Çoğu kişi, bu yıl zaman deneyimlerinin bir miktar tuhaf ve kötü olduğunu düşünüyor. Saatler olması gerektiği gibi işliyor olsa da, günler uzuyor ve bazı aylar sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünüyor. 1 dakikada 60 saniye olduğunu hepimiz biliyoruz fakat 2020 senesi hepimizin zamanı nasıl da biraz daha farklı deneyimleyebileceğimizi gösterdi.
Kendi döneminin ünlü Fransız filozof Henri Bergson (1859-1941), pandemi yıllarında zamanın niçin bu kadar garip duyumsandığını anlamamıza yardımcı olabilecek bir fikir ileri sürdü; la durée.
Bergson, zamanın iki yüzü olduğunu savunmuştu. Zamanın ilk yüzü “objektif zaman”dır: Yani saatlerin, takvimlerin ve tren seferlerinin zamanı. İkinci yüz ise, la durée (“süre”), yani “yaşanmış zaman” dır, içsel subjektif deneyimimizin zamanı. Bu yüz; hissedilen, yaşanılan ve hareket edilen zamandır.
Kendi Zamanımıza Göre Yaşamak
Bergson, la durée‘ye genelde pek dikkat etmediğimizi gözlemledi. Çünkü buna ihtiyacımız yoktur; objektif zaman işimizi epey görmektedir. Fakat ayrı ayrı bakıldığında bu ikisinin arasındaki farkı görebiliriz.
15:00 ile 16:00 arasındaki objektif zaman süresi, akşam 20:00 ile 21:00 arasındaki süre ile aynıdır. Fakat bu, la durée için böyle olmak zorunda değildir. İlk zaman aralığı diş hekiminin muayenehanesinde beklemekle, ikinci zaman aralığı ise bir partide geçiyorsa, ilk saatin sürünüyor gibi geçmediğini ve ikincisinin çok hızlı geçtiğini biliriz.
İşte bunun bir örneği pek beklenmedik bir yerde, Bergson’un 1998 yılındaki animasyon filmi AntZ’de bulunabilmeyi çok isterdi. Filmin tam ortasında yer alan küçük bir sahnede, iki karınca bir çocuğun ayakkabısının tabanına yapışır. İki dakikalık sahnede çocuk 4 veya 5 adım atarken karıncaların birbiriyle sohbetini içermektedir.
Bu sahnede, karıncaların sohbeti normal zamanda akarken, çocuğun adımları ağır çekimde gerçekleşir. Filmin yapımcıları, farklı hızlardaki iki duré’yi tek bir sahneye sığdırmayı başarmışlar: Karıncalar gerçek zamanlı sohbet ederken çocuk ağır çekimde yürümektedir. Bir kronometre alarak ayakkabıların o an ki konumu ile karıncaların konuşmalarının içeriğini kaydetseydik bahsettiğimiz bu şeyi tespit edemezdik. Objektif zaman”, söz konusu sahnenin bizatihi kendi betimlemesiyle tamamen ilgisizdir: İzleyici için asıl önemli olan karıncaların durée’sidir.
Pandemik Yavaşlayış
Gözlerimizi “obkektif zaman”dan la durée’ye doğru çevirirsek bu sene zamanı kuşatmış olan o garip hisse odaklanabiliriz.
Olan şey yalnızca la durée’nin kısıtlamalar esnasında yavaşlayıp kısıtlama olmayan yaz döneminde görece hızlanması değildir.
Bergson’a göre, la durée’nin hiçbir iki anı asla birbirinin aynısı olamaz. Bir trenin nesnel zamanın belirli bir anında varış zamanı her zaman aynıdır. Fakat geçmiş hisleriniz ve anılarımız şimdiki zaman deneyimimizi etkilemektedir. Pandeminin olumsuz etkileriyle başa çıkmak zorunda kalmayacak kadar şanslı olan kişiler, ilk sokağa çıkma yasağıyla ilgili bir “yenilik ve değişiklik” duygusu hissetmiş olabilir: Egzersiz ekipmanı satışları birden bire patladı, kimileri Galce öğrenmeye, kimileri ise ekmek yapmaya başladı. Şimdilerde aynı duygu/zihin durumuna (yenilik/değişiklik hissi) girmek için çokça çaba sarf etmemizin sebebi, Bergson’un da dediği gibi ilk karantinanın “hatırasının” (duyumsanışının) şu an bıraktığı tattır. İlk yasaklarda evde kalmaktan ne kadar bıktığımızı hatırladıkça, sayısız yoga matı dolapların arkasına öylece atılacaktır.
Bergson’a göre, la durée’nin “hızı” insan failliğiyle de ilişkilidir; o, daima geçmişin subjektif ve eşsiz anılarından etkilenir ve gelecek beklentisi/sezgisiyle şekillenir. Yani şimdiki zamana dair darmadağın olan şey yalnızca zamanın geçişi değil. Pandemi, hem geçmişe hem de geleceğe yönelik düşünce ve yaklaşımlarımızı “nesnel zamanın” yakalayamayacağı şekillerde çarpıttı ve bozdu. Şu an geçmişe bakıp Avustralya orman yangınlarının tam olarak kaç ay önce gerçekleşmeye başladığını anımsamaya çalışmanın oldukça zor olduğunu fark ediyoruz; en fazla bu yıl ve pandemiden önce gerçekleşmiştir deriz.
Aynı şekilde, dört gözle geleceği beklersek, “şu an” ile “gelecek” arasındaki zaman dilimlerine dair hislerimiz çarpıtılır. Tatile ne zaman gideceğiz? Sevdiğimiz insanları tekrar görmemize ne kadar zaman kaldı? Objektif zamanda tabelalar olmaksızın zamanın geçtiğini hissederiz; hiçbir şey olmadığı için zaman çok yavaş geçer ve şimdiki zamana takılıp kalırız. Eğer tüm dünyanın üç ay içinde eski haline döneceğini şu an kesin olarak bilseydik, la durée daha hızlı geçerdi. Fakat bunu bilmediğimiz için şu an yavaş; nihayetinde gerçekten de her şey aynı objektif zaman dilimindeki normal haline dönebilecek olsa dahi.
Eserleri Bergson’un durée’sinden epey etkilenmiş olan romancı Marcel Proust’un (1871-1922) kuzeni ile Bergson 1981 yılında evlendi. Proust’un başyapıtı olan Kayıp Zamanın İzinde – şu ana dek kadar yazılmış en uzun roman – la durée’nin objektif zamandan bağımsız bir şekilde kısalıp uzama becerisini gösterir. Romanı okuduğumuzda, Proust’un deneyimlediği zamanın geçişi oldukça doğal geliyor. Fakat yine de, romanın her bölümü farklı “objektif zaman”da geçmektedir: Kimi bölümler yıllara, kimileri ise sadece bir kaç gün yayılmaktadır; üstelik her bölüm aşağı yukarı aynı uzunlukta olmasına rağmen.
Pandemi yılı da tam olarak böyleydi. Günleri ve haftaları ölçen takvimlerin zamanı saf dışı kaldı; onun yerini içinde yaşadığımız durée devraldı.
Bergson’un yalnızca la durée’nin “gerçek” ve nesnel zamanın ise yaşamlarımıza dayatılan dışsal bir inşadan ibaret olduğu şeklindeki daha tartışmalı iddiasını kabul edersek, pandeminin zamanın temel doğasına dair herkese bir fikir verdiği söylenebilir.
Matyáš Moravec– “A philosophical idea that can help us understand why time is moving slowly during the pandemic“, (Erişim Tarihi: 31.05.2021)
Çevirmen: Taner Beyter