Kitap İncelemesi: Atlantis ya da İnsan Teraryumu: Mars’a Şehir Kurmak – Melinda Gülsüm Esen

/
439 Okunma
Okunma süresi: 32 Dakika

Künye

  • Yazar: Kelly Weinersmith & Zach Weinersmith
  • Kitabın Adı: A City On Mars
  • Yayıncı : ‎ Dublin: Particular Books; standard edition (7 Kasım 2023)
  • Dil: ‎ İngilizce
  • Ciltli Kapak ‏: ‎ 448 sayfa
  • ISBN-10 ‏: ‎ 024145493X
  • ISBN-13 ‏: ‎ 978-0241454930
  • Boyutlar ‏: ‎ 15.6 x 4 x 23.6 cm
  • Satın Alma Bağlantısı: Amazon

Dünya’da canlıların uğraşması gereken, her zaman birçok sorun bulunur ve her bir sorunu çözmenin de birden fazla yolu vardır. Atmosferin altındaki canlılar arasında, problem çözme yeteneği ve bu çözümleri gerçekleştirmek için sahip olduğu araçların çeşitliliği açısından insan, ayrıcalıklı bir konumdadır. Ancak insan bu ayrıcalığına rağmen, zaman zaman problemleri çözmek yerine uzaklaşmak isteyebiliyor. Haksız ve aceleci bir çıkarımda bulunmadan önce söylememiz gerekiyor; uzaklığın bir çözüm olabileceği durumlarla da karşılaşabileceğimizi, Dünya’da makul düşünebilen her insan kabul eder. Fakat, “uzak” çoğu zaman belirsizliğin üzerine inşa edilmiş bir mittir ve “uzak”lığa şüphesizce güvenmek, geleceğin gerçek rengini şu andan görebildiğimize inandığımız iyimser bir hayal gücüyle birleşir.

Belki de insanın karşılaştığı sorunu ardında bırakmak istemesi çok eski atalarından miras kalmış olabilir, bilemiyorum. Şimdi uzaklara duyulan güven dürtüsü bizi Mars’a davet ediyor. Dünya’daki tüm sorunları geride bırakabilir, kendi Atlantis’imizi kurabiliriz. Peki ama, gelecek bugüne yansıdığında, bu mesafeden göze çarpmayanlar nelerdir? Atlantis, gerçekten hayallerimizi süslediği kadar güzel mi?

İnsanın Dünya’daki mevcut sorunlarına çözüm olarak yeni yerleşim yeri umudunun olması, belki bir parça, anlaşılabilir bir şeydir çünkü, örneğin pandaların olmadığı bir Dünya’da, pandaların neslinin tükeniyor olmasına üzülemezdik. Burada bizi kendine bağlayan çok fazla şeye sahibiz. Uzaya yerleşmeliyiz. Uzaya yerleşim umudu, Dünya’nın sahip olamayacağı ölçüde masalsı, bulutların üzerine yerleştirilmiş bir ülke gibidir. Ancak, şimdi yakından bakacağımız bu kitapta da dikkat çekildiği üzere Dünya’yı arkasında bırakıp gitmek istemek MÖ 50000 yıllık insanlık tarihinde çok yenidir. Kitap incelemesine geçmeden önce, belirtmeliyim ki uzay yerleşiminin etik bir seçim olup olmadığını tartışmaya açmak istemiyorum. Ancak yine de şu noktayı belirtmeliyim: Uzaya gitmek yerine Dünya’da kalmanın hangi koşullarda bir erdem sayılabileceğine dair elimizde sıralı bir bağlam listesi bulunmuyor. Dünya’yı terk etmenin geride kalanlar için adil olup olmadığını sorabiliriz. Fakat bu da ayrı ve hayli uzun bir tartışma konusu olurdu. Şimdi inceleyeceğimiz kitap, doğrudan bu ahlaki ikilemlere odaklanmıyor, daha ziyade uzay yerleşimin hangi açılardan insanlığı zorlayabileceğinin bir çerçevesini çizmeye çalışıyor.

A City On Mars kitabı günümüzde hem tekno-milyarderlerin hem de uzun zamandır bilim kurgu sevenlerinin heyecanlandıran bir konuyu, Mars’a yerleşme hayalini ele alıyor. Kitap, prestijli bir ödül olan Royal Society tarafından 2024’ün kitabı seçildi. Bu ödülü hak ettiğini, kitabın henüz ilk sayfalarından itibaren okuyucusunun üzerinde bıraktığı etkiyle ispatlıyor. İlgi çekici ve zor bir konu, ayaklarımız akademik bir zemine basıyorken esprilerle ve karikatürlerle zenginleştirerek sunuluyor. A City On Mars, hem bilim severlerin hem de teknolojiye ilgi duyan akademisyenlerin ilgisini çekebilecek nitelikte görünüyor.

Yazarlar, kitabın bakış açısının Amerika merkezli olduğunu ve bunun yazarların her ikisinin de Amerikalı olduğu düşünüldüğünde kaçınılmaz olduğunu belirtiyor. Bu tutumlarına ek olarak şunu da ekliyorlar, kulağa her ne kadar kötü gelse de uzay hakkında konuşmada, Amerika merkezlilik bir miktar haklı olabilir, çünkü uzayda ezici bir otoritesi vardır ve onların ifadeleriyle: “Hayvanlarla dolu bir odada goril en bilgesi olmayabilir, ancak muhtemelen aklında ne olduğunu bilmek istersiniz.” (s.39)

Belki birazdan ele alacağımız problemler karşısında ikincil önceliğimiz olabilir ama Dünya ötesi topluluklar için, isimlendirme sorunu da vardır. Yazarlar bu konuda pek çok alternatifi daha kitabın girişinde kıyaslar. Kendileri “yerleşme (settlement)” kelimesini tercih eder. Diğer seçenekler arasında ise “uzay karakolları”, “uzay şehirleri” , “uzay köyleri” , “Dünya ötesi topluluklar” vardır. Burada, belki en tatlı bir tonda duyulan ise “spome”dur. Spome “space home”un kısaltması ve Isaac Asimov tarafından önerilmiş bir kavramdır. Spome, tarihsel arka plandan mahrum olsa da eğlenceli bir fonetikte duyulur. Türkçede buna en yakın tercüme gökev olurdu gibi görünüyor. İngilizceye kıyasla biraz daha mitsel bir tınısı bulunsa da uzay ile evi birleştirdiğimizde ortaya çıkan Uzev kelimesine alışılması ise zaman alabilir.

Kitap, uzay yerleşimi etrafında oluşturulan reklam spotlarının, gerçeği nasıl çarpıtan bir ışığa dönüştüğüne dikkat çekiyor. Uzaya yerleşmek söz konusu olduğunda fanteziler, abartılar ve yanlış anlaşılmalar çok fazladır. Fakat gerçek, abartı ile nerede buluşur? Yazarlara göre “Dünya’dan uzakta bir yerde kendi kendini idame ettiren toplumlar yaratmak amacıyla diğer dünyalara yerleşmek, yakın zamanda çok olası değil. Aynı zamanda savunucuların lanse ettiği faydaları da sağlamayacak.” (s.2) Onlara göre uzaya gitmek (vaat edilen faydayı sağlamamasına rağmen) eğer insanlık birkaç yüzyıl daha hayatta kalmayı başarırsa mümkün hale gelecektir. Ama çözülmesi gereken pek çok problem bulunmaktadır ve bunlar sadece bizim uzaya yerleşmemizi sağlayacak teknik sorunlar da değildir. Tıp, üreme, hukuk, ekoloji, ekonomi ve sosyolojiye dair problem yumağı bizi bekler. Yazarlar, bizi uzaya taşıyacak olan teknik sorunları önemli ve öncelikli olduğunu kabul etmenin, uzun vadede karşılaşacağımız problemleri görmezden gelmenin, sosyal bir felaket ve gezegenimiz için potansiyel bir tehlike olduğunu söylemektedir. (s.2-3) Günümüzde bu konuya odaklanan belgeseller ve kitaplar bu problemleri gündemlerine almazken dünyamızın kıyısındaki uzay hakkında spekülasyon da uzay gibi uzayıp gider. Bu belgeseller genellikle uzay yerleşimini meşrulaştırma işlevi görür. Yazarlara göre bu tutumun iki sebebi vardır. İlk sebep, uzak hakkındaki derin bilgisizliğimizdir. Onlara bu konuda katılmamak mümkün değil. Çoğu zaman, insani zaaflarımızla birleşen cehaletimiz kötü niyetli insanlar tarafından bereketli topraklar olarak görülmüştür. Bugün aramızda çok az kişi, gezegenleri sırası ile sayabilir. Uzay hakkındaki bilgi eksikliğimiz, tekno-milyarderler tarafından bize pazarlanan reklamların temellerini sorgulamamızın önünde engeldir. Uzay yerleşiminin kâr ve zararları hakkında yapacağımız araştırmalarda yöneleceğimiz kaynakların çoğu, uzay yerleşimini savunanlar tarafından finanse edilmiştir. Günümüzde uzay yerleşimi tekrar gündemdir ve eğer uzaya yerleşmek için yatırım yapmaya devam edeceksek, bu yanılgıları düzeltmeye başlamamız için ideal bir zaman gibi görünüyor.

Yazarlara göre, uzaya erişim ne kadar hızlı ve kolay olursa olsun, sormamız gereken sorular bulunmaktadır:

  • Havanın rasyonlandığı ve muhtemelen kurumsal kontrol altında olduğu bir toplumda demokrasi nasıl işliyor?
  • İnsanlar Dünya’nın normal yerçekiminde olmadıkça üreyemezlerse sosyoloji nasıl değişir?
  • Bazı uzay bölgeleri diğerlerinden daha iyiyse, bölge için düzenleme nasıl olmalıdır?
  • Uzay yasası nedir?
  • Uzaydaki nüfus artışına dair düzenlemeler nasıl olmalıdır veya olmalı mıdır?

Uzayın fiziksel koşulları çizilen bu peri masalı tasvirine kıyasla ürkütücü olabilir. Uzay turizmine yatırım yapan şirketler bu zorlu koşulları hafife alma eğilimindedir. Eğer gökyüzündeki evimize taşınacaksak, uzayın bize dokunmasının önüne geçmek için bir dizi önlem ve katı kurallarla korunan bir ekosisteme ihtiyacımız var. Bu ekosistemin maliyetleri ise muazzamdır. Yazarlar bu engellerin öncü kaşifleri uzay okyanusunu keşfetmekten vaz geçirmeyeceğini düşünmektedir. Çünkü, tarihimiz geçilemez görünen çitlerin ötesini keşfettiğimiz örneklerle doludur. Uçmak, zordu. Başardık. Bilgisayarlar zordu. Başardık. Fakat geçeceğimiz bu yeni çitin ardında bizi bekleyen gerçek zorlukları görmezden gelmememiz gerekiyor. Yerleşimciler için gıda, temiz su, hava ve ölmeme konusunda güvenecekleri son derece karmaşık bir ekolojik sisteme ihtiyacımız vardır. Bu ekosistem, uygun ve sürdürülebilir bir ekolojik dengeyle şekillenmelidir, risk sermayesinin güdümünde ilerlememelidir. İnsanın doğayla dansında ritmini, denge belirlemelidir. Şu an uzaya uygun ekosistem geliştirmenin açık bir kâra sahip olmaması, potansiyel çalışma alanlarının da finansal olarak desteklenmemesine neden oluyor. Dahası eğer, yatırım getirisi uzay yerleşimcilerinin güvenlikleri ve refahları için ana motivasyon ise Mars’a taşınan komşularımızın (veya bizlerin) güvenliklerini finansal beklentilere teslim etmek de pek ahlaki görünmüyor.

Bizi bekleyen bir diğer sorun ise hukuk alanından gelir. Şu an bir karikatürden fırlamış gibi görünse de uzay avukatları ve henüz geliştirilmeye hayli muhtaç olsa da uzay hukuku vardır. Uzay hukukunun temel prensibi, “Uzay, insanlığın ortak mirasıdır.” şeklindedir. Devletlerin ve özel fırlatma şirketlerinin eylem ve söylemlerini göz önüne aldığımızda bu temel prensibin bir dönüşüm geçirmesi de muhtemel görünmektedir.

Yazarlara göre, uzaya yerleşmek Dünya’daki yaşama yönelik iki türde varoluşsal risk vardır: i. Kolonileştirme yarışlarında, ülkeler arası nükleer çatışmayı tetiklenebilir. ii. Devasa yörüngesel uzay istasyonlarının ve diğer ağır nesnelerin Dünya’ya atılma riski vardır. Bu iki risk de en temelde uygun yasal düzenlemelerle (en azından prensipte) çözüme kavuşabilir.  Ancak Weinersmith’ler tekrar tekrar vurgular “Uzayda bir şeyler yapmak için ne kadar çok kapasitemiz olursa, kendi kendimizi yok etmek için o kadar fazla kapasiteye sahibiz.” (s.15) Onlara göre, uzaya yerleştikten sonra da insanları bekleyen iki risk bulunmaktadır: i. Kötü sonuçların olasılığını arttıran uzaydaki nüfus artışı. ii. Uzaydaki zorlu koşulların otokratik ve acımasız hükümetler üretme olasılığı.

Tüm bu karamsarlığın ortasında “genel bakış etkisi” dediğimiz astronotlarda ve filozoflarda görülen bütüncül kavrayışın ortaya çıkacağını varsaymamız da uygun görünebilirdi. Belki de ilk öncü kaşifler, Ege’nin adalarında felsefe yapan filozoflar gibi olacaktır. Yazarlar bu iyimserliğin (en azından şu an için) hak edilmemiş olduğunu düşünmektedir. Nitekim haklı da görünürler; internetin ve sosyal medyanın ortaya çıkışı da genel bakış etkisini destekleyebilirdi. Global bir köyde yaşayan Dünya insanları, pek çok farklı kültür ile etkileşim içerisindedir. Ancak bu etkileşim genel bakış etkisi yerine, lokal ve global linç kültürüne dayanak sağladı. Sosyal medya, insani kusurlar, nihilist, karamsar ve porselen egoların sunulduğu bir platforma dönüştü. Belki de, uzaya tek bir astronot yerine farklı kültürlerden pek çok insan ulaştığında linç kültürün yeni bir versiyonu ile karşılaşmamız da ihtimal dahilindedir. Uzay yerleşiminin insanlığı birleştireceği iddiası, biraz uzak bir ihtimal olarak görünüyor.

Yazarların amacı, okuyucuya uzaya yerleşmenin öncelikli bir ihtiyaç olmadığını kanıtlamaktır. Weinersmith’ler, bizi Mars’a taşınmak için ikna etmeye yönelik hâkim söylem tarafından ileri sürülen argümanları tek tek ele almaktadır.

Bu argümanlar şöyledir:

  1. Uzay, insanlığı kısa vadeli bir felaketten kurtararak ve yeni bir yuva sağlayacak.
  2. Uzay yerleşimi, sanayi ve nüfusu Dünya dışına taşıyarak Dünya çevresini koruyacak.
  3. Uzay kaynakları hepimizi zenginleştirecek.
  4. Uzay yerleşimi savaşları sona erdirecek ya da en azından hafifletecek.
  5. Uzay keşfi, insanın doğal bir dürtüsüdür.
  6. Uzay bizi birleştirecek.
  7. Uzay seyahatleri bizi bilge yapacak.
  8. Uzayda uluslar oluşturmak, standartlaşmış, bürokratik ve genel olarak zayıflamış Dünya kültürümüzü canlandıracak.

Yazarlara göre (1) numaralı argüman makul değildir. Dünya’daki herhangi bir felaket, uzayın korkunçluğu karşısında bizi uzaya yerleşmeye ikna edemez. “Dünya’da hayatta kalmak için ateş ve sivri çubuk gerekir. Uzayda hayatta kalmak, Dünya’da zar zor üretebileceğimiz her türlü yüksek teknolojili aleti gerektirecektir.” (s.22) (2) numaralı argüman ise teknik pek çok detayı görmezden gelmektedir. (3) numaralı argüman, bugün pek de parlak görünmeyen Dünya ekonomisi karşısında, olası evrensel zenginliğin olanaklarını düşünmeye bizi motive edebilir. Yazarlar bu tutumu anlayışla karşılasalar da alüminyumu örnek göstermektedirler. Alüminyum, 1825’te keşfedildiğinde o kadar değerlidir ki sadece zenginler erişebilir. Ancak zamanla herkes erişebilir olduğunda lazanyayı kaplama yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bugün mutfağında alüminyum olanları biz milyoner olarak görmüyoruz. Uzaydaki değerli madenlere erişimin (eğer teknik diğer sorunlar çözülebilse dahi) hepimizi zengin yapamayacak gibi görünmektedir. (4) numaralı argüman ise pek çok farklı senaryoda ele alınabilir. Yazarlar, bu senaryoların en saçma versiyonu olarak ise, uzayda yerleşecek çok fazla bölge olmasının, savaşları sonlandıracağına inanmak olduğunu belirtirler. Çünkü onlara göre “Uluslar toprak için savaşmazlar, belirli topraklar için savaşırlar. Antarktika’nın eşit derecede geniş alanlarını taraflara vererek Kudüs, Keşmir veya Kırım konusundaki anlaşmazlıkları çözemezsiniz.” (s.27) (5) nolu argüman ise şiirsel bir tonla ünlü kaşiflere gönderimde bulunur. Onlar, bu dokunaklı tonu da reddeder ve bizi gerçekçi olmaya davet ederek şöyle söyler: “Çoğumuz aslında ünlü kaşifler değiliz. Çoğumuz, Everest Dağı’nı veya Amazon havzasını değil de hamur işleri olan ve klimalı yerlerde tatil yapmayı tercih ediyoruz. Bazı insanların bu şeylerle ilgilenmesi harika, ancak evrensel insan doğasını temsil ettiklerini iddia etmek zor.” (s.28-29) (6) nolu argümana karşılık ise, Amerikalı ve Rus astronotlar arasında yaşanan gerilimi örnek gösterir. Uzay bizi birleştirmiyor görünmektedir. Dahası uzay işbirliği ile bir miktar dostluk duygusu elde edebiliyor olsak bile, bu hedefe ulaşmanın henüz Dünya’dayken daha ucuz ve kolay yolları da bulunur. (7) nolu argüman, kozmik perspektifin bize kazandırdığı içgörülerin Dünya’da kazandığımız içgörülerden daha derin ve anlamlı olduğunu varsayar. Ama yazarlar, bunun da iyimser bir tahmin olduğunu ve uzaydan edinilen bilginin kendi kısıtları ile birlikte var olduğunu ileri sürmektedirler. Son argüman (8) ise, uzaya yerleşen insanlarda sosyal bir şahlanış, diriliş öngörür. Ancak yazarlar bu türde bir yeniliğin anarşi doğurması muhtemel zorluklarla yüzleşildiğinde gelmeyeceğini düşünür.

Yazarlar bu argümanlara karşılık yine de sorar: “Peki ama uzaya yerleşmenin hiç mi iyi bir tarafı yok?” Burada da bizi bekleyen  başka argümanlar vardır:

  • (a) Uzay, hayatta kalış katedrali olabilir.
  • (b) Jakuzi argümanı: Sadece iyi hissettirdiği için satın aldığınız bir fikir olabilir.
  • (c) Uzayın görünürde her şeye çare olduğu için, sorunlar sadece bir sinek gibi olabilir.

Bu argümanlar hakkında yazarlar şüpheci yaklaşır, özellikle (b) ve (c) onlara güçlü görünse de ikna edici değildir ve kendi problemleri ile birlikte gelirler.

Tüm bu argümanların ardında aslında bu görevde başarılması gereken ilk ve en önemli şey, hayatta kalmaktır. Böylesi bir görevde kendimizi astronotlar ile kıyaslamak adaletsiz bir karşılaştırma olur çünkü astronotlar pek çok şekilde sıradan insanlardan çok daha iyidir. Ama eğer uzaya yerleşmek istiyorsak, uzay tıbbının da yardımıyla ölmeye direnmemiz gerekir, çünkü etrafımız bizi öldürmek isteyen pek çok sebeple çevrilidir.

Dünya’da havanın uyguladığı basınç, cildimizin her santimetre karesinde yaklaşık 1 litre su ağırlığına tekabül eder. Dünya’daki basınca adapte olduğumuz için bunu hissetmeyiz. Ancak bir insan uzaya çıktığında, bedeni aniden açılan bir Pepsi kutusu gibi tepki verir. Köpük ve kola tadı yerine, damarları tıkayan ve normal kan, oksijen ve besin akışını engelleyen azot kabarcıkları ortaya çıkar ve değişen basınca uyum sağlamaya çalışır. Dünya’nın dalgıç hikayeleri, uzayın astronot haberleri basınç değişikliğinin neden olduğu trajik hikayelerde ortak bir zemini paylaşır. Dekompresyon hastalığı, vücut basıncındaki ani değişiklikler sonucunda ortaya çıkan, genellikle dalgıçlar, pilotlar ve uzay yolculuğu yapan kişilerde görülen bir hastalıktır. Basınçlı kıyafetler giyerek, istenmeyen kazalar engellenmeye çalışılır. Normal atmosferde, azot gazı kanımızda çözünmüş durumdadır. Basınç ani şekilde düşerse (örneğin, bir uzay giysisine geçildiğinde), azot kabarcıklar oluşturarak dekompresyon hastalığına neden olabilir. Astronotlar, uzay yürüyüşlerinden önce saf oksijen soluyarak vücutlarından azot gazını atar. Bu işlem, kanlarında ve dokularında gaz kabarcığı oluşmasını önler. Filmlerde astronotun basıncının dengelenmesi, kıyafetinin giyilmesiyle (basıncı dengelemek için yeterliymiş gibi) basitleştirilmiş halde sunulur ama gerçekte durum böyle değildir. Önceden oksijen soluma işlemi olmadan bu türde bir durum, astronotun hareket kabiliyetini yok edebilir. Bununla beraber saf oksijen tehlikelidir. 1967’de Apollo 1 uçuşuna hazırlık sırasında mürettebatın kapsülünde bir kıvılcım çıkmıştır ve saf oksijen ortamında yoğun yangına neden olmuştur. Uzayda hayatta kalmak, zorlu bir meydan okumayı gerektirmektedir. Uzay mühendisliği, yerleşim esnasında inşa edilecek sistemlerde ölüm ile sürekli rekabet halindedir. Üstelik her ölümün sosyal ve politik sonuçları olacaktır.

Uzayın boşluğuyla başa çıkmayı başardığımızda diğer bir sorun da radyasyondur. Radyasyon hızlı bir şekilde öldürebilir ancak uzaydaki daha büyük endişe, tıbbi sorunlar, özellikle de kanser riskinde yavaş ama ciddi bir artış olmasıdır. Dünya dışı yerleşim yerlerinin tasarımında radyasyonun engellenmesine yönelik önlemler, belirleyici olacaktır. Basınçta olduğu gibi radyasyonda da insan biyolojisi, Dünya’nın radyasyonuna uyum sağlamıştır ve belirli bir aralıkta zarar görmüş hücreleri onarmada veya yok etmede oldukça iyidir. Ancak uzayda, durum biraz daha farklıdır. Güneş zamanının çoğunu her yöne iyon patlatarak geçiriyorken, bizi koruyan Dünya’nın manyetosferi ve atmosferi yoktur. Dahası, bu “galaktik kozmik radyasyona” maruz kalmak, uzaydaki yaşamın sürekli bir parçasıdır. Dolayısıyla uzay yerleşim planları, yeraltında yaşamaya yöneliktir çünkü radyasyon, yerleşimcileri koruması beklenen teknolojik ekipmanlara da zarar verebilir. Mevcut radyasyon bilgimiz, radyoaktif maddelerle çalışan insanlardan ve Çernobil’deki felaket gibi korkunç bir şeyin olduğu veya Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom silahları attığı zamanlardan gelmektedir. Ama bu veriler uzay radyasyonunu değerlendirmek için eksik ve kusurludur. Peki uzaya giden astronotlar bu konuda bize veri sağlamıyorlar mı? Yazarlar bu konuda şüpheci yaklaşırlar. Çünkü astronotlar, kendi türümüzün seçkin biyolojik, fizyolojik ve psikolojik örneğidir. Uzaya gönderilmeden önce tahminleri zorlayacak düzeyde testlere ve eğitime tabi tutularak elenirler. Bugün uzaya gönderdiğimiz astronotlar arasında kanser oranı düşük olabilir ama belki de bunun nedeni astronotların çoğumuzdan çok daha iyi, çok daha sağlıklı olmalarıdır. Tam bu aşamada, yazarlar bir başka seçeneği daha gündeme getirir: Belki de uzay radyasyonu insan kanserine neden olmuyordur. Hala bilmediğimiz çok şey var.

Bir diğer tehdit de mikro yerçekimidir. Astronotlar, yörüngede yerçekiminin etkisi altında sürekli olarak Dünya’ya doğru “düşerler.” Ancak dairesel yörüngeleri, bu yerçekiminden bağımsız bir yüzerlik hissi yaratır. İlk başlarda bu durum roller-coaster benzeri bir “düşme hissi” ile kusmaya neden olabilir, ancak birkaç gün içinde adapte olunur. Mikro yerçekimi, yörüngedeki deneyimin keyifli bir yönü gibi görünse de insan vücudu için uzun vadede ciddi fizyolojik sorunlar doğurur. Kemikler ve kaslar, “kullan ya da kaybet” prensibine bağlıdır. Mikro yerçekimiyle hareket azalması, kas ve kemik kaybına neden olur. Astronotlar, omurgada ayda %1 kütle kaybı yaşar ve sıfır yerçekiminde omurga uzar. Bu da sırt ağrılarına neden olur. Kas kaybı özellikle baldır kaslarında %13’e varabilir ki bu astronotların yaptığı düzenli egzersizlere rağmen gerçekleşir. (Astronotlar, haftada 6 gün boyunca 2,5 saat egzersiz yapar. Ayrıca, D vitamini ve osteoporoz ilaçları kullanılır.) Dahası, kemiklerden salınan kalsiyum, kabızlık ve böbrek taşlarına da neden olur. Yerçekimsiz ortamda vücudumuzdaki sıvı dağılımı bozulur ve dolaşım sistemi sıvıların yeniden dağılımını sağlamada zorlanır. Görme bozuklukları da sıvı kaybının sonuçlarından birisi olarak bizi bekler. Uzayda uzun süreli yaşam, insanın Dünya hayatına adapte olmuş fizyolojisine ciddi zorluklar yaşatır. Tüm bu aşılması gereken problemler detaylandırılmış ve olası senaryoların üzerinden defalarca geçilmiş, güçlü tıbbi stratejilere ihtiyacımız olduğunu bize tekrar tekrar hatırlatır.

Diğer aşılması gereken konu ise üremedir. Biyolojinin bizi hayatta tutmaya yetmediği bir mekânda bebek sahibi olmak kadınlar için potansiyel riskleri iki kat daha tehlikeli kılar. Annenin kemikleri mikro yerçekiminin de etkisiyle zayıflar ve zayıf pelvis kemiğinin doğumda ne kadar güvenli olabileceği ise meçhuldür. Henüz bildiğimiz kadarıyla, kimse mikro yerçekimi hamileliği geçirmemiştir. Belki yapay yerçekimi üretmemiz gerekecektir. Yapay yerçekimi üretmede bir alternatif, annelerin hamilelik süresince bir santrifüj yolculuğu olabilir. Fakat yenidoğan da annenin maruz kaldığı bu faktörlerden kaçamaz. Gebelikten ergenliğe kadar her aşamada çocukların ihtiyaç duyacağı kemik gelişim takviyeleri olabilir. Büyüme atakları ile takviyelerin senkronizasyonunun nasıl olabileceğini önceden kestirmek ise hayli zordur. Bir diğer husus da hormonlardır. Mars özelinde konuşursak, Mars toprağının tiroit hormonlarına karışan perkloratlar açısından zengin olduğunu belirtmekte fayda var. Bu gelişim sürecinde insan biyolojisini nasıl etkileyebileceğini kestirmek zor görünüyor. Sistematik bir gelişim sürecini takip etmek de hayli maliyetli olurdu. Yazarlara göre, henüz elimizde yeterince veri olmamasına rağmen, söyleyebileceğimiz şey uzayda çocuk sahibi olmanın, insan türü için pek de mümkün olmadığıdır. Uzayda bebek sahibi olup olamayacağımıza dair yapılacak deneyler etik birtakım engellere takılır; yetişkinler onam formunu imzalayabilir, ancak bebekler imzalayamaz. Peki uzayın kendisi, evrimsel adaptasyonu sağlayamaz mı? Yazarlar, bu görüşü savunan sesleri dikkate değer bulsalar da insan türünün bu dar boğazdan geçişinin ağır maliyetlerle gelmesi kaçınılmazdır. Bir başka olasılık da engelli doğan bebeklerin, uzay kolonisindeki maliyetleri nedeniyle yaşam haklarını elinden alınması ve öjeninin sistemli hale gelmesi olabilir.

Peki uzay psikolojisi neye benziyor olabilir? Uzay psikolojisini anlamak için astronotlara daha yakından bakmamız gerektiğini düşünebiliriz ve hatta hayallerindeki işleri yapan seçkin süper insanlar olan astronotların neden psikolojik sorunları olabileceğini sorabiliriz. Uzayda astronotlar için zorlu koşullar söz konusudur. Astronotların konaklama yerleri tabut büyüklüğündedir, yemekleri vasattır, uyumak zordur ve bu dar alan daima kalabalıktır. Uzay izole bir ortamdır. Üstelik astronotlar, görevlerine duydukları coşkulu hayranlık nedeniyle psikologlarına sıklıkla yalan söyleme ve kendilerini filtreleme eğilimindedir. Astronotların raporları, bu anlamda güvenilmezdir.

Astronotlar dışında, eğer bir gün yerleşim gerçekleşirse Mars manzarasının insan psikolojisi üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceğini öngörmek için birçok gerekçemiz var. Öncelikle klostrofobi tetiklediği zihinsel kırılmalar, devamında şiddet eğilimi veya depresyon beklenmektedir. Klostrofobi ve izolasyondan korunmamızı sağlayabilecek iletişimin de kısıtlıdır çünkü Dünya’daki sevdiklerimizle iletişim kurma şansımız, mevcut teknolojimizle sınırlıdır. Ay ile iletişim için görece yakındır ama Mars ile değil.

Eğer ilk yerleşimcilerin sayısının bir milyona ulaşmasını istiyorsak, onları astronotların geçtiği zorlu prosedürlerden geçirmek isteyebiliriz ama bu pek mümkün görünmüyor. Üstelik, psikolojik rahatsızlıkların önceden tahmin edilememesi de önemli bir sorun teşkil ediyor. Çeşitli psikiyatrik bozukluklar, genellikle ergenliğin sonlarında ve yirmili yaşların başında ortaya çıkma eğilimindedir. Bu nedenle, Mars’a yapılacak yerleşim girişiminde kapsamlı psikolojik destek mekanizmalarının oluşturulması büyük önem taşıyor.

Bugün uzay hakkında pek çok mit dolaşır. Kullanılan bilimsel fotoğraflar dahi güvenilmez olabilir. Bize Dünya’daki çölleri hatırlatan sakin tepeler zehirli kimyasallarla doludur. “Yerleşim için en uygun yer neresidir?” sorusunun “Hayatta kalınabilecek yer neresidir?” sorusuna dönüşmesi gerekir. Yazarlar burada sadece iki seçeneğimiz olduğunu ifade eder: “Abartılı derecede daha gelişmiş bir teknoloji seviyesine ulaşıncaya kadar, yerleşmeyi umabileceğimiz sadece iki dünya var – Ay ve Mars.” (s.119) Bu yerleşim planının kolay olduğu anlamına gelmez. Zor bir projedir ancak diğerlerine kıyasla daha az zordur.

Ay ve Mars’a yakından bakalım. Ay’ın yüzeyi, canlıların yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan karbon, azot ve fosfor gibi temel elementlerden yoksundur. Bu nedenle, Ay’ın çevresel koşulları, Dünya’daki karbon temelli yaşam formları için uygun değildir. Ay’ın kurak yapısı ve bu elementlerin eksikliği, yaşam destekleyici bir ortam oluşturulmasını önemli ölçüde zorlaştırır. Ay, Güneş rüzgarları ve kozmik radyasyonu engelleyecek manyetosferden yoksundur. Nefes almak için kullanışlı atmosfer battaniyemiz de yoktur. Bu durum, Ay’ı meteorlara karşı savunmasız hale getirir. Ay’ın yüzeyi, bu meteor yağmurları ile şekillenmiş ve bir kaya battaniyesi anlamına gelen regolit tabakasıyla kaplanmıştır. Uzun süre solunan regolit, silikoz (taş öğütücü hastalığı olarak da bilinir) gibi bir rahatsızlıkla sonuçlanabilir. Ay yerleşimi söz konusu olduğunda regolit, hafife alınmaması gereken, gerçek bir probemlemdir. Bunun yanında Ay’ın yüzeyi elektrik yüklüdür ve bu makineleri kötü etkiler. Eğer güneş enerjisi ile çalışan makineler planlıyorsak elektrik yüklü yüzey tek problem değildir. Ay’ geceleri iki hafta sürer: İki hafta gündüz, iki hafta gece. Bu döngü, sıcaklık dalgalanmalarına neden olur. Tüm bu olumsuzluklar sadece makineler için değil, insanlar için de kötü haberdir. Ay kolay bir kaçış rotası gibi görünebilir ama yerleşim hikayesi oldukça kasvetlidir. Şu hâlde, Ay’ı sadece bir tesis olarak kullanmak makul görünebilir. Ay bizi başka bir yere seyahatte, lojistik zorluklarda rahatlatabilir.

Diğer bir seçenek ise Mars’tır. Bazı araştırmacılar, gelecekte Mars’ın terraforme edilerek yaşanabilir hâle getirilebileceğini öne sürmektedir. Mars, uzay yerleşimi için oldukça zorlu koşullara sahiptir. Yazarlar Mars’ın mevcut durumunu, Dünya’nın iklim krizi ile dönüşebileceği en kötü senaryo ile kıyaslamaktadır. Fakat en kötü senaryoda bile, Dünya’nın hâlâ nefes alınabilen bir atmosferi ve radyasyona karşı manyetosferi vardır. Mars’ta uzay yerleşimcilerini baştan çıkaran şey mevcut durumu değil, potansiyelidir. Mars’ın yüzeyi de regolitlerle kaplıdır ve buna ek olarak Mars yüzeyi zehirlidir. Dünya’da eser miktarda bulunan perkloratlar, Mars yüzey toprağının %0,5 ila %1,0’ını oluşturur. Perkloratlar, yüksek dozlarda, vücudunuzun belirli hormonları üretmek için ihtiyaç duyduğu iyot iyonlarıyla rekabet ederek tiroit sorunlarına neden olmaktadır ki bu gelişmekte olan fetüsler ve çocuklar için iyi değildir. Yazarlar buradaki ironiyi şöyle dile getirirler: “İnsanlar uzaydan bahsettiklerinde, Dünya’da asla kabul etmeyecekleri koşullara karşı genellikle garip bir şekilde cömerttirler.” (s.138)

Aynı zamanda Mars tozu, Ay regolitine kıyasla daha aktiftir. Mars ince bir atmosfere sahiptir ve tüm bunlara ek olarak, Mars yerleşimi, olası bir yardım çağrısına 6 ayda yanıt verebilir. Bir şeylerin ters gitmesi durumunda eve dönüş yolu son derece zordur. Ay’da bir şeyler ters giderse, Dünya’dan bir gemi veya bir kaçış kapsülü tarafından kurtarılabilme ihtimali vardır ancak Mars’ta bir şeyler ters giderse, muhtemelen kendi başımıza kalırız. Bu karamsar tablonun olumlu taraflarına bakmaya çalışalım, Mars’ın buzulları büyük miktarda su barındırır. Hatta atmosferinde bile az da olsa vardır. Atmosferi yüzde 95 karbondioksittir, ancak bu sadece insanlar için zehirlidir. Bitkiler ise CO2 sever. İklimi de uzay standartlarına göre iyidir. Peki Mars’ı niçin tercih etmeliyiz? Burada sadece en temelde iki gerekçe sunulabilir: Hayatta kalmak için alternatiflerimizin arasında yer alıyor olabilir ve Güneş sistemi ne kadar büyük olursa olsun, ihtiyaç duyduğumuz ve yerleşim olasılığı olan araziler nadirdir.

Bu seçeneklerin dışında üçüncü bir yol daha vardır: Fütürist filmlerde uzay mimarisinin görkemli bir sunumu olan uzay istasyonları. Uzayın benekli karanlığı içinde süzülen, geniş yapay kırsal alanlarda insanların neşeyle futbol oynadıkları, mutlu aile yaşamlarını sürdürebildiği yerleşim yerleri. Yazarlar, bu türde bir yerleşimin teknik ve lojistik açıdan gerçekleştirilebilir olmadığını savunmaktadır. Öncelikle bu türde bir yerleşim, Dünya’dan getirilen parçalardan inşa edilecektir ki bu tonlarca malzeme demektir. Fırlatma maliyetlerini düşündüğümüzde, bu altından kalkılması güç bir bütçeye tekabül eder. Sürdürülebilir olması çok zordur. Üstelik hala çetin dış koşullar varlığını sürdürür. Peki o zaman niçin bu kadar zahmete katlanalım? Yazarlar, bu soruyu tekrar tekrar sorar. Uzaydaki herhangi bir yerden önemli ölçüde daha davetkar olan Antarktika, Avrupa’dan yüzde 40 daha büyüktür ve en yoğun dönemde dahi on binin altında nüfusa sahiptir. Gitmek isteyen insanları bağrına basacaktır. Eğer amaç artan nüfus yoğunluğunu dengelemek ise, Dünya’da da bu yoğunluğu dengeleyecek araziler mevcuttur. Dünya’nın nüfusu artıyor gibi görünse de doğurganlık oranları düşmektedir. “Niçin uzaya gidiyoruz?” sorusunun bir diğer yanıtı olarak zaman zaman şöyle söylenmektedir: “Uzay istasyonlarının sadece yeni araziler açmaz, yeni biyosfer yapar, aşırı yüklü gezegenimizi insanlardan ve insan yapımı kirleticilerden kurtarır.” Bu ilk işitildiğinde, kulağa tatlı bir tonda gelir. Yazarlar bu argümanı, prensipte mümkün kabul eder ancak uzay yerleşimi ile Dünya’yı iklim değişikliğinin neden olduğu çevre felaketlerinden kurtarma birbirine zamansal anlamda senkronize ilerleyen süreçler değildir.

Peki bunlar kötü seçeneklerdi şimdi daha kötü seçeneklere bakalım. Yerleşime aday, asteroitler Mars’tan daha uzaktır. Bu, güneş enerjisinin sınırlı olduğu anlamına gelir. Asteroitlerin düşük kütle çekimi, stabil bir iniş yüzeyi sağlamadığı için bu gök cisimleri üzerine yerleşim kurmak ciddi teknik zorluklar barındırmaktadır. Venüs, bir seçenek olarak aklımıza gelebilir. Ama Venüs’ün günlük ortalama sıcaklığı 450°C’nin üzerindedir. Gitmemiz durumunda, bu muazzam sıcaklığı dert etmek anlamsızdır çünkü Dünya’nın doksan katından daha fazla bir atmosferik basınç zaten bizi ezmiş olacaktır. O halde Merkür? Merkür de bir yerleşim adayı olarak değerlendirilebilirdi fakat Güneş’e yakın olması nedeniyle, -180°C’den 425°C’nin arasında sıcaklık dalgalanmalarına sahiptir. Uzay, insan yerleşimi için son derece zorlu koşullar barındırmaktadır. Ancak yazarlar, bu zorluklara rağmen uzay yerleşiminin tamamen imkânsız olmadığını,  ciddi teknik ve lojistik engeller içerdiğini vurgulamaktadır.

Tüm bu zorlayıcı koşulların ortasında, uzayda insan teraryumu nasıl kurulur? Ekosistem tasarımında, Dünya biyosferinin tüm işlevleri minyatür bir şekilde tekrar kurulmalıdır. Uzay ortamında atık yönetimi ciddi bir problemdir. Besin üretimi ve tüketimi de temel bir sorundur. Muhtemelen uzayda yiyecekler kısıtlamaya tabi olacaktır. Yiyecekler, uzun bir raf ömrüne sahip olmalı ve Dünya’daki lezzet, doku ve tatlarını korumalıdır. Uzay yerleşimleri neredeyse kesinlikle daha fazla Dünya benzeri mutfağa sahip olacak, ancak tam olarak aynı olmayacaklar. Uzay yerleşimlerinde atmosferin geri dönüştürülmesi, kapalı çevrim sistemleri kullanılarak yeniden işlenmesi gerekecektir. Pişirme prosedürlerinin değişmesi gerekecektir. Taze sebze ve meyvelerin Mars’ta yetiştirilmesi de aşılması gereken küçük problemlerden birisidir ve bitkileri canlı tutmak kolay değildir. Simulant toprak ve yapay bir ışıklandırmaya ihtiyacımız olabilir. Mikro yerçekiminin ve uzay radyasyonunun bitkileri nasıl etkileyeceğine dair henüz yeterli çalışma yoktur. Bu kapalı döngüde, en ince detayına kadar hesaplanması gereken hususlardan birisi de geri dönüşümdür; nefesiniz, vücudunuzun yaydığı nem, pul pul dökülen cilt hücreleri hepsi hesaplanmalıdır. Kapalı döngü ekolojileri, çok karmaşık sistemlerdir ve insan topluluklarının bu sistemlere nasıl adapte olacağı konusunda yeterli araştırma bulunmamaktadır. Tüm bu ekolojiyi ayakta tutacak yenilenebilir enerji kaynaklarında da köklü yenilikler gerekmektedir çünkü Dünya’daki enerji sistemleri uzayda çalışmayacaktır: Hidroelektrik akan su gerektirir. Rüzgâr enerjisi rüzgâr gerektirir. Ama uzayda bunlar kullanılabilir değildir. İnsan teraryumu için iki seçenek vardır: Güneş enerjisi ve nükleer enerji. Güneş’in zaman zaman toz fırtınaları nedeniyle, görünmez olabileceği dikkate alındığında tüm olumsuz itibarına rağmen nükleer enerji gündeme gelir. Aynı zamanda güneş enerjisi tüm ihtiyaçları karşılamakta da yetersiz olabilir. Eğer Mars’taki enerji tüketimi Dünya’daki gelişmiş ülkelerin kişi başına düşen ortalamasına benzerse, 1 milyon kişilik bir Mars kolonisi yaklaşık 130 kilometrekare güneş paneli gerektirecektir. Nükleer enerji, gerekli olabilir ama uzaya devasa plütonyum parçaları fırlatma fikri de rahatsız edici olabilir. Belki içimizi rahatlaması gereken bilgi şudur ki daha önce de farklı alanlarda kullanılmıştır. Örneğin 1977’de fırlatılan Voyager 1 ve Voyager 2 probları, radyoizotop termoelektrik jeneratörleri sayesinde güneş sistemini terk etti ve verileri eve iletmeye devam etti. Tüm bunların haricinde belki de uzayda yeni bir teknoloji türünde de enerji kaynağı seçeneği olabilir.

Her halükârda uzay yasalarının gerekli olduğu aşikardır. Uzayda insan davranışının ne şekilde değişebileceğini öngörmek belki zor görünebilir ama şurası açık ki herhangi bir yerde yerleşim çatışma yaratır ve uzayın finansal değere sahip olup olmamasından bağımsız olarak bir gerilimin yaşanması muhtemeldir. Yazarlara göre “Uzay, insanların insan olacağı bir yer daha” dır ve orada yüksek ahlaki olgunluğun varlığa bürünmesini beklemek boşuna bir beklenti olur. Uzay anlaşmazlıkları, sadece uzayda kalmaz, Dünya’da da çatışmaya sebebiyet verir. 

Dış Uzay Antlaşması, uzay için bir yönetim belgesine en yakın şeydir fakat bu antlaşma, ulusların toprak talep etme yeteneklerini sınırlamasına rağmen, fiili arazi ele geçirmelerinin kenarına kadar giden her türlü davranışa izin verecek şekilde yorumlanabilir. Uluslararası hukuk zaman zaman anarşik olarak isimlendirilir, çünkü uluslararası hukuku denetleyen daha yüksek bir otorite yoktur. Buna en yakın kurum Birleşmiş Milletler gibi görünebilir ancak onun da çok fazla uygulama yetkisi yoktur ve kendisine rıza gösteren devletleri bağlayan yasama organı gibi çalışır. Uzaya yerleşim söz konusu olduğunda uluslararası hukukun yaratılması gerekir. “Astronot nedir?” “Uzay nerede başlıyor?” gibi sorular öncelikle yanıtlanmalıdır. 1967 tarihli Dış Uzay Antlaşması (Outer Space Treaty, OST) “tüm ülkelerin yararına ve çıkarları doğrultusunda yürütüleceğini” söyleyen bir maddeye sahiptir. Yazarlar ülkeler arası işbirliğini teşvik etmenin mümkün olduğuna inanmaz. Nitekim haklı da görünürler. Dünya ülkeleri, çıkarlarını koruyan eylemlerini gerekçelendirme konusunda ne ölçüde yaratıcı olabileceklerini kanıtlamıştır.

Uzay yerleşimleri biyolojik olarak mümkün mü? Teknik olarak mümkün mü? Yasal olarak uygulanabilir mi? şeklindeki fizibilete sorularını cevapladığımızı varsaydığımızda, “Uzay uluslarının yerleşiminde nüfus düzeyinde bizi neler bekler?” “Uzay şirketlerini ve uzay ekonomisini nasıl kurmalıyız ve bunun olası riskleri neler olurdu?” Soruları gündeme gelir. Uzay yasası, uzay yerleşimindeki iş hukuku nihayetinde bir Dünya devletinden gelecektir. Tüm bu problemler çözüldüğünde nüfusun kapalı bir toplum olması ve popülasyon çeşitliliğinin olmaması da bir problem olacaktır.

Jeff Bezos’un roket şirketi Blue Origin, insanları düzenli olarak yüz kilometre yüksekliğinde bir gezintiye çıkarıyor ve SpaceX Ay’ın etrafına turist göndermek için bir sözleşme imzaladı. Bir zamanlar rakip devletlerin güç rekabetlerini gösteriler halinde sundukları Ay’da şimdi iştahlı şirketler yarışıyor. Bu coşkulu yarışa rağmen, kitabı okuduktan sonra uzaydan kazanç beklentisine dair benim de daha şüpheci yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Yine de bugünün içinden, hangi kutupta yer alırsak alalım, tahminlerin zaman içerisinde nasıl değiştiğini görmek için zamana ihtiyacımız var gibi görünüyor.

İnsanlar bir gün Mars’a yerleşecek. Yazarlar bu konuda haklı görünür. Şu an siz bu yazıyı okuyorken Mars ve genel olarak uzay yerleşimi üzerine sorular daha fazla önem kazanmaya devam ediyor. Dünya’daki yaşamın da geleceği değişiyor. Mevcut literatürde uzay metafizik ve ontoloji bağlamında ele alınır. Dünya’nın mevcut sorunları ile uzay arasında bir mesafe vardır. Fakat öyle görünüyor ki yapay zekâda yaşanan fırtınalı tartışmaların ardından Mars yerleşimine yönelik somut adımların atılması, “uzay felsefesi” adında yeni ve eklektik bir disiplinin doğmasına zemin hazırlayabilir. Astrobiyoloji, kimya, astronomi, astroetik, uzay hukuku, uzay antropolojisi ve uzay psikolojisi gibi alanlar da uzay felsefesinin merkezine yerleşebilir. Kendi medeniyetimizi hatırlamak adına bir uzay tarihi söz konusu olabilir. Dünya dışı zekâ arayışlarının ve iletişim kurma çabasının sosyal bilimler ile birleştirilmesi, daha sistemli hale gelebilir. Bununla beraber henüz insanın, Dünya’dan uzaklaştıkça ne tür yeni varoluşsal, etik ve epistemolojik sorularla yüzleşeceğini kestirmek zor. Sadece biliyoruz ki, yaşamın kozmik bağlamına dair derin felsefi zorluklar bizi bekliyor. Uzayın aşırılıklarına maruz kalmak, bizi nasıl dönüştürecek bunu hep birlikte göreceğiz.

Mars’a yerleşmek, bizim için yeni Everest’tir. Belki de bu keşif, Dünya’ya yeni bir kıta eklemekle kıyaslanabilir. Keşif tarihimizden biliyoruz; keşfetmek, talih yardımıyla kolaylaşabilir. Önemli olan keşfettiğimiz şeyle ne yaptığımız ve ona nasıl bir anlam yüklediğimizdir. Keşfedilene verilen karşılık ve takınılan tutum, bizim de kim olduğumuzu gösterir. Yeni bir gezegen, yeni bir ev fikri gidecek başka hiçbir yerimizin olması, savunmasızlığımızda türümüzün devamı için iyi bir seçenek olabilir. Bu gelecek nesillere karşı sorumluluğumuz olarak da görünebilir. Ama henüz çözmemiz gereken, birçok sorun bulunuyor.

Bunun için belki de öncelikle, Dünya’yı ve diğer tüm olası dünyaları iyileştiren ve iyi bir yer haline getiren tek bir şeye ihtiyacımız vardır; iyi bir insana. İyi insanların varlığının artmasına. Yoksa gidilecek tüm olası Dünyaların akıbeti, şu anki Dünyamızdan pek de farklı olmayacaktır. İyi insanların varlığını isteyen iyi insanlar olarak, iyi insan olmaya başlamalıyız.  Peki uzay devletini nasıl kurabiliriz? Bunun birden fazla yolu olacak ve insanlık bu yolu bir şekilde geçmek zorunda kalacak. Ama şurası bir gerçek ki bağımsız ve huzurlu bir uzay ulusu istiyorsak, uyumlu bir Dünya’ya sahip olmamız gerekir. Kitabı konuya ilgili olan tüm okuyuculara tavsiye ederim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

İşçi Sınıfı Kimdir? Ücretliler Ve Diğer Emekçiler – Marcel van der Linden

Sonraki Gönderi

Mahkumun İkilemi ve Matematiğin Doğası – Ege Özmeral

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü