan germ mühendisliğinin yasallaştırılmasının da kolaylaşacağına dair kaygılar dillendirildi. Lancaster Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eden biyoetik uzmanı Giulia Cavaliere, embriyo araştırmalarındaki 14 günlük sınırın esnetilerek uzatılmasının halkın bilim insanlarına ve karar verici mercilere güvenini sarsabileceği uyarısında bulunanlardan biriydi.

Elbette bir yandan bilim ilerledikçe ve var olan tartışmalar devam ettikçe kamuoyu da yerinde saymıyor. 40 yıl önceye bakarsak embriyo araştırmalarına dair kamuoyu tutumu açık bir şekilde düşmancaydı fakat son yıllarda var olan algıların değişmeye başladığına dair işaretler var. 2017 yılında YouGov’un Birleşik Krallık genelinde 1.740 kişiyle yaptığı ankete katılanların %48’i embriyo araştırmalarının 28 güne uzatılmasını, %19’u sınırın 14 gün ile sınırlı kalmasına devam etmesini, %10’u embriyo araştırmalarının tamamen yasaklanması gerektiğini söylerken %23’ü ise kararsız olduğunu beyan etti.

Bu meseledeki asıl ikilem, embriyolara atfettiğimiz ahlaki statü ile ilgilidir.

14 gün kuralının gevşetilerek uzatılmasını destekleyenlerin oranının yüksek olması, bazı bilim insanları tarafından, karar vericilerin bilim insanları, politika yapıcılar, mevzuattan faydalanabilecek hastalar ve halkın farklı kesimlerinden insanlarla tekrar meseleyi masaya yatırarak konuşmasının zamanının geldiğine dair bir işaret olarak yorumlanıyor.

Diğer yandan sözünü ettiğimiz bu anket aynı zamanda kamuoyundaki tutum yelpazesinin çeşitliliğini koruduğunu da göstermektedir. Ki bu böyle bir çeşitlilik görmemiz bize insanların, insan yaşamının kutsallığı ve özüne dair birbirlerinden farklı oldukça farklı görüşlere sahip olduklarını ve tıbbi keşifler adına ahlaki inançlarından ne ölçüde ödün vermeye hazır olduklarını da göstermektedir.

Kamuoyunun taşıdığı bazı kaygıları hafifletmek ve gidermek diğer kaygılarına göre daha kolaydır. Örneğin, araştırmalarda kullanılan embriyoların acı çekme kapasitesine sahip olduklarından veya bilince dayalı bir farkındalık sahibi olduklarından kaygılananlara karşı Cambridge Üniversitesi’nde üreme bilimleri profesörü olan Martin Johnson, 28 günlük embriyoların bile hissetme veya duyumsama kapasitesine sahip olmaktan çok uzak olduğunu, çünkü bu aşamada yani 28 günlük iken işlevsel sinir bağlantıları ya da duyu sistemlerinin bulunmadığını ifade ediyor.

Ancak, 14 gün kuralının 28 güne uzatılmasının gelecekte bu sürenin daha da fazla uzatılmasının önünü açacağı kaygısı gibi diğer kaygıları gidermek daha zordur. Bilim insanları, 14 gün kuralının 28 güne dek uzatılması halinde, bilimsel açıdan tekrar başka bir düzenlemeye/gün uzatmaya gerek kalmayacağını ileri sürerek (gelişimin sonraki aşamalarına dair bilimsel soruların genellikle sonlandırılmış/düşük embriyolarının incelenmesi yoluyla çözüme kavuşturulabileceğini iddia etmektedirler) bir nebze de olsun kaygıları hafifletme çalışabilir. Yine öyle görülüyor ki, diğer bilimsel fikirler insanların taşıdıkları kaygan zemine dayalı kaygılara bir meşruiyet kazandırmaktadır. Birçok bilim insanı, insanların faydasına olacak bilimsel gelişmelerle bütünleşmiş bir şekilde sürdürülecek embriyo araştırmalarına ilişkin düzenlemelerin yapılması gerektiğinin ahlaki bir yükümlülük olduğuna inanıyor. Lancaster Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eden tıp etiği uzmanı John Appleby’nin 2018 yılında Hollandalı biyomedikal etikçi Annelien Bredenoord ile birlikte kaleme aldığı bir makalede de söylediği gibi:

14 gün kuralı pek çok kişi tarafından bir kazanım olarak görülse de… kendi başına bir dogmaya dönüşmemelidir. (…) Bilim değişiyor ve mevcut düzenlemelerin de buna uyum sağlaması gerekiyor.

Bu meseledeki asıl ikilem, embriyolara atfettiğimiz ahlaki statü ile ilgilidir. Kimileri, herhangi bir embriyonun döllenmenin gerçekleştiği andan itibaren yeni doğmuş bir bebek ile aynı (ahlaki) statü/korunma haklarına sahip olduğunu; ve dolayısıyla da yalnızca üzerinde bilimsel araştırmalar yapmak için üretilmelerinin yanlış olacağını düşünmektedir. Başkaları da embriyoların yalnızca biraraya gelmiş bir hücre topluluğu olduğunu; ve dolayısıyla da onlara herhangi bir özel statü/hak atfetmememiz gerektiğini iddia etmektedir. Bu iki görüşün ortasında bir yerde bulunanlar ise, embriyonun büyüdükçe ahlaki değerlerinin arttığını ve nihayetinde de doğumdan önce var olan bir noktada bir kişi sayılma statüsü kazandığına dayalı kademeli bir yaklaşımı savunmaktadır.

Embriyo yetiştirilmesi/büyütülmesiyle ilgili yeni teknolojilerin ortaya çıkmaya devam etmesi, kaçınılmaz olarak 14 gün kuralının terkar gözden geçirilmesini isteyen baskının artmasına neden olacaktır. Bu olurken karar verici merciler, embriyonun, birbirinden farklı düşünen insanlar için ne anlama geldiğine dair farklı tutumları da dikkate almak durumunda kalacaktır. Bu mesele, açık ve hızlı çözümü olmayan bir tartışma olmaya devam ediyor. Mesele farklı boyutlardan da olsa nihayetinde bir embriyonun ahlaki açıdan bir insan yaşamıyla aynı statüde sayılıp sayılmayacağına bağlıdır: ve elbette ki bu, kolay yanıtları olmayan oldukça karmaşık bir konu. Epey zor felsefi bir bilmece.


Çevirmen notu:

*Kaygan zemin (slippery slope) itirazı: Kimi felsefecilere göre bir tür safsata kimilerine göre dünyada karşılığını görebileceğimiz bir duruma işaret etme halidir. Kaygan zemin itirazı, felsefenin bilhassa ahlak felsefesinin birçok meselesinde kendini gösterebilmektedir. Kabaca şöyledir: Şayet X’e izin verilirse, bunun sonucunda istenilmektedik/arzulanmayan Y ortaya çıkacaktır. Şayet Y ortaya çıkarsak, bunun sonucunda istenilmedik/arzulamayan Z durumu ortaya çıkacaktır. O halde en başta X’e hiç izin verilmemeliydi.


Kürtaj Etiği ile İlgili Diğer Yazılarımız:


David Cox– “When does a human embryo have the moral status of a person?“, (Erişim Tarihi: 25.02.2024)

Çevirmen: Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Modern Dünyada İnsan Kurban Etme – Stone Age Herbalist

Sonraki Gönderi

Kuantum Fiziği Gibi Matematiğin De Gözlemci Sorunları Vardır – Edward Frenkel

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü