Bu yazımda inancın epistemolojik rolünün deneyimden nasıl ayrıştığını anlatıp; Susanna Siegel tarafından Fenomenal Muhafazakarlığa (Olgusal Tutuculuğa) yöneltilen bir itiraza değineceğim.
Bu yazım, “Epistemological Asymmetries Between Belief and Experience,” Philosophical Studies 162 (2013): 741-8’i temel almaktadır.
1. Siegel’in İtirazı
Epistemolojideki benim kendi yaklaşımım olan Fenomenal Muhafazakarlık (veya Olgusal Tutuculuk, Phenomenal Conservatism – PC), size bir şey P gibi göründüğünde ve bu görünümden şüphe etmeniz için de belirli bir temeliniz olmadığında, bunun size P’ye inanmak için bir gerekçe sağladığını savunmaktadır.
PC’ye getirilen önemli bir itiraz, mantıksız ya da güvenilmez nedenleri olan görünüşlere işaret ederek, özne irrasyonel nedenlerin farkında olmasa dahi, bizi bu tür görünüşlerin gerekçelendirme sağlamada başarısız olduğunu kabul etmeye davet ediyor. Böylelikle de PC gerekçelendirme konusunda aşırı liberaldir. (bkz.)
Örneğin; S bir demokrat olsun ve tüm demokratlar gibi o da silahlardan ölümüne korksun. S silahların tehlikelerine karşı öylesine endişelidir ki her yerde silah görme eğilimindedir. Mesela, bir gün buzdolabının kapağını açıp içine bakar. Yumurta kartonunun yanında bir muz bulunmaktadır. (Görsele bknz.)
Fakat S’nin paranoyası, muzun yerine bir silah görmesine neden olur. (Görsele bknz.)
Varsayalım ki pek çok demokrat gibi S de kendi önyargılarının farkında değil ve bu yüzden de silah korkusunun ona halüsinasyon gösterdiğini fark edemiyor. Söyleyebileceği kadarıyla, normal bir şekilde bir silah görmektedir. PC’ye göre, S orada bir silah olduğuna inanmakta haklıdır.
Siegel buna katılmıyor ve aşağıdaki prensibi aktarıyor (benim yorumum):
DP, eğer bir deneyim, ilgili olarak benzer bir etiyolojiye sahip benzer bir inancın gerekçelendirilemeyeceği bir etiyolojiye sahipse; o zaman bu deneyim, kendisine dayanan herhangi bir inanca gerekçe sağlayamaz.
Eğer bir kişinin, sadece silah korkusundan dolayı buzdolabında bir silah olduğuna dair bir inancı varsa, bu inancın gerekçelendirilmemiş olduğunu söylerdik. Buna göre de bu inanç, başka herhangi bir inancı gerekçelendirmek için meşru şekilde kullanılamaz.
Benzer bir şekilde, Siegel’e göre, eğer bir deneyim buzdolabında bir silah olduğunu gösteriyorsa ve bu deneyim tamamen silah korkusundan kaynaklıysa, o zaman bu deneyim herhangi bir inancı gerekçelendirmek için meşru olarak kullanılamaz.
2. Yanıt
Yukarıda söylenenler bana pek de doğru gözükmüyor. Bana öyle geliyor ki anlatılan senaryoda, buzdolabında bir silah olduğuna inanma konusunda S haklı olabilir. Bu bana gayet açık bir gerekçelendirilmiş inanç vakasıymış gibi geliyor.
Eğer S yukarıda bahsedilen deneyimi yaşadıktan sonra orada bir silah olduğunu düşünmeseydi, delirmiş olurdu. Olanları nasıl açıklayacaktı, “Pekala, bana göre tam olarak orada bir silah varmış gibi geliyor ama bunu kabul etmeyi reddediyorum” diyerek mi? Neden? O, “çünkü duyusal deneyimim korkumdan kaynaklanıyor” diyemez, çünkü bunu bilmiyor. Daha genel olarak, duyularının kanıtını kabul etmeyi neden reddettiğine dair herhangi bir neden gösteremez, çünkü koşula göre hiçbir bozucu unsur (defeater) yoktur. (Eğer bozucu unsuru varsa, o zaman PC onun gerekçeden yoksun olduğunu kabul eder, dolayısıyla burada PC’ye karşıt bir örnek yoktur). Bu durumda, görünürde hiçbir sebep olmadan, rastgele bir şekilde duyularına güvenmemeye karar verdiğini söylemesi gerekir.
Bu mantıksız gözüküyor. Bu yüzden, DP’nin yanlış olduğunu ve S’nin buzdolabında bir silah olduğuna inanması gerektiğini düşünüyorum.
3. Deneyim İnançtan Nasıl Farklılaşır?
Birinci kısımda bahsettiğim üzere, eğer doğrudan korku kaynaklı bir inancınız varsa, bu inanç diğer inançların gerekçelendirilmesinde kullanılamaz. Bu yüzden, eğer korku yüzünden oluşan duyusal deneyiminiz varsa bu deneyiminizin de diğer inançları gerekçelendirmede kullanılamayacağını düşünebilirsiniz. Peki deneyimlerin inançlardan ne gibi bir farklılığı olabilir ki bu deneyim inançlarla gerekçelendirilebiliyor olsun?
Temel nokta: P’ye inanmayı gerekçelendirmek için iki şey yapılmalı: (a) kesinlikle gerekçelendirmenin yeterli bir kaynağı olmalı, (b) bu gerekçelendirme için herhangi bir bozucu unsur olmamalıdır.
Şimdi, belki de Siegel’in tablosu şuna benzer bir şeydir: hem inançlar hem de deneyimler potansiyel birer gerekçelendirme kaynaklarıdır. Örneğin; normal bir gözlemde, duyusal deneyimlerimiz yakın çevremize ait inançlarımızı gerekçelendirir. Ayrıca, çıkarım yaparken, inançlar diğer inançları gerekçelendirirler. Bununla birlikte, çıkarımda, başlangıç inancı (öncül) gerekçelendirilmemişse, bu sonuç inancı için gerekçelendirme sağlama kabiliyetini ortadan kaldırır. Benzer bir şekilde, gözlemde, başlangıç deneyimi bir şekilde mantıksız ya da başka bir şekilde kusurluysa, bunun normalde destekleyeceği inanca gerekçelendirme sağlama kabiliyetini ortadan kaldırdığını düşünebilirsiniz.
Benim görüşüme göre bunda yanlış olan şey, yalnızca deneyimlerin (özellikle de görünüşlerin) nihai bir gerekçelendirme kaynağı olduğudur. İnançlar bir gerekçelendirme kaynağı değiller. Yani, bir inancı, B’yi, başka bir inançtan, A’dan çıkarsadığınızda, A gerekçelendirmenin kaynağı değildir. Daha doğrusu, gerekçelendirmenin kaynağı, A’yı her ne gerekçelendirdiyse odur; çıkarım daha sonra sadece bu gerekçelendirmeyi öncülden sonuca aktarır. İşte bu yüzden, eğer A için özgün bir gerekçelendirme yoksa, B için de yoktur. Bu durumda sorun bir bozucu unsur olması değil, bir kaynak olmamasıdır.
Ancak deneyimler gerekçelendirmenin nihai kaynağı olduğundan, bir deneyim, içeriğiyle eşleşen inançları, bozucu unsurlar olmadığı sürece, varsayımsal olarak gerekçelendirir. Bozucu unsurlar da öznenin söz konusu inançtan şüphe duymak için sahip olduğu nedenler olmalıdır. Dolayısıyla, eğer öznenin bu deneyimin güvenilmez bir kaynağı olduğunu düşünmek için hiçbir nedeni bulunmuyorsa deneyimin güvenilmez kaynağı da bir bozucu unsur oluşturmaz.
4. Bilgi
Bununla birlikte, buzdolabı-silah vakasındaki öznenin buzdolabında bir silah olduğunu bilmediğine ve bu inancı için bir güvencesi olmadığına elbette katılıyorum.
Temel bilgi: “Güvence[1] (warrant)” epistemolojide öyle bir özellik olarak tanımlanır ki, doğru inançla birleştiğinde size bilgi verir. Yani, “güvence”nin anlamı şart koşarak, S, (i) P’ye inanıyorsa, (ii) P doğruysa ve (iii) P, S için güvence altına alınmıştır, P’yi bilir.
Ancak, öznenin neden buzdolabındaki silah hakkında bilgi sahibi olmadığını açıklamak için, öznenin inancı için gerekçeye sahip olduğunu inkâr etmemize gerek yoktur. Neredeyse her türlü güvence açıklamasında, özne gerekçeye sahip olsa bile güvenceden yoksundur. Örneğin;
- a) Özne gerçeği takip etmemektedir, çünkü orada bir silah olmasaydı, özne yine de orada bir silah “görecekti”.
- b) Öznenin inanç oluşturma mekanizması (halüsinasyon içeren) güvenilir değildir.
- c) Öznenin inancı, düzgün işleyen, hakikate yönelik bir yeti kullanılarak oluşturulmamıştır.
- d) “Bu deneyim bir halüsinasyondur” gibi gerçek bir bozucu unsur* vardır.
[*Buradaki bozucu unsur ifadesinin yukarıdakinden farklı bir kullanımı olduğuna dikkat edeniz. Bilginin yanlışlanabilirlik teorisinde bu sadece öyle bir doğru önerme olduğu anlamına gelir ki, eğer özne buna inanırsa, artık buzdolabında bir silah olduğuna inanışında haklı olmayacaktır.]
Bir “gerçek halüsinasyon” vakası hayal edebilirsiniz: bu, öznenin (belki de saplantılı korkusu yüzünden) bir silah halüsinasyonu gördüğü, ancak tesadüfen orada gerçekten bir silah olduğu bir durum olacaktır. Bu özne hala orada bir silah olduğunu bilmemektedir. Bunu, neredeyse tüm popüler güvence açıklamalarını kullanarak açıklayabiliriz, ancak yine de PC’ye göre öznenin orada bir silah olduğunu düşünmesinde gerekçeli olduğunu söyleyebiliriz.
[1] Burada bahsedilen “warrant” sözcüğü aslında gerekçe olarak da kullanılabilir fakat ondan güvenilirlik açısından ondan biraz daha üsttedir, bu nedenle çevirirken gerekçeden ayırmak istedim. (ç.n.)
Michael Huemer – “Epistemological Asymmetrics Between Belief and Experience”, (Erişim Tarihi: 27.08.2024)
Çeviren: Emre Kahvecioğlu
Çeviri Editörü: Emir Arıcı