Gerçek budur: Yalnızca Allah, Mutlak Hakikattir ve insanların O’ndan başka çağırdıkları her şey tamamiyle değersiz ve geçersizdir; çünkü yalnız Allah yüce ve gerçekten uludur! (Kur’an, 31:30)
Lebîd’in şu sözü, bir şairin ağzından çıkan en doğru sözdür:
“Şüphesiz Allah’tan başka hiçbir şey gerçek değildir.”
(Buhari’den naklen Hazreti Muhammed (s.a.v)).
Monoteizm, Ebedi olanı tekilleştirmek ve O’nu geçici olan her şeyden mutlak olarak ayrı görmektir.
(Müslüman alim ve mutasavvıf İmam Cüneyd (ö. 298/911).)
Alman filozof Immanuel Kant (ö. 1804), meşhur bir şekilde Tanrı’nın varlığına ilişkin argümanları üç ana türe ayırır: Ontolojik, kozmolojik ve teleolojik. Son iki kategorideki argümanlar, a posteriori olarak bilinen, yani tecrübeye veya ampirik verilere dayanan bir öncül ile başlar. Ontolojik argümanlar ise herhangi bir ampirik gözleme başvurmadan, a priori tümdengelim veya tamamen kavramsal bir analiz kullanarak, Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışır. Geçerli bir ontolojik argüman, sağlam bir matematiğe benzediği için rasyonel olarak reddedilemez. Batı felsefesi tarihinde bu tür argümanlar, Canterbury’li Anselm (ö. 1109) ve Rene Descartes (ö. 1650) gibi isimler tarafından denenmiş ve geçmişten günümüze eleştirilere maruz kalmıştır. Onların ontolojik argümanları, belirli bir Tanrı kavramıyla başlar ve bu anlayış üzerinden Tanrı’nın var olduğu sonucuna kadar uzanır. Arapça felsefi geleneğinde İbn Sina’nın (İbn Sina, ö. 428/1037) Sıddıkin Delili (Proof of the Truthful), bazı çağdaş filozoflar tarafından Tanrı’nın varlığına dair ontolojik bir delil olarak kabul edilirken, bazıları ise onun argümanının, ampirik olarak bilinen bir şeyin var olduğunu kabul eden öncülü nedeniyle, tamamiyle böyle bir yapıda olmadığını savunur. Ayrıca onun vardığı sonuçtaki Tanrı kavramı hem rasyonel olarak tutarsız hem de kutsal kitap açısından savunulamaz olduğu için ortodoks İslam düşüncesi tarafından reddedilir. Öte yandan Sünni skolastik teoloji (kelam geleneği) geleneği ; İbn Sina metafiziğinden istifade etmiş ve onun mantığındaki modal kategoriler ve zorunlu olarak var olan gibi belirli kavramsal araç ve yöntemleri benimsemiştir.
Bu makale, kelam geleneğinin birçok kavramsal aracını kullanan İbn Sina, Ebu’l-Hasan el-Eşari (ö. 324/936), Ebu Mansur el-Maturidi (ö. 333/944 ve Ebu Hamid el-Gazzali (ö. 505/1111) gibi alimlerin görüşlerinden yararlanarak, bir ontolojik argüman örneği sunmaya çalışır. Klasik kelam argümanı, dünyanın var olduğu ampirik öncül ile başladığı için o bir kozmolojik argüman örneğidir. Burada sunulan argüman, çoğu açılardan kelam kozmolojik argümanına (KKA) benzese bile, onun ampirik bir öncülü yoktur ve bu nedenle kelam ontolojik argüman olarak adlandırılabilir. KKA güçlü bir kanıttır, yani öncülleri kesin olarak bilinir, kıyas biçimi geçerlidir ve bu nedenle kesin olarak bilinen bir sonucu bize verir. Bu gerekçeyle burada sunulan argümanı, kozmolojik argümandaki herhangi bir eksiklik nedeniyle ileri sürmediğimizin altını çizelim. Elbette güçlü bir ontolojik argüman, insanın dünyaya ilişkin tecrübesi olmasa bile, saf aklın kendisinin zorunlu olarak Tanrı’nın varlığına ulaştığını gösterebilir. Ayrıca Batı felsefesindeki belirli bir Tanrı kavramıyla başlayan çoğu ontolojik argümanın aksine, bu argümanın hareket noktası gerçeklik kavramı ve vardığı sonuç itibariyle gerçekliğin ilahi olanı dışlayamayacağı (yani Tanrı gerçektir) hususu da oldukça önemlidir. Bu yönüyle İbn Sina, varoluşu kendilerine çıkış noktası olarak alan (ya da başka bir ifadeyle, “Tanrı’yı varoluşta tanımlamaya” çalıştıkları için) ve eleştirilere muhatap olan Anselm ve Descartes’a ve pek tabi onlara yöneltilen itirazlara muhatap olmaz. Öte yandan elbette İbn Sina’nın argümanından farklı olarak bu argüman, KKA’dan çıkarılan ve klasik Sünni doktrininde öne sürülen ilahi kavramla [Tanrı] benzer bir şekilde sona erer. Ayrıca bu argüman, kutsal kitaplardan alınan hiçbir öncülü kullanmazken, Kur’an’da vahyedilen Arapça ilahi isim olan Hakk’ın (Gerçeklik, al-Ĥaqq) kavramsal bir açılımı olarak da görülebilir.
Gerçeklik, ekstra-zihinsel varoluşu (gerçekte var olan) ifade eder ve kavramsal olarak varoluş, metafiziksel olarak zorunlu ya da mümkün olabilir. Mümkün varoluş, olumsal ve koşullu bir şeyin varlığına atıfta bulunur; yani onun özü, ekstra-zihinsel bir varoluşu gerektirmez. Buna karşılık zorunlu varoluş, tanımı gereği mutlaktır ve hiçbir şeye bağlı değildir; zorunlu olarak var olan bir şey, özü ve tanımı gereği var olmalıdır. Bu argümanın geri kalanı, “zorunlu varoluş” kavramının tutarlılığını göstermeye çalışır ve soru sorarak kendi tutarlılığını göstermek yerine, zorunlu olarak var olan bir varlığı olumlamanın mantıksal bir alternatifi olmadığını, saçmalığa indirgeme (reductio ad absurdum) yoluyla gösterir. Nitekim aksi takdirde bazı metafiziksel imkânsızlıkların olumlanması gerekir.
Herhangi bir mümkün varlığa, özellikleri veya koşulları yoluyla bir dizi metafiziksel olasılık atfedilebilir. Örneğin insanlar, inekler ve ağaçlar metafiziksel olasılıklardır ve bunların her biri; belirli bir yerde bulunma veya bulunmama, belirli bir büyüklükte olma veya olmama, canlı olma veya olmama, vb. gibi koşullara ya da özelliklere hem sahip olabilir hem de olmayabilir; ancak onların hem varlığı hem de yokluğu aynı anda doğru olmaz. Nitekim aksi takdirde kavramsal ve metafiziksel olarak imkansız olan bir çelişki ortaya çıkar. Bu sebeple metafiziksel bir olasılığın, fiilen herhangi bir özelliğe veya niteliğe sahip olabilmesinin tek yolu (eğer var olacaksa sahip olması gereken), zamansal bir bağlantı içinde var olmasından ileri gelir. Çünkü herhangi bir özelliğin varlığına ve yokluğuna herhangi bir çelişki olmadan sadece zaman izin verebilir. Yani mümkün bir varlık, belirli bir büyüklükte olabilir ve sonrasında o büyüklükte olmaya da bilir ya da benzer şekilde belirli bir yerde olabilir ve sonra o yerde olmaya da bilir. Bu nedenle herhangi bir mümkün varlık, tanımı gereği değişebilir ve zamansal olmalıdır; yani var olduğu şekliyle geçmiş, şimdi ve gelecekteki zamansal kategorilerine bağlı olmalıdır. Herhangi bir mümkün varlığın özüne içkin olan, onun varlığını sınırlandıran ve koşullandıran şey zamandır.
Mümkün bir varlığın zamansallığının ışığında, onun zorunlu olarak bir başlangıcı da olması gerekir. Nitekim sonsuz bir geçmiş kavramı, analitik bir çelişkiyi gerektirir. Kavramsal olarak sonsuz, sonu olmayan, geçmişini tamamlamış ve şimdiki an ile biten şeydir. Dolayısıyla sonsuz bir geçmiş, hiç bitmeyenlerin sonunu veya tamamlanamayanların tamamlanmasını gerektirir. Bu sebeple her mümkün varlığın zorunlu olarak bir başlangıcı vardır; yani başlangıçta var olmamış, yalnızca var oluş sürecine girmiştir.
Bu doğrultuda başlangıcı olan her şeyin zorunlu olarak bir varoluş nedeni vardır ve bu neden, sonucun kendisi değildir. Çünkü “kendi kendine neden olma” kavramındaki neden olma eylemi, bir nedenin varlığını varsayacağından, anlaşılmaz bir şeydir. Bu nedensel ilkenin kendisi a posteriori değil daha çok a priori olarak bilinir. Çünkü o, akıl yürütmenin zorunlu bir ilk ilkesidir. Keza nedensellik ilkesinin inkarı tutarsızdır. Nitekim herhangi bir şeyin inkarı, muhatabını, bir diyalektik içinde ikna etme amacı güdeceğinden, nedenselliği gerektirir: Öncüller bizi, yalnızca nedensellik yoluyla bir sonuca götürür ve sağlam sonuçlar diğer insanları yalnızca nedensellik yoluyla ikna eder. Nedensellik ilkesine karşı getirilen argümanlar, nedenselliği ya tamamen ortadan kaldırdığı ya da zorunlu bir ilk ilkeden belirsiz bir olasılığa indirgenildiği için güçlü değildir.
Mümkün bir varlığın nedeni ya metafiziksel olarak zorunlu ya da metafiziksel olarak mümkün olabilir. Nedenin kendisi yalnızca mümkünse, o halde onun da bir nedene ihtiyacı vardır ve bunun da ya zorunlu ya da mümkün olması gerekir. Ancak olası nedenlerin sonsuz bir gerilemesi metafiziksel olarak imkansızdır. Çünkü yukarıda tartışıldığı gibi bir sonsuzluğu tamamlama veya elde etme kavramı, kendi içerisinde tutarsızdır ve bu nedenle de rasyonel olarak kabul edilemez yapıdadır. Dolayısıyla nedensel dizi, metafiziksel olarak zorunlu olan bir nedenden, yani özü onun varlığını gerektiren bir nedenden kaynaklanmalıdır. Bu nihai nedenin varlığı; herhangi bir koşul veya sınır olmaksızın mutlak ve özü gereği; zamandan, uzaydan veya herhangi bir metafiziksel olasılıktan bağımsız olarak salt varlık olmalıdır.
Allah’tan başka bir şeyin gerçek olduğunu söylemek, özünde onun Allah’ın bir fiili olduğunu söylemektir: Onun varlığına sebep olan ilahi fiil olmasaydı, metafiziksel bir imkan asla var olamazdı.
Sonuç olarak sonsuz bir geçmiş zamanın rasyonel imkansızlığına, olası nedenlerin sonsuz gerilemesine ve ayrıca nedensellik ilkesinin rasyonel zorunluluğuna dayanan gerçeklik kavramının kendisi; varlığı metafiziksel olarak zorunlu ve mutlak, kendi kendine yeterli, geçmişin, şimdinin veya geleceğin herhangi bir zamansal bağlantısının üzerinde aşkın ve bağımsız bir varlıkta sona erer. Bu varlık, zamanın anlarıyla veya başka herhangi bir sınırla sınırlandırılamaz. Bir başlangıcı olduğu kavranabilir; ancak bir sonu olamaz ve bu nedenle ebedidir. Dolayısıyla mümkün ve zamansal olan hiçbir şeyi değiştiremez veya fiilen benzeştiremez. Böyle bir anlayış, klasik Sünni teolojideki ilahi teriminin ne anlama geldiğini gösterdiği için esastır. Bu nedenle gerçeklik, tanımı gereği ilahi varlığı dışlamaz.
Şimdi, mümkün bir varlığın fiilen var olmama durumunu, yukarıdaki ilahi kavramına dayanarak ve a priori akıl yürütmenin varabileceği ölçüde göstermeye çalışalım (Belki a priori akıl yürütmenin kendisinin zamansal bir süreç olduğu ve metafiziksel olarak yalnızca mümkün olduğu ileri sürülebilir ve ardından aşağıdakilerle devam edilebilir. Ancak bu husus, argümanı, “tamamen ontolojik olmayan” yapabileceğinden, kendi kendine referans veren öncüllerden kaçınmaya çalışacağız.) Eğer metafiziksel bir imkan varsa, bu olasılığın varlığından, apriori olarak ek zorunlu ilahi nitelikler çıkarmamız gerekir. Mümkün olan her şey, ancak zorunlu olarak var olan ilahi bir varlık tarafından, (1) varlığına neden olmak için güç; (2) varlığını ve akla gelebilecek herhangi bir belirtisini (örneğin nitelikler, özellikler) seçme iradesi; (3) bilgi (çünkü bilgi olmadan seçim düşünülemez) ve (4) sadece canlı bir varlığın bilgi ve seçime sahip olabileceği göz önüne alındığında, bunlar olmadan var olması akla yatkın değildir. Bu dört nitelik, ilahi varlığın ebedi nitelikleri olması, varlığı ile hiçbir zamansallığa işaret etmemesi ve ebedi olanın tanımı gereği değiştirilemez olması göz önüne alındığında, ne varlıkla özdeş ne de ondan ayrılabilen farklı nitelikler olmalıdır. Nitekim sadece zamana bağlı olan ve zamanın anları içinde ardışık olarak var olan bir şey değişebilir.
Diğer taraftan bilginin, iradenin ve gücün ilahi sıfatları, hiçbir şekilde sınırlandırılamaz. Çünkü sadece zamansal ve mümkün olan bir şey sınırlandırılabilir. Dolayısıyla bilinebilir olan her şey O’nda bilinmelidir ve metafizik olarak mümkün olan her şey O’nun ilahi irade ve kudreti dahilinde olmalıdır. Aynı şekilde O’nun bilgisi her şeyi bilir ve O’nun iradesi ve gücü her şeye kadirdir. Bu sebeple O’nun varlığı, ilahiliğinde herhangi bir ikilik veya ortaklık olmaksızın, zorunlu olarak bir ve benzersiz olmalıdır. İkinci bir ebedi Tanrı (ya da Tanrısallıkta ikinci bir kişi) var olsaydı, Tanrılardan biri ya da her ikisi zorunlu olarak irade ve güç bakımından sınırlı olurdu ve bu da sonsuzluğun gerektirdiği her şeye kadirlik ve dolayısıyla ilahiliğin sonsuzluğu ve zorunlu varlığı ile çelişirdi. Çoğulluk, her üyenin sınırlarını gerektirdiğinden ve yalnızca zamansal olan sınırlandırılabileceğinden, üyeler veya kişilerle birlikte hiçbir “ilahi varlıklar” kategorisi var olamaz. Sonsuzluğun mutlak bolluğu, kısıtlama veya sınırlama ile çelişir ve bu nedenle paylaşım veya ortaklık ile çelişir. Yani sonsuz, sadece bir olabilir.
Özetlemek gerekirse, salt akılsal ve a priori bir kavramsal analizle, Tanrı’nın gerçek olduğu kesin olarak bilinir. Gerçeklik kavramı, zorunlu olarak özü kendi varlığını gerektiren (wujūd) ve bu nedenle zorunlu olarak var olan, ezeli olarak başlangıcı olmayan (qidam), değişmez olarak tasavvur edilemeyen (baqā), mutlak ve koşulsuz ve dolayısıyla kendi kendine yeterli olan (qiyām bi al-nafs) ve herhangi bir olasılığın veya zamansal bağlantının üzerinde aşkın olan ve salt mümkün olan her şeyden farklıdır (mukhālafah li al-ĥawādith) ve böyle bir varlığı ifade eder. Yani gerçek kavramı, ilahi olanı dışlayamayan niteliktedir.
Bu durumda, eğer bir veya daha fazla metafiziksel olasılık mevcut ve dolayısıyla aynı zamanda gerçek olursa, onların olumsal varlığı, zorunlu olarak var olan bir varlığın yanı sıra; her şeye kadirlik (qudrah), sınırsız irade (irādah), her şeyi bilme (ilm), hayat (ĥayāh), mutlak birlik ve benzersizlik (waĥdāniyyah) gibi onun ek ezeli sıfatlarını da gündeme getirir. Burada Arapça terimleriyle listelenen bu on gerekli ilahi nitelik, kutsal metin bilgisinden önce ve ondan bağımsız olarak klasik kelam kozmolojik argümanından da çıkartıldığı gibi, yalnızca rasyonel akıl yürütmeye dayanan Sünni Tanrı anlayışını da temsil eder. Şüphesiz Kutsal Kitap, özellikle dünyada tecelli ettiği şekliyle ilahi sıfatlar ve mükemmellikler hakkında çok daha fazla ayrıntıyı ifade eder ve bu anlayışı da doğrular.
Son olarak her şeye kadirliğin, varoluşa neden olma eyleminde hiçbir ortaklığı kabul etmemesi gerekeceğinden, mevcut olasılıklar, kavramsal olarak ilahi eylemler olarak kabul edilir ve sadece zamansal olan sınırlandırılabilir. Yani Tanrı’dan başka bir şeyin gerçek olduğunu söylemek, özünde bunun Tanrı’nın bir fiili olduğunu söylemektir: Onun varlığına sebep olan ilahi fiil olmasaydı, metafiziksel bir imkan asla var olamazdı. Mümkün bir varlığın var olması, zorunlu olarak ilahi bir eylemi gerektirir. Mutasavvıf İbni Ata’nın (ö. 709/1310) belirttiği gibi “Zamansal varlık alemleri, ancak Allah onları gerçek kıldığı sürece gerçektir ve yalnızca O’nun Varlığının mutlak birliği tarafından ortadan kaldırılır” (Aphorism, #141). Yani kavramsal olarak mümkün bir varlık, kendi içinde ve kendi başına düşünüldüğünde mevcut değildir (“ortadan kaldırılır”). Çünkü onun özü kendi varlığı değildir ve onu zorunlu kılmaz. Ancak Tanrı Kendini ve kendinde düşünüldüğünde O vardır ve zorunlu olarak öyledir. Çünkü O’nun özü salt Varlık’tır ve zorunlu varlık olma yalnızca O’na aittir. Dolayısıyla mümkün bir varlığın altında yatan hakikat, ilahi bir varoluş bahşetme eylemidir ve mümkün varlıklar, “ancak O, onları gerçek kıldığı sürece gerçektir.”
Sonuç olarak gerçek olan yalnızca Tanrı ve onun özgürce yaratmayı seçtiği metafiziksel olasılıklardır. Tanrı dilediğini gerçek kılar ve Gerçek olan bu ilahi varlık, ilahi nitelikler ve ilahi eylemlerle birlikte düşünülür.
Faraz Kahan – “Exploring a Kalam Ontological Argument”, (Erişim Tarihi: 25.06.2022)
Çevirmen: Musa Yanık
Yazıyı oldukça ilgiyle okudum. kaleminize sağlık. Ama tanıtlamanın kant ‘ın tanıtılmasının aksine olumlu bitişi beni şaşırttı. ontolojik tanıtlamanın sonunda Bakınız kart neler söylüyor:”Ama tüm varoluşa ilişkin bilincimiz (bu ister dolaysız algı yoluyla isterse bırşeyi algı ile bağlayan tasımlar yoluyla olsun) bütünüyle deneyimin birliğine aittir; ve bu alanın dışındaki herhangi bir varoluş, gerçi saltık olarak olanaksız olduğunu ileri süremiyor olsak da, gene de hiçbir biçimde aklayamayacağımız bir sayıltıdır.” saf aklin eleştirisi 602. Bu sebeple yazınızı oldukca faydalı bulsam da kadiri mutlak bir gücün varlığının kavramsal laştırıla bileceğine katılmıyorum. Teşekkür ederim.