Son yirmi yıldır Türkiye’de ve dünyanın genelinde pek çok olumsuz gündemin arasında önemli bir olumlu değişimin yaşandığını gözlemliyoruz. 1944 yılında bir avuç aktivistin başlattığı vegan hareket, 21. yüzyılın başından itibaren ivme kazanarak tüm dünyada yaygınlaşıyor. Türkiye de veganlığın en hızlı ve kararlı biçimde yaygınlaştığı coğrafyalardan biri konumunda. Bu elbette bir tesadüf değil. Türkiye, hayvanlarla kurulan ilişkiler söz konusu olduğunda dünyanın pek çok ülkesine göre çok daha barışçıl bir konumda, sokaklardan hayvanların toplanıp imha edildiği kimi ülkelerden Türkiye’ye gelenler, sokak hayvanlarına gösterilen ihtimamı şaşkınlıkla gözlemliyorlar. Sokakta yaşayan evcilleştirilmiş hayvanlarla kurulan bu barışçıl ilişkinin, gıda, giyim, deney ve diğer amaçlarla sömürülen hayvanlarla da kurulması hiç de zor olmuyor. Bunun yanı sıra, Türkiye’de hayvan hakları hareketinin bağış ve fonlara odaklı hayvan refahı yaklaşımını güçlü bir şekilde eleştirerek veganlığa ve bireysel sorumluluğa odaklı bir taban hareketi olarak ilerlemesi bu değişimi mümkün kılan önemli bir faktör. Tam da bu sebeple veganlık, Türkiye’de politik konumlar, ekonomik statü ve sosyal kimlikler fark etmeksizin hızla yaygınlaştı ve yaygınlaşmaya devam ediyor.
Bu toplumsal dönüşüm hayvan hakları açısından önemli ve gerekli bir değişim ve bütün olup biten olumsuzluklar içerisinde umut verici. Ayrıca iklim değişimi, gıdaya erişim ve gıda bölüşümü sıkıntıları, su kaynaklarının kirlenmesi ve tükenmesi, kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere kimi yaygın sağlık sorunları gibi pek çok ciddi problemin çözümünde katkısı olacağını da düşündüğümüzde bu dönüşüm daha da olumlu görünüyor.
Ancak bu toplumsal dönüşümü kaygıyla izleyenler ve bu kaygıyı bir takım komplo teorileriyle birleştirerek bağlamından koparma çabasında olanlar da mevcut. Bu komplo teorilerinin ortak yanı, toplumda bir yandan tarihsel koşullar bir yandan da aktivist çabalarla gerçekleşen tüm dönüşümleri kendi gerçekliklerinde kavramayı redderek, bütün bunları bir takım gizemli büyük güçlerin planı olarak tarifliyor olmaları. Söz konusu gizemli büyük güçlerin, küreselciler, yeni dünyacılar gibi ilginç ve karanlık isimleri de var; kadın hakları, kimlik hareketleri, çevre hareketi ve dünyanın mevcut durumunu eleştiren başka ne varsa bu gizemli büyük güçlere referans vererek açıklanıyor. Son zamanlarda, hayvan hakları hareketi ve veganlık da bu kurguya dahil edilmiş durumda.
Antivegan kırmızı hap
Katılmış olduğu bir Youtube yayınında konuşan Dr. Canan Karatay, vejetaryenliğin bir felsefesi olduğunu ve vejetaryenliğe çok saygı duyduğunu belirttikten sonra, veganlığın yapay et projesinin başlangıcı olarak 1950lerden itibaren ortaya atıldığını öne sürüyor. Bu ifadeyi daha önce başka yerlerde de kullanmıştı. Bu iddiasının dayanağının ne olduğu ve vejetaryenliğin nasıl bir felsefesi olduğu ise bir muamma. Örneğin, vejetaryenlerin, tıpkı veganlar gibi, hayvansal et yemeyi reddettikleri düşünüldüğünde, bu küresel karanlık güçlerin yapay eti yaygınlaştırmak için vejetaryenlik üzerinden devam etmek varken 1950lerde neden süt, yumurta ve diğer hayvansal ürünleri kapsayan bir veganlık hareketi başlatmış olabileceklerini anlamak mümkün değil. Dahası, “yapay et” olarak bahsedilen hücre çoğaltmaya dayalı et üretimine veganlar tarafından karşı çıkılıyor olması bu söylenceyi daha da anlamsız hale getiriyor. Karatay’a göre “bizi yok etmek, ülkeyi yok etmek” isteyen birileri var ve bu birilerinin yaptığı pek çok şey var. Bunlardan biri de yapay et ve yapay eti desteklemek için de ortaya veganlık diye bir yalan atmak.
Bir başka örnekse, birkaç ayda bir yazdığı yazılarda bitki-temelli ürünlerin yaygınlaşması mevzusuna değinen Sabah gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu. Yazılarında okuduğumuz kadarıyla dünyanın en büyük küresel şirketlerine bağlı hamburgercilerde ve kahve zincirlerinde satılan ürünleri tüketirken bu durumda bir problem görmeyen Babaoğlu, burgerin içindeki köfte ya da kahveye konulan süt bitkisel olduğunda doğallığı kaybettiğimizi ve küresel şirkelerin oyununa geldiğimizi düşünüyor. Babaoğlu, ziyaret ettiği restoranda et tadında (bunun aslında etlere konan baharatları içeren demek olduğunu hepimiz biliyoruz) bitki bazlı bir burgerin satıldığını gözlemliyor ve şunları yazıyor:
“Yeni dünya” diyoruz… “İnsanlık tarihinin binlerce yıllık karakteristikleri değiştiriliyor” diye çırpınıyoruz. Ama dikkatimiz gündelik harala gürele ile dağılıp duruyor. Eh, bu işlerin aslında bütün üretim süreçlerini kökten değiştirmek için tezgâha koyulduğunu anlamak da iyice zorlaşıyor. Korkarım ki… Değişim geldiğinde çoktan “uygun” hale getirilmiş olacağız.
Babaoğlu’na göre, bu yaşanan tüm gıda sektöründe yaşanan bir yapaylaşmanın yeni bir aşaması, meyvelerin yerine meyve aroması içeren meyve suları neyse, bitkisel bazlı burger de aynı konumda. Elbette bugün doğal diye bildiğimiz pek çok gıdanın geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleştirilen melezleme ve evcilleştirme çalışmalarının bir ürünü olduğu, “doğal et” olarak adlandırılanın ise, hayvanların sömürüsü bir yana, yine insan eliyle gerçekleştirilen evcilleştirme süreçlerinin bir parçası olduğu bilinmeyen bir şey değil. Babaoğlu, doğal ve yapay ayrımını, alışık ve aşina olduklarımız ile yeni ve alışılmamış olanlar üzerinden yapıyor. Ve sattığı her bir ürün karmaşık ve kapsamlı endüstriyel süreçlerden geçen bir burger zincirinde hayvansal burgerin yanı sıra bitkisel burger de satılıyor olmasının “üretim süreçlerini kökten değiştirmek” için nasıl bir araç olabileceği de yine bir muamma [1]. Ancak Babaoğlu, tüm bunların ardında büyük ve karanlık bir oyun olduğu kanısında, değişimin neden kötü olduğunu açıklamasa da, okuyucularında ilk bakışta sıradan görünen değişimler hakkında tedirginlik hissi uyandırmayı başarıyor olsa gerek.
İyi ama, bu büyük gizemli küresel güçler niçin insanlar bitkisel gıdalara yönelsin istiyor sorusu aklınıza gelmiş olmalı. Bu soruya cevabı Youtube ve Twitter’da büyük bir takipçi kitlesine sahip Abdullah Çiftçi veriyor. Çiftçi’ye göre, amaç insanların fıtratını değiştirmek, bu fıtratı dijital dünya projesine uygun hale getirmektir. İnsanlık; temel gelir, nakitsiz toplum, aşılar, çip ve veganlık aracılığıyla kontrol edilebilir hale getirilecek, basit komplo teorisyenlerinin dediği gibi bir çip aracılığıyla değil, ruhları ve zihinleri ele geçirilerek kontrol altına alınacaklardır. Çiftçi, yaptığı analiz sonucunda yakın gelecekte olacakları tahmin etmektedir; Economist gibi dergilerde koronavirüs salgını ve iklim değişikliği, hayvancılığa bağlanacak ve insanlar böylelikle bitkisel ürünlere ve robotlaşarak transhümanizme yönlendirilecektir. Milat Gazetesi yazarı Ufuk Çoşkun ise, bu durumu şu cümleleriyle ifade ediyor:
Doğrudan insan genomuna müdahale ediliyor. Bu şekilde insanı içeriden kontrol etmek istiyorlar. Size neyin peşinde olduklarını açıkça söyleyeyim. Kendilerinde olmayan ve bizde olan insan ruhunu ele geçirmeye çalışıyorlar. O yüzden aklımıza ve ruhumuza sahip çıkmalıyız.
Bu iddialar, ABD’nin 45. başkanı Donald Trump’ın seçim döneminde popüler hale gelen ancak geçmişi çok daha eskiye dayanan iklim değişikliğinin inkarı anlamına gelebilecek söylemlerle de birleşiyor. Örneğin bir başka yazısında Çoşkun, iklim değişikliği iddiasının küreselci bilim insanları tarafından ortaya atılan sahte bir söylence olduğunu öne sürüyor ve bu iddiasını ozon tabakasına dair 1990lı yıllarda çizilen felaket senaryolarının gerçekleşmemiş olmasıyla gerekçelendiriyor. Oysa basit bir araştırmayla, bir dönem büyük kaygı yaratan atmosferdeki ozon tabakasındaki delinmenin, geçmişte deodorantlardan buzdolaplarına pek çok tüketim malzemesinde kullanılan CFC gazlarından kaynaklandığının anlaşılması üzerine, 1987 Montreal sözleşmesi sonrası tüm dünyada kısıtlanması ile kontrol altına alındığı bilgisine ulaşabilirdi. İnsanlık bilimin de yardımıyla toplu bir şekilde hareket ederek bir felaketi engellemişti. Neyseki o dönem böylesi bir sorunu inkar etmeye çalışanlar galip gelmedi. Bugünse bu felaketin atlatılmasını işaret ederek “bakın söyledikleri gibi olmuyor” demek pek de dürüst bir davranış sayılmaz.
Çoşkun, yeni yeşil dünyanın vegan olacağını bir felaketi haber verir gibi duyuruyor ve bu geleceği diktatörlük olarak adlandırıyor. Dr. Karatay’la aynı Youtube kanalında yayına çıkan Çoşkun, iklim değişikliği diye bir şeyin olmadığını söylüyor[2] ve bir yandan zenginlerin zenginleşmesi, yoksulların yoksullaşmasına karşı çıktığını söyleyerken, bir yandan da işleri olduğu gibi sürdürmek isteyen dünyadaki büyük petrol ve hayvancılık şirketlerinin arzu ettiği iklim değişikliği inkarcılığını yaygınlaştırıyor.
Babaoğlu’nun Geliyorlar başlıklı yazısında referans verdiği blogunda Yıldırım, suni etin yaygınlaştığını söylüyor (!?)ve veganlıkla birlikte insanlığın avcı toplayıcı hayata döndürüldüğünü iddia ediyor (!??).
Kabul etmek gerekir ki daha üç beş yıl önce dolaşıma giren suni et, artık iyiden iyiye yaygınlaştı. Buna vegan tüketimin yeni unsurları da ekleniyor; yosunlardan balık, otlardan köfte, sebzelerden lahmacun üretimi “daha sağlıklı, daha lezzetli, daha keyfli” diye sunuluyor. Bir ineğin karbon salımı nedeniyle dünyayı çok fazla kirlettiği haliyle doğayı bozduğu argümanını üreten küresel ideoloji vegan tüketimi alternatif diye sunarak insanların akıllarıyla da oynuyor; açıkçası bunda da başarılı oluyor! İnsanların ekonomik durumlarını yükseltip daha çok et tüketmelerini sağlamak yerine kazançlarını düşürüp avcı ve toplayıcı hayata döndürüp vegana yönlendirme yeni şantaj ideolojisinin anlam haritalarının başında geliyor. Çünkü küresel bazda tavsiye edilenin üç katı fazla et tükettiğimizi söyleyen uzmanlar, doktorlar her zaman bulunur.
Yıldırım, mevcut tüketim kültürünün olduğu şekilde devam etmesinin olası sonuçlarına dair çıkarımları birer şantaj olarak değerlendiriyor. Sözgelimi, hayvansal ürünlerin tüketiminin su kaynaklarının kirlenmesine ve gıdaya erişimin zorlaşmasına yol açacağını, salgın hastalıklara yol açan virüs ve bakterilerin üremesine ve evrilmesine hız kazandırdığı gibi tespitler yapıldığında bunlar birer şantaj olarak değerlendiriliyor. Bu bakış açısından bakan biri, herhalde bir doktor muayeneye gelen bir hastaya, sigara içmeye devam ederse akciğer kanseri riskinin artacağını söylediğinde, yani neden sonuç ilişkilerine göre bir öngörüde bulunduğunda, doktorun bu sözünü de şantaj olarak algılardı.
Yıldırım’a göre kediler ve köpeklerden “küçük dostlarımız” olarak bahsedilmesi bile büyük bir oyunun parçası. Tüketim toplumunun hazcılığını eleştiriyor, direniş hattını ise yıkıma bile götürse haz veren alışkanlıkları savunma üzerinden kuruyor.
Tüm bu söylemlerde, her yıl sadece gıda hammaddesi olarak kullanılmak üzere 60 milyarın üzerinde kara hayvanını dünyaya getirdiğimiz ve öldürdüğümüz, bu amaçla yeryüzünün dörtte birini kullandığımız, yine bu üretime alan açmak üzere dünyanın akciğerleri olan Amazon ormanlarını yok ettiğimiz, su kaynaklarını kuruttuğumuz, et ve diğer hayvansal ürünlere yönelik talebi karşılamak adına milyarlarca hayvanı yan yana tutarak ve antibiyotiklere maruz bırakarak yeni virüs ve bakterilerin üremesine imkan sağladığımız sanki bir gerçek değil de, bir yalanmış, bir oyunmuş gibi anlatılıyor. Youtube’ta bu tarz programları gerçekleştiren Ferda Yıldırım, büyük bir özgüvenle “İnekler küresel ısınmaya sebep oluryormuş, böyle saçma şey olur mu?” diyerek gülüyor. Aynı kişiler, küresel ısınmanın etkilerini yaşadığımızda ise, büyük güçlerin yapay felaket ve sahte kıtlıklar yarattığını söylüyor!
Küresel muhafazakarlık
Bu söylemler Türkiye’ye özgü değil. Hatta çoğunlukla ABD alternatif sağından ithal ediliyor, yerel bir takım temalarla ve korku senaryolarıyla birleştirilip sunuluyorlar. Örneğin, Yıldırım’ın programına katılan Çoşkun, maske yasağı, bitkisel et, HES kodu, aşılar gibi bir dizi meseleyi tek bir çatı altında birleştirip “Ben insanlık onurumu korumak adına bunların hiçbirine uymayacağım” minvalinde sözler ediyor, sanki anonim yazma imkanından dolayı aşırı sağın merkezlerinden biri olmuş 4chan sosyal medya platformunda sıklıkla paylaşılan bir mimi tekrar edercesine.
ABD siyasetindeki gündem maddelerini takip edenler için tüm bu yazılıp çizilenler büyük bir şaşkınlık yaratmayacaktır. Son dönemlerde, soğuk savaş yıllarında Amerikan sağ siyasetinde popüler olan “komünistler diş fırçalarımıza kadar elimizden alacaklar” söylenceleri yeniden piyasaya sürüldü. Yeni muhafazakar ya da alternatif sağ bu söylemleri bu defa küreselciler, wokelar, SJWlar, kültürel marksistler hatta deccal gibi isimlerle anılan bir takım odaklara yönelecek şekilde güncelledi. Gazete köşe yazılarında ima edilen korku senaryoları, Twitter gibi platformlarda açıktan söylenmekte; kötüler bu defa diş fırçamızın yerine “etli yemeklerimize” göz koymuş durumda, bundan başarılı olurlarsa sıra çocuklarımıza gelecek!
Amerikan alternatif sağı, özellikle Jordan Peterson ve (Teksaslı milyarderler tarafından fonlandığı ortaya çıkan) Ben Shapiro gibi popüler isimler yoluyla geniş kitlelere ulaşmayı başardı. Bu isimler, aralarındaki ortak nokta mevcut ekonomik ve kültürel düzene eleştirel yaklaşmaları ve bir toplumsal değişim için çalışmaları olan sosyalist sol, çevre hareketleri, kimlik hareketleri gibi bir dizi hareketi kültürel marksizm (soğuk savaş dönemi korkularını da uyandırmak için marksizm seçilmiş olmalı) şemsiyesi altında bir arada değerlendiriyor ve geçmişe dair bir güzelleme sunuyorlar. Böylelikle karmaşık ve çok boyutlu meseleleri, biz ve karşımızdaki kötü niyetli düşmanlar şeklinde basitleştiriyor, korku senaryoları öne sürerek kendi söylemlerinin sorgulanmasını engelliyorlar. Donald Trump’ın “ABD’yi yeniden büyük yapalım” sloganının da bu ideolojik arka plana oturduğunu ve kazandığını hatırlayabiliriz.
İnsanların farklı siyasal ideoloji ve yaklaşımları akla yatkın bulmalarının arkasında yatan sosyo-psikolojik süreçleri inceledikleri kitaplarında Alper ve Yılmaz, yeni gelişme ve değerlere karşı direnç gösteren muhafazakar ideolojilerin arkasında yatanın dünyayı kaotik ve endişe verici bir yer olarak algılamak olduğu tespitinde bulunurlar. Dünya tehlikelerle dolu bir yer olduğundan, herhangi bir değişim de kaygı verici olacaktır. Bu değişim, mevcut düzendeki eşitsizlikleri ortadan kaldırma iddiasında olsa dahi, şüpheyle ve tepkiyle karşılanır. Bu sebeple sol-liberal ve sosyal demokrat eğilimli politikalar başka bir dünya için değişim sözü vererek taraftar toplarken, muhafazakar eğilimli politikalar istikrar ve değerlerin korunması sözü vererek topluma hitap ederler.
Pandemi sürecinde hem aşılarla hem de kapanmalarla ilgili süreçlerin keyfi ve şeffaflıktan uzak yürütülmesi sonucu bu söylemlerin Türkçe uyarlamaları bu coğrafyada hiç bulmadığı kadar geniş yankı bulmaya başladı. Komplo teorilerine, dünyayı yöneten gizli güçler konulu anlatılara teşne bir popüler kültürün de mevcudiyeti bu anlatının hızla yaygınlık kazanmasına yol açtı. Üstelik, hem pandemi sürecinin hem de ardından gelen büyük ekonomik buhranın sonucunda dünyayı belki de her zamankinden daha kaotik ve korkutucu bir yer olarak algılıyoruz. Bu yüzden de bu anlatılar hiç olmadığı kadar fazla takipçi bulabiliyor.
Yeni dönem ve yeni tehditler
Sosyal psikolog Sergei Moscovici, çoğunlukların azınlıklar üzerindeki etkilerini inceleyen geleneksel çalışmaları yetersiz bularak azınlıkların çoğunluklar üzerindeki etkilerini incelediği çalışmalarıyla bilinir. Bir toplumda, veganlar gibi, fikri azınlık konumunda olanların fikirlerini yayabilmelerinin önemli koşullarından biri dışarıdan bir güç olarak algılanmamalarıdır. Bir grubun hem fikri azınlık konumunda olması hem de gizli motivasyonlara sahip dışarıdan birileri olarak algılanması durumuna çifte azınlık denir [3]. Böyle bir durum, fikri azınlığın fikirlerini yaymasına engel teşkil edecek, insanların bu fikirleri dinlemeden bir kenara atmasına yol açacaktır. Bu sebeple çoğu zaman yeni bir fikri savunan az sayıdaki kişileri engellemek isteyenler, bu kişileri yabancı güçlerin maşası olmakla, bir takım gizli niyetlere sahip olmakla suçlar.
Veganlık basit bir fikre dayanır; hayvanlara gereksiz yere zarar vermek ve onları öldürmek yanlışsa, sadece zevk ve alışkanlıklarımızı gerekçe göstererek hayvanları yemeye, giymeye ve onları başka şekillerde kullanmaya devam edemeyiz. İnsanların çoğu hayvanlara gereksiz yere zarar vermeye veya onları öldürmeye karşıdır. Hayatta kalmak ve sağlıklı olmak için hayvansal ürünlere ihtiyacımız olmadığını öğrenen pek çok kişi, veganlığı kendi ahlaki değerleriyle uygun bulur ve benimser. Bu bağ araya hiçbir dolayım girmeksizin incelendiğinde oldukça nettir. Veganlığın bu denli hızlı yayılması da bu yüzden.
Ne var ki yaygınlaşan bu komplo teorileri, hayvanlarla ilgili ahlaki değerlerimizle veganlık arasındaki bağı bulanıklaştırmaya ve veganlıkla ilgili mesajı itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
ABD’de büyük petrol şirketlerinin (ve oldukça muhtemel ki hayvancılık lobisinin) desteklediği Cumhuriyetçi komplo teorisyenlerinin felaket senaryoları alıcı bulduğu ölçüde Türkçeye çevrilmeye ve yerelleştirilmeye devam edecek. İstanbul Sözleşmesi karşıtlığında, kitaplara getirilen yasaklarda, 2015 sonrası LGBT karşıtı söylemlerde, kamusal alanın pek çok noktasında bu siyaset biçiminin etkilerini görüyoruz. Yakın zamandaki vegan peynir yasaklarında olduğu gibi, bu söylemlerin basında ve politika yapıcılarda karşılık bulmasının veganlıkla ve hayvan haklarıyla ilişkili hukuki ve siyasi sonuçları da olabilir gibi görünüyor.
Bütün bu olup bitenin farkında olmalı ve yeni dönemin bu yeni söylemsel mücadele alanına hazırlıklı olmalıyız.
Not: Bu yazı ilk kez Berk Efe Altınal tarafından VeganAbolisyon’un medium hesabında yayınlanmıştır. Kendisinden alınan izin doğrultusunda Taner Beyter tarafından sitemize uyarlanmıştır.
Kaynakça
[1] Elbette, akla gelen bir diğer soru da, tüm dünyada ciddi eşitsizliklere ve haksızlıklara yol açan mevcut küresel kapitalist üretim biçiminin değişmeden kalmasını gerçekten istiyor muyuz sorusu.
[2] Çoşkun aynı yayında iklim değişikliğinin yanı sıra Covid19 salgınının ve dünyadaki gıdaya erişim probleminin de yapay olduğunu öne sürmekte.
[3] Kağıtçıbaşı, Ç. & Cemalcılar, Z. (2014). Dünden Bugüne İnsan ve İnsanlar: Sosyal Psikolojiye Giriş. Evrim Yayınları. 284–285
Harika bir tespit yazısı