Daisetsu Suzuki (1870-1966) – Brian Morris

///
6 Okunma
Okunma süresi: 10 Dakika

Londra’daki Budist Topluluğu’nun 1924’teki kurucusu Christmas Humphreys’e göre Zen Budizm, Budizm’in “tanrılaştırma” – ilahi doruk noktasıdır. Humphreys, Zen’i “nihai gerçekliği” doğrudan deneyimlemenin pratik, entelektüel olmayan bir yöntemi olarak tanımlar. Şayet durum böyle ise, Zen fenomenologların, Kantçıların ve gerçekliği kavrama yeteneğimiz hakkında tartışan diğer tüm Batılı filozofların ilgisini çekmelidir. Ancak bu konuda Humphreys haklı mıydı? Humphreys; Zen hakkındaki fikirlerinin çoğunu, Zen’i Batı’ya taşıyan kişi olarak tanımlanan arkadaşı Japon bilgin Daisetsu T. Suzuki’den (1870-1966) almıştır.

20.yüzyılın belki de en tanınmış Japon filozofu olan Suzuki, 1870 yılında Kuzey Japonya’da Samuray bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Bugün Tokyo’da bulunan Waseda Üniversitesi’nde kısa bir süre eğitim gördükten sonra Suzuki, Zen ustası Shaku Soen’in (1859-1919) öğrencisi olmuş ve beş yıl boyunca Kamakura’daki ünlü Engakuji Manastırı’nda Rinzai Zen eğitimi almıştır. Ayrıca kendisinin 1895 yılında aydınlandığı da söylenmektedir.

Suzuki; 1893 yılında Shaku Soen’e, Şikago’da düzenlenen ünlü Dünya Dinler Parlamentosu’nda eşlik etmiştir. Dört yıl sonra ise filozof ve yayıncı Paul Carus için bir çevirmen olarak çalışmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne davet edilmiştir. İlginç olan ise, Carus’un etiğinde pek çok Budist düşünceye sahip olan Schopenhauer’in öğrencisi olması ve aynı zamanda şu anda akademik zihin felsefesinde revaşta olan panpsişizmin (“bilinç her yerde” anlamına gelir) erken dönem savunucularından biri olmasıdır.

Suzuki 1897-1908 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde on bir yıl geçirmiş ve Batı felsefesi, Hıristiyan mistisizmi ve karşılaştırmalı dine derin bir ilgi duymuştur. Alman neoplatonist Meister Eckhart ve İsveçli mistik Emanuel Swedenborg üzerine önemli çalışmalar da kaleme almış ve Hıristiyan mistisizmi ile Mahayana Budizmi (Zen’in bir kolu) arasındaki yakın ilişki üzerinde de durmuştur.

Ayrıca Suzuki 1921’de Kyoto’daki Otani Üniversitesi’nde Budist felsefesi konusunda yerini almış ve Zen ve Arı Ülke Budizmi’nin yanı sıra karşılaştırmalı din üzerine hem İngilizce hem de Japonca olarak kapsamlı yayınlar yapmaya başlamıştır. Kendisi, Zen ve Japon kültürü üzerine klasik bir çalışması bulunan üretken bir yazardı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suzuki dünyayı dolaşan bir Budist entelektüel haline gelmiş ve 1951’den 1957’de seksen yedi yaşında emekli olana kadar New York’taki Columbia Üniversitesi’nde ders vererek Amerika Birleşik Devletleri’nde uzun bir dönem daha geçirmiştir. Psikanalist Erich Fromm’un (1900-1980) yanı sıra Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder ve Alan Watts gibi yazar ve şairlerin de aralarında bulunduğu 1960’ların Beat Kuşağı üzerinde önemli bir etkisi de olmuştur. Ve Suzuki artık 1966 yılında doksan altı yaşında Tokyo’da vefat etmiştir.

Suzuki & Zen

Suzuki, Zen’i Budizm’in Mahayana koluyla irtibat kurduktan sonra Çin zihniyetinin bir ürünü olarak tanımlamıştır. Japonca Zen terimi Çince Ch’an kelimesinden türetilmiş olup, kendisi de Sanskritçe dhyana teriminden türetilmiştir ve bu da ‘derin meditasyon’ anlamına gelmektedir.

Suzuki, Zen’in tarihsel bir gelenek olarak “olayların çoğulluğu” ile, başka bir deyişle toplumsal yaşamın pratik boyutu ile temasını hiçbir zaman kaybetmediğini vurgulamaktadır. Zen’in derinden pragmatik bir ruhla dolu olduğunu yazmış ve hatta bunun Hint Mahayana okulunun daha spekülatif metafiziğine karşı Çin zihniyetinin bir isyanı olduğunu da ima etmiştir.

Zen Budizm’inin kendine has mistik bir metafiziği olduğu açık olsa da Suzuki, Zen’in bir felsefe ya da bir din olduğunu ısrarla reddeder. Söylediği gibi, Zen’in kutsal kitapları, törensel ritüelleri, doktrinleri ve öğretimleri yoktur. Ayrıca bu ‘tanrı yok, ruh yok, hiçbir şey yok’ anlayışıdır. Ancak o, aslında herhangi bir tanrının varlığını da inkar etmediğini söyler, çünkü bu Zen’e aykırı olan ‘düalist düşünce’ ile meşgul olmak anlamına gelir. Suzuki’ye göre, bir kurbağanın su birikintisine atladığını fark etmek bile düalist düşünceye (suyun dışında, suyun içinde) kapılmaktır ve bu yüzden Zen’e aykırıdır.

Ancak Suzuki aynı zamanda Zen’in, Hindu Sannyasin’lerin ve erken dönem Budizm’in anladığı anlamda, münzevi işlere ve tefekküre (Samadhi) odaklanmasıyla ‘meditasyonla hiçbir ilgisi olmadığını’ da öne sürer. Suzuki daha ziyade Zen’i açıkça insan bilincinin sınırını aşan bir bilgelik veya mistik bir sezgiyle bir tutar. Suzuki’ye göre, mistik sezgi yoluyla kişi ‘nihai gerçekliğe’ ulaşır ya da onu deneyimler; bu deneyim de bir bakıma aydınlanma ile eş anlamlıdır.

Suzuki’nin sürekli olarak ifade ettiği Zen felsefesinin, üç temel kavrama veya konuya odaklandığı görülmektedir, bunlar: Mutlak Zihin (sunyata) metafiziği; insan bilincinin sınırlarını aşan veya mistik sezgiyi (prajna) savunması ve Vedalar’da mutlak benlik (atman) kavramını yeniden doğrulanması. Şimdi, bu hususların her birini kısaca ele alacağım.

Mutlak Zihin veya Boşluk (Sunyata)

Hindu Advaita Vedanta ve Hint Mahayana Budist düşüncesini takip eden Suzuki, bize deneyimlediğimiz maddi şeyler dünyasının bir ‘yanılsama’ olduğunu söyler. Şeyler göreceli olarak var olabilirler – öznel eylemliliğe sahip bedensel bir varlık olarak Suzuki bunun aksini düşünemezdi – ama bunların nihai ya da bağımsız bir gerçeklikleri de yoktur. Suzuki’ye göre maddi şeylerin nesnel dünyası bir yanılsamadır, tıpkı şeyler arasında yaptığımız tüm ayrımlar gibi – sıcak ve soğuk arasında, mevsimler arasında ve aslında maddi ve karmaşık diğer her şey arasında – çünkü bunların hepsi yalnızca zihnin ya da aklın ‘kurgularıdır’. Gerçekten de Suzuki, bir şeyleri ancak isimlendirdiğimizde var olduklarını söyler.

O halde Suzuki için gerçek olan şey aslında gözlemlenebilir maddi bir dünya değildir. Bunun yerine, nihai gerçeklik yalnızca mistik sezgi yoluyla, aydınlanmış bir meditasyon halindeyken deneyimlenir. Bu gerçeklik, Suzuki ve diğer Zen bilginleri tarafından çeşitli terimler kullanılarak tanımlanır: şeylerin “mutlak bütünlüğü”; her şeyi ruhani bir anlamla doyuran ve aşılayan “ilahi zihin” veya “kozmik bilinç”; “farklılaşmamış gerçeklik”; “mutlak hiçlik veya boşluk”; ve son olarak “aklın devre dışı bırakıldığı” veya “tekil bilinç” olarak… Dolayısıyla, Mahayana geleneğini takip eden Suzuki ve diğer Zen filozofları ‘boşluğu’ (Sunyata) Budizm’in erken dönemlerinde olduğu gibi etik bir kavram olmaktan çıkarıp metafizik bir mutlaklığa dönüştürür. Suzuki’nin kendisi bu kavramı (‘mutlak zihin’ ve ‘Buddha-Doğası’ gibi diğer formülasyonlarıyla birlikte) Tanrı, mutlak (veya dünya) ruhu, atman ve Tao gibi diğer dinlerdeki kavramlarla neredeyse eşit tutar. Gerçekten de, Zen deneyiminin nihai gerçekliğinin ve mutlak zihnin, tüm dini geleneklerin temeli veya özü olduğunu ileri sürer.

Sağduyulu Gerçekçilik Mistik Sezgiye Karşı

Gotanna (Gautama Siddhartha) Buda ve Dalai Lama bir tür perspektivizmi vurgularken – maddi şeyler dünyasına birçok farklı ve çoğu zaman birbiriyle çelişen perspektiflerden bakabileceğimizi kabul ederken – Suzuki (ironik bir şekilde, düalist bir tarzda) maddi dünyayı anlamanın yalnızca iki yolu olduğunu savunur. Bunlar “düalist düşünce tarzı” ve “mistik sezgi”dir (ya da insan bilincinin sınırlarını aşan bir bilgelik).

Suzuki, ‘düalist düşünce’ genel başlığı altında günlük düşünce ve algılarımızı, biçimsel mantığı, tüm teistik inançları, ahlakı (nefret ve merhamet arasındaki ayrım gibi), sağduyulu gerçekçiliği (örneğin bir organizma ile çevresi arasındaki ayrımı tanıyan) ve tüm çeşitliliğiyle deneysel bilimleri kapsar. Burada, örneğin bu derginin okuyucuları, Afrika’daki çiftçiler ve doğa bilimleri tarafından yaşanan sağduyulu gerçekçiliğin ne ‘düalist’ ne de mistik düşünce biçimleri olduğu gerçeğinden oldukça habersiz görünüyor. Daha ziyade bunlar ilişkiseldir ve ampirist bir epistemolojiyi yansıtırlar. Başka bir deyişle, dünyada ne olduğuna dair fikrimizi duyularımız aracılığıyla deneyimlediklerimize dayandırırız.

Suzuki’ye göre ‘düalist düşüncenin’ aksine ‘mistik sezgi’ kavramsal düşünceyi ve ister gündelik ister bilimsel olsun ampirik bir bilgiyi aşar ve şeylerin gerçekliğini, ‘mutlak zihnin’ ‘nihai gerçeklik’ olarak sezgisini veya idrakını -önemsiz, boş, biçimsiz- deneyimlememizi sağlar.

Düşünme biçimlerindeki bu ikilik nedeniyle Suzuki’nin, Hindu filozof Radhakrishnan gibi, Batı ve Doğu düşünce arasında radikal bir düalizm kurarak ‘Asya ruhaniliği’ mitini desteklemesi pek şaşırtıcı değildir. Suzuki’ye göre Batı düşüncesi analiz, kavramsal bilgi, bilimsel anlayış, faydacı bir bakış açısı, bireycilik, felsefi materyalizm ve kontrol ve hakimiyet etiği ile karakterize edilirken; Doğu düşüncesi ise bireşim, spiritüalizm, mistik sezgi, estetik bir bakış açısı, sosyallik ve dayanışma etiği ile karakterize edilir.

Bu ayrım, tamamen yüzeysel olmasa da yanıltıcıdır, çünkü Abhidharma’nın analitik psikolojisini, eski Hindistan’ın şüpheci ve materyalist felsefelerini (Lokayata, Samkhya ve Vaisesika gibi) ve hem Hindistan’ın hem de Çin’in bilimsel geleneklerini – barutu ve manyetik pusulayı Çinliler icat etmedi mi? – fakat aynı şekilde ‘Batı’ olarak adlandırılan düşüncenin felsefi estetiğini, demokratik vizyonunu, sosyal felsefelerini ve mistik ve manevi boyutlarını (Suzuki’nin kendisinin de karşılaştırma amacıyla yararlandığı) görmezden gelmektedir. Batı felsefesinin ikonik figürlerinin çoğunun evrimci natüralistler veya materyalistler değil, esasen dini düşünürler olduğunu da belirtmekte fayda var. Bunlar arasında; Sokrates, Platon, Augustine, Aquinas, Descartes, Leibniz, Kant, Hegel, Heidegger ve Whitehead da sayılabilir.

Burada işte tam da şunu sormak gerekir: Bir kişi Zen meditasyonu yoluyla aydınlandığında, genellikle tarif edilemez bir saf bilinç durumuna girdiğinde tam olarak neyi deneyimlenmiş olur? The Three Pillars of Zen (Philip Kapleau tarafından derlenmiştir, 1980) adlı bir kitapta, Zen ustası Hakuun Yasutani’nin birkaç müridi kendi aydınlanma durumlarını (satori) anlatmıştır. Bunu aslında, basitçe ‘şimdiki anın tadını çıkarmak’ ya da olayları ‘akışına bırakmak’ olarak tanımlamazlar. Daha ziyade bunu mistik bir ‘birlik’ veya ‘Buda Doğası’ deneyimi; tüm düşünce ve imgelerin boşluğu; garip bir rüya; mutluluk verici bir durum veya sadece trans halinde olma hissi olarak tanımlarlar. Ancak Suzuki’ye göre Zen aydınlanması, nihai gerçeklikle özdeşleşen mutlak zihnin mistik sezgi yoluyla deneyimlenmesidir.

Mutlak Benlik (Atman)

Buddha’nın maddi dünyanın nihai gerçekliğini veya ahlaki failliğe sahip bedenlenmiş bir benliği inkar edip etmediği tartışmalı olsa da, pek çok Budist onun öğretilerini hem gündelik yaşamın bedenlenmiş benliğinin hem de Hindu Vedalar geleneğinin kalıcı, değişmez, mutlak benliğinin veya ruhunun (atman) reddini ima ettiği şeklinde yorumlamıştır. Yine de şaşırtıcı bir şekilde, Suzuki hem Radhakrishnan hem de Coomaraswamy’yi izleyerek, Zen’in günlük yaşamın ‘göreli’ benliğini reddederken bunun, yalnızca Mutlak Benliğin gerçekliğini onaylamak için olduğunu doğrular. Böylece Suzuki’ye göre aydınlanma, insanların ‘Mutlak Benliğin idrakine varmalarını’ sağlar; bu da benliğe ilişkin ampirik fikirlerin aksine, nihai gerçeklik olan Mutlak Zihnin deneyimlenmesine yol açar. Bu anlamda, idealist ya da zihin temelli mistik monizmin bir biçimi olarak Suzuki’nin felsefesi, Eckhart’ın Hıristiyan mistisizmi, Samkara’nın Advaita Vedanta‘sı ve Coomaraswamy, Aldous Huxley ve Alan Watts gibi kişiler tarafından sürekli olarak yüceltilen mistik fikirler ile yakın benzerliklere sahip olduğu görülmektedir. Ancak Suzuki, Zen’i tüm dini geleneklerin mistik ‘özü’ olarak görse de, Zen yine de hem ahlaktan hem de siyasetten oldukça kopuktur. Görünüşe göre bir faşist bile Zen’e bağlı biri olabilir.

Oldukça romantikleştirilmiş Budizm anlayışıyla ve Zen’i sosyo-kültürel bağlarından koparılmış mistik ve zamansız bir hakikat olarak tasvir etmesiyle, Suzuki’nin Zen felsefesi üzerine yazıları, son yıllarda büyük bir incelemeye ve sert eleştirilere maruz kalmıştır. Pek çok akademisyen Suzuki’nin Zen’inin gerçekten Budist olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını sorgulamaktadır. Zen ve Samuray arasındaki yakın tarihsel ilişki göz önüne alındığında bu, Japon militarizminin bir destekçisi olarak bile değerlendirilmiştir. Ancak çok az kişi Suzuki’nin muazzam bilgeliğini ve Zen felsefesinin Batı’ya tanıtılmasındaki önemini inkar edebilir. Buna rağmen, onun adını Batı felsefe sözlüklerinde nadiren bulabilirsiniz.


Yazar Brian Morris, Londra Üniversitesi Goldsmiths College’da fahri antropoloji profesörüdür. Kitapları arasında Religion and Anthropology (Cambridge) ve Anthropology and the Human Subject (Trafford) bulunmaktadır.


Kaynak: Philosophy Now dergisi Ağustos-Eylül 2022, (Erişim Tarihi: 17.05.2023)

Çeviri: Beyza Şen

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Jürgen Habermas ve Michel Foucault’nun Felsefelerinin Karşılaştırılması – Frank Weng

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü