///

Nasıl Yaşadıysa Öyle Öldü: David Hume; Filozof ve İmansız – Dennis Rasmussen

İskoç filozof David Hume 1776 yılının yaz ayında ölüm döşeğinde uzanmışken insanlar onun ölüm haberini merakla bekliyordu. 18. yüzyıl Britanya’sında çok az insan dini inançsızlığı konusunda Hume kadar dobra olabiliyordu, ki sahip olduğu şüpheci tutumundan ötürü İskoçya Kilisesi’nden aforoz edilmesine yönelik ortak bir çaba da dahil olmak üzere, ömrü boyunca dindarların saldırılarına ve suçlamalarına maruz kalmıştı. Şimdi herkes bu nam salmış imansızın kendi ölümüyle nasıl yüzleşeceğini merak ediyordu. Ölüm döşeğindeyken pişmanlık gösterecek veyahut şüpheci tutumundan vazgeçecek miydi? Acaba ahiret inancının sağladığı bilindik teselliler olmadan perişan ve acınacak halde mi ölecekti? Nihayetinde Hume nasıl yaşadıysa öyle öldü: keyfi yerinde bir halde ve dinsiz olarak.

Hume’un yaşamanın son günlerine dair en meşhur betimlemeler (en azından bugün için) 7 Temmuz 1776 Pazar günü onu ziyaret etmeyi başaran James Boswell’den miras kalmıştır. Boswell’in bu ziyaretinin maksadı, aralarında geçen diyaloğu bize aktarışından da fark edileceği üzere ölmek üzere olan bir adama şükranını sunmak veya takıntılı bir merak duygusunu gidermek değil; meşhur dinsiz Hume’un bile nihayetinde samimi bir inançsız olarak kalamayacağını görmek ve böylece de kendi dini inançlarını pekiştirmekti. Fakat o bu amacına ulaşamamıştı.

Kiliseye epey geç kalan” Boswell, Hume’un yanına gittiğinde onu “sakin ve hatta keyifli… çok az insanın sahip olduğu bir ruhsal (zihinsel) huzur ve kafa açıklığıyla farklı konulardan bahsederken” bulduğunda çok şaşırır. Normalde kibar biri olan Boswell o sırada konuyu hemen ahirete getirip ölümden sonra onu bekleyen bir şeyin olup olmayacağını sordu. Hume ise ‘ateşe atılan bir kömür parçasının yanmamasının mümkün olduğu’ ve ‘sonsuza kadar var olmamızın çok mantıkdışı bir hayal ürünü olduğunu’ söyledi. Boswell ısrarla yok olup gitme fikrinin kendisini rahatsız edip etmediği sordu, Hume da hiç var olmama düşüncesinin kendisini doğmadan evvel var olmama düşüncesinden daha çok rahatsız etmediğini söyledi. Dahası da var: Hume, ‘hiç sözünü sakınmadan her dini ahlakının kötü olduğunu söyledi ve … çok iyi insanların dindar olduğu bazı örnekleri biliyor olmasına rağmen bir adamın dindar olduğunu duyduğunda onun bir sersem olduğu sonucuna varırdı’.

Bu konuşma Hume’u fazla cesur gösteriyor olabilir, fakat 18. yüzyılda Boswell’in özel not defterlerinden ibaret değil. Hume’un yaşamının son günlerine dair kamuoyuna yansıyan en mühim ve tartışmalı açıklama çok daha meşhur bir simadan geldi: yani Hume’un yakın dostu Adam Smith”in kaleminden. Hume’un ölümünden kısa bir süre sonra Smith, ortak yayıncıları William Strahan’a halka açık bir mektup şeklinde Hume için övgü dolu bir anma metni yollamıştır. Söz konusu bu mektup, Hume’un ölümünden sonra yayımlanan kısa otobiyografisi My Own Life’ı (1776) tamamlayıcı bir metin olduğu ve Hume’un önceden izniyle çıktığı için onun ölüm hikayesinden en itibarlı versiyonu olagelmiştir.

Smith’in mektubu, Boswell’in diyaloğunda kendini sürekli belli eden açık dinsizliğin hiçbir izini içermez, bundan ziyade Hume’un son günlerindeki sükûnet halini ve dinginliğini anlatır (hatta bunlarla övünür); filozofu şakalar yaparken, kart oyunu oynarken ve arkadaşlarıyla keyifli sohbetlere eşlik ederken tasvir eder. Bununla birlikte Hume’un karakterinin mükemmelliğini sürekli vurgular; işin doğrusu Smith mektubunu, inançsız dostunun “muhtemelen insan olmanın beraberinde getirdiği zaafların doğasının izin verdiği ölçüde olağanüstü erdemli ve bilge bir adam prototipine yaklaştığını” beyan ederek bitirmiştir.

Bugün her ne kadar çok bilinmese de, Smith’in mektubu 18. yüzyıl şartlarında büyük bir kargaşaya neden olmuştur. Ki kendisi de daha sonra Ulusların Zenginliği (1776) kitabında yazdıklarını kast ederek, yazdığı bu mektubun “Büyük Britanya’nın tüm mevcut ticari sistemine yaptığım şiddetli eleştiriden doğan hakaretlerden 10 kat daha fazla hakarete maruz kalmama neden oldu” demiştir. Smith yaşamı boyunca dini inancı veyahut inançsızlığına dair herhangi bir bilgi vermemek ve dindarlar ile karşı karşıya gelmekten uzak durmak için genellikle epey çaba sarf etmişti; fakat yine de Hume gibi şüpheciliği meşhur birinin erdem ve bilgelik timsali olduğunu söylemesi (çağdaş bir yorumcunun da dediği gibi) “büyük bir hayal kırıklığı yarattı” ve “aklı başında olan her Hristiyan’ı şok etti”.

Boswell de Smith’in mektubunu “haddini aşan bir küstahlık” ve “bu çağı istila eden zehir dolu ürünlerin” bir örneği olarak görmüştür. Zaten bundan dolayı da, (dönemin ünlü simalarından biri olan) Samuel Johnson’a “bir adım öne çıkarak”, “Hume ile Smith’in kafalarını birbirine vurması ve bu ahmaklık dolu, gösteriş budalası kafirliği yerin dibine sokup rezil hale getirmesi” için yalvardı. “Hikmet bahçesindeki” (moral garden) bu zararlı otları ezmek için harcayacağınız zamana değeceğinin farkında mısınız?” diye yalvardı.

Var olan tartışmalar hemen son bulmadı. Dini metinlerin en üretken kalemlerinden biri olan John Lowrie, yaklaşık bir asır sonra bile Smith’in mektubu karşısında hala öfkeliydi; şöyle diyordu: “İngiliz literatürünün tüm köşelerinde” “dinsizlik ile imansızlığın aptallığı ve acziyetine işaret eden bundan daha acınası bir kanıt” görmediğini ilan etmişti.

18. yüzyılda, bir şüphecinin beyhude beklentiler ya da endişeler içinde olmaksızın rahat bir şekilde ölmesinin mümkün olduğu fikri, Boswell de dahil olmak üzere pek çok insanı rahatsız ederek akıllarından hiç çıkmamıştır. Zaten Boswell de 7 Temmuz’daki konuşmalarından sonra Hume’u daha çok köşeye sıkıştırmak için iki kez daha ona ulaşmak istemiş ancak bu talebi reddedilmiştir. Hiç şüphe yok ki günümüzde de bazı çevreler inançsızlara kuşku, hatta nefret dolu bakışlar atmaktadır fakat (bu) insanların çoğu inançsız oldukları bile fark edilmeden, inançsızlıklarına dair çok fazla yorumla karşılaşmadan ölmektedir. Birkaç yıl evvel Christopher Hitchens’ın ölümünün yarattığı türden bir şok etkisi veya kızgınlık uyandırması için inançsızlığın bilhassa (Smith’in halka açık mektubunda gördüğümüz Hume’dan ziyade Boswell’in özel sohbetindeki Hume’a benzeyen) cesur ve açık sözlü olan biçimi var olmalıdır. (Sahiden de bu olay yaşandığı tarihte insanlar Hitchens ile Hume’u birçok açıdan kıyaslamıştı). Smith’in 18. yüzyılda, sırf dostunun son günlerindeki içi rahat ve cesur halini bizimle paylaşmasından ötürü aşırı şiddetli ve ardı arkası kesilmeyen saldırılara maruz kalması, bugün bu konuda ne kadar yol kat ettiğimizi görmek adına önemli bir hatırlatma içeriyor.


Dennis Rasmussen’in The Infidel and the Professor: David Hume, Adam Smith, and the Friendship That Shaped Modern Thought adlı kitabı Princeton University Press‘ten çıkmıştır.


Dennis Rasmussen – “He died as he lived: David Hume, philosopher and infidel“, (Erişim Tarihi: 03.01.2023)

Çevirmen: Taner Beyter

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yaşam Uzatıcı Tedaviler Herkes İçin Nasıl Mümkün Olabilir? – Christopher Wareham

Sonraki Gönderi

Niçin Tüm Büyük Sorulara Yalnızca Bilim Yanıt Verebilir? – Peter Atkins

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü