Son on yılda ve özellikle de COVID-19 salgınının başlamasından bu yana, giderek daha fazla sayıda Amerikalı yaşamlarını Stoacılığa göre yeniden yönlendirdi. Stoacılık, Yunanlıların eudaimonia dediği şeyin peşindeydi: varlığın iyiliği ya da ‘iyi yaşam’. Bu felsefeler, iyi yaşama doğru felsefi dünya görüşüne uygun olarak gerçekleştirilen somut egzersizlerle ulaşılabileceğini öğretmiştir. Stoacılar, kendi egzersizlerini uygulayarak, uygulayıcılara dünyayı evrensel bir perspektiften görmeyi, onun içindeki yerlerini anlamayı ve kaderin kendilerine yüklediği görevleri özgürce ve tarafsız bir şekilde yerine getirmeyi öğrenebileceklerini öğretmişlerdir. Stoacı mutluluk bilgelik, adalet, cesaret ve ölçülülükten gelir, bunların hepsi bireysel ruhun veya aklın halleridir ve dolayısıyla bizim kontrolümüz altındadır. Geri kalan her şey ne iyi ne de kötüdür. Günlük hayata ilişkin bu inançlar fiziksel ve metafizik teorinin temellerine dayansa da, Stoacılığın cazibesi egzersizlerinin tedavi edici unsurundaydı ve hala da öyledir: bilişsel davranış terapisi veya toga giyen erkekler için Budizm.
Stoacı ruhani egzersizin faydalarına rağmen, bir stoacı olmamalısınız. Stoacı egzersizler, ve sıkıntılı anlarda çok çekici gelebilen bilge sözler, zararlı bir felsefeyi gizler. Stoacılık bireysel sorunlarımızın çoğuna bir çözüm gibi görünebilir, ancak stoacılar tarafından yönetilen veya stoacılarla dolu bir toplum, içinde yaşamak için daha kötü bir toplumdur. Stoacı birey daha az acı hissedebilir, çünkü bunun nedeni dünyanın adaletsizliklerine karşı körelmiş ve bunları kabullenmiş olmalarıdır.
Günümüzde popüler hale gelen stoacılık, Roma İmparatorluğu döneminde yaşamış olan ve etikle, yani günlük hayatımızı nasıl sürdürdüğümüzle ilgilenen Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius’a dayanır. Oyunlar ve ahlaki incelemeler yazan zengin bir saray mensubu olan Seneca, bir imparatorun (kötü bir imparatorun: efsaneye göre Roma yanarken keman çaldığı için kınanan Neron’un) öğretmeniydi. Anadolu’da (diğer adıyla Küçük Asya’da) doğan Epiktetos, imparatorluk başkentine köle olarak geldi. Zengin sahibi tarafından eğitildi ve sonunda serbest bırakıldı. Epiktetos önce Roma’da sonra Yunanistan’da öğretmenlik yaptı ve öğrencilerinden biri onun ders notlarını yayınladı. Aurelius, Roma imparatoruydu. Onun adil bir şekilde hüküm sürdüğü ve barbar kabilelere karşı uzun süren savaşlarla imparatorluğun ahlaki ve demografik gücünü zayıflatan bir salgınla uğraştığı söylenir. Bilinçli bir felsefi imparator olarak Stoacı ruhani egzersizler uygulamıştır ve Meditasyonlar olarak bilinen egzersiz kitabı günümüze kadar ulaşmıştır.
Seneca, Epiktetos ve Aurelius, Stoacı hareketin ortaya çıkışından yüzyıllar sonra yaşamışlardır. Roma yönetici sınıfının resmi devlet felsefesi gibi bir şey olarak benimsenmiş bir Stoacılığı temsil etmektedirler. Roma Stoacılığının gelişimi, Roma’nın sözde cumhuriyetçi yönetim biçiminin (senato, halk meclisleri, seçimler, rüşvet skandalları) yerini kalıtsal monarşiye (imparator tarafından yönetilme, kaprisli infazlar) bıraktığı döneme denk gelir. Cumhuriyet çökerken Stoacılık, cumhuriyeti yönetme rollerini kaybeden ve sadece ruhlarının ‘iç imparatorluğunu’ yönetebilen Romalı elitlerin tercih ettiği felsefe haline geldi. Cumhuriyetten monarşiye geçişle bağlantılı olan Roma Stoacılığı, özünde bir işbirlikçiler felsefesidir.
İnsanlar Seneca’nın Neron’un hocası olduğunu söyler, sanki ilişkileri geleceğin imparatoru henüz bir çocukken sona ermiş gibi. Ancak Seneca, Neron’un saltanatı boyunca onun için çalışmış ve Neron’un kendi annesinin öldürülmesini haklı çıkaran bir konuşma da dahil olmak üzere onun için konuşmalar yazmıştır. En nihayetinde Seneca komplo kurmakla suçlandı. Kendi canına kıyması emredildiğinde, itaat ederek nihai ‘özgürlüğünü’ göstermiştir. Seneca dünyadaki yerini özgürce kabul etti ve kaderini benimsedi. O ne eleştirmen ne de direnişçiydi. Seneca’yı yücelten bir Stoacılık, tehlikeli bir lideri ortadan kaldırmak için gerçekten komplo kuranlardan ziyade, kazan kaldırmaktansa kendini öldürmeye istekli elit işbirlikçiyi yüceltir.
Epiktetos, varlıklı ama nihayetinde güçsüz Seneca’nın aksine, yerinden edilmiş bir elit değildi. Çocukken köleleştirilmiş ve Roma metropolüne götürülmüş yerinden edilmiş bir kişiydi. Ona atfedilen yazılar, köleleştirilenlerin antik dünyadan günümüze ulaşan çok az sayıdaki sözlerinden bazılarıdır. Bu nedenle pek çok kişi Epiktetos’un köleleştirilmiş statüsünün onu madunun sesi yaptığını varsayar. Güçlüleri eleştirdiği de doğrudur. Gerçekten de, zengin öğrencilerini köleleştirilmekle suçlayacaktır. Hırsının esiri olan eski bir konsüle, “Üç kez satılanlardan hiçbir farkınız yok,” der. Hepimiz köleyiz, der Epiktetos. Ancak, Epiktetos’un madun statüsüne ve elitlere yönelik eleştirisine rağmen, özgürleştirici bir argüman sunmaz; aksine, bize Stoacılığın köleliği umursamadığını gösterir. Stoacılık kölelik gibi gerçek adaletsizliklere, hepimizin en azından mecazi anlamda köleleştirilmiş olduğuna işaret ederek yanıt verir. Bunu yaparken de köleci bir toplumun -ya da kendi çılgınca eşitsiz dünyamızın- gerçek dehşetini görmezden gelir ve gizler.
Aurelius, Roma etik Stoacılığı için elimizdeki son kaynaktır. MS 161-180 yılları arasında, Edward Gibbon’un insanlık tarihinin ‘en mutlu ve zengin’ dönemi olarak adlandırdığı dönemin sonunda Roma imparatoru olmuştur. Aurelius özgün bir düşünür ya da kuramcı değil, felsefi alıştırmalar kitabı günümüze ulaşan bir Stoacı uygulayıcıydı. Birçok çağdaş stoacının Aurelius’a olan takıntısı, okuyucuları onun metnine çeken şeyin fikirleri kadar gücü olduğunu da göstermektedir. Bu okuyucular Aurelius’u imparatorluğunu yöneten bir imparator ve muzaffer ordusu ölüleri alandan temizlerken görev bilinciyle günlük tutan bir general olarak yüceltiyor. Stoacılık Aurelius’u aydınlanmış, dünyayı şekillendiren gücün avatarı olarak kabul eder; başkanlar, denizciler ve hevesli teknoloji engelleyicileri tarafından okunur.
Aurelius’a imparator olarak gösterilen ilgi, hocası Afrikalı hatip Fronto’ya erotik mektuplar yazan genç Marcus’u gözden kaçırma pahasına gelir: “Sen yokken sana sık sık kızıyorum ve çok sinirleniyorum, çünkü seni istediğim gibi sevmeme izin vermiyorsun, yani ruhumun sana olan aşkını en yüksek zirvesine kadar takip etmesine izin vermiyorsun.” Mektuplaşmaları boyunca Aurelius retoriği Stoacılık için geride bırakır ve eğitimi ilerledikçe delicesine aşık olan genç çocuk kaybolur. Aurelius hayatının sonlarına doğru akıl hocalarını sıraladığında Fronto’nun adı bile geçmiyordu. Aurelius Stoacılığı ve görevi benimsemiş, ilk tutkusunu terk etmişti. Kendinden geçmiş aşık Marcus yerine kararlı komutan Aurelius’u yücelten Stoacılık, güç lehine aşkı ve onun kırılganlığını reddeder.
Seneca’nın De Constantia adlı yazısı bize Stoacı bilgeyi (uygulayıcıların arzuladığı ideal) eylem halinde gösterir. Bir Yunan savaş lordu bir şehri yağmalar. Bir filozof ona esir olarak getirilir. Filozof, fatihe hiçbir şey kaybetmediğini söyler, çünkü ‘üzerine el konulamayacak gerçek malları yanındaydı; dağılan, yağmalanan ve talan edilen malları ise kendisine ait malları değil, ama kaderin sillesi tesadüfi şeyleri sayıyordu. Hâlâ bilgeliğini, adalet duygusunu, erdemini ve ölçülülüğünü koruyordu. Görünürde kaybettiği her şey geçiciydi, kader tarafından bir süreliğine verilmişti ve hiçbir zaman gerçekten onun olmadıkları için onları kaybetmenin yasını tutmadı.
Seneca, ‘mülkünün yağmalanmasına, kızlarının düşman tarafından hakarete uğramasına ve doğduğu şehrin yabancıların egemenliğine geçmesine’ rağmen, filozofun ‘zaferi fatihin elinden aldığını’ söylüyor:
Her tarafta parlayan kılıçların ve yağmaya kararlı askerlerin kargaşasının ortasında, alevlerin, kanın ve yerle bir olmuş şehrin tahribatının ortasında, tanrılarının üzerine düşen tapınakların gürültüsünün ortasında, tek bir adam huzur içindeydi.
Bu korkunç bir pasaj. Kızları tecavüze uğramıştı. Arkadaşları katledilmiş. Şehri yok edilmiş. Ve yine de bilge kıpırdamadan duruyor.
Dünya bir pandeminin, bir iklim krizinin ve pek çok ülkede kendi (en azından yarı) demokratik özyönetim krizlerimizin ortasında duruyor. Üzülmememizi, kaybettiğimiz şeylerin yasını tutmamamızı, olan her şeyi kader olarak kabul etmemizi ve dünya etrafımızda parçalanırken bile görevimizi yapmamızı öğütleyen bir felsefeyi benimsemek cazip gelebilir. Ancak Neron için konuşmalar yazmamalıyız; ne de imparatorun gücünü de yüceltmemeliyiz. Ailelerimizin başına kötü şeyler geldiğinde, şehirlerimiz tehdit altında olduğunda, evlerimiz yandığında ya da sular altında kaldığında yas tutmalıyız. Keder hissetmek kolay değildir ve bunu bastırmak için egzersizler aramak caziptir. Ancak dünyaya bakmak ve adaletsizliğin acısını hissetmek, doğal dünyanın acısını anlamak ve içinde debelenmek, bu bir zayıflık işareti değildir. Bu, insanlığın bir işareti ve harekete geçmeye yönelik ilk adımdır. Çünkü Stoacı bir bilgenin yapması gerektiği gibi kaderinizi sevinçle kabul ederseniz, asla onu değiştirmeye çalışmazsınız.
Henry Gruber – “ Don’t be stoic: Roman Stoicism’s origins show its perniciousness”
Çevirmen: Çağnur Erdoğan
Çeviri Editörü: İzzet Can Kalender