Çevre nedir? Ne olmasını istemeliyiz? Bu makale, çevre etiği için üç etkili kavramsal çerçeveyi ele almaktadır. Çevre etiği ve bu tür kritik dünya sorunlarına felsefi yaklaşımlar geliştirmenin potansiyel zorlukları üzerine bir tartışma ile başlamaktadır. Daha sonra derin ekolojiyi, çekiciliğini ve sorunlarını tartışmaya geçmektedir. Bu makale, eleştirel teori ve Theodor Adorno’ya odaklanarak çevreye yönelik Marksist yaklaşımların tartışılmasıyla sona ermeden önce, derin ekolojiye karşıt bir nokta olarak çevre etiğine feminist yaklaşımlar ele alınmıştır.
Çevre Etiğinin Gelişimi
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından önce neredeyse hiç var olmayan bir felsefe alanı olan çevre etiği, bugün şüphesiz ahlak felsefesi ve siyaset teorisinin en canlı ve üretken alanlarından biridir. Küresel ısınma, deniz seviyesinin yükselmesi ve dünya çapındaki diğer ekolojik sorunlarla ilgili olarak iklim krizini dikkate almamız gerektiğinin giderek daha büyük bir ciddiyetle kabul edilmesi nedeniyle, daha belirgin teorik sorunlara felsefi yanıtlar geliştirmeye her zamankinden daha fazla ilgi bulunmaktadır.
Doğa nedir? İnsanları hayvanlardan ya da doğal yaşamdan açıkça ayıran bir şey varsa o da nedir? Doğal olarak ortaya çıkan soru şudur: Çevre etiğinin ardında yatan umutlar, eğer varsa, nelerdir? Filozoflar kiminle konuşmaya çalışmaktadır?
Felsefenin amacının kendimiz için bir şeyler bulmak olduğunu söylemek, felsefi araştırmanın diğer, daha soyut alanlarında temelde makul görünebilir, ancak ele almaya çalıştığı sorunların aciliyeti göz önüne alındığında, bu tuhaf bir yanıt gibi görünmektedir. Günümüzde çevre etikçilerinin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri, entelektüel incelikten ödün vermeden çalışmalarını sadece diğer filozoflarla değil, mümkün olduğunca geniş bir kitleyle en iyi şekilde nasıl paylaşabilecekleridir.
1. Derin Ekoloji
Odaklanacağımız ilk fikir, en ünlüsü Arne Naess olan bir dizi Norveçli kuramcının öncülük ettiği bir çevre yaklaşımı olan derin ekolojidir.
Derin ekoloji, Naess ve birkaç arkadaşının Himalayalar’a yaptıkları bir gezi ve özellikle de olağanüstü tırmanma ve dağcılık yetenekleriyle tanınan Tibetli bir etnik grup olan Şerpalar’la etkileşimleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Şerpalar’ın kutsal saydıkları gerekçesiyle belirli dağlarda yürümeme uygulaması Naess’in özellikle ilgisini çekmiştir.
Derin ekoloji, bu saygıyı doğaya daha geniş bir şekilde yayma girişimi olarak görülebilir. Neden ‘derin’ ekoloji? Sığ ekoloji diye bir şey var mıdır? Naess’e göre sığ ekoloji, dünyadaki insan yaşamını etkileyen kirlilik ve kaynakların tükenmesine karşı mücadele etmeyi içermektedir. Buna karşın derin ekoloji, “biyosferik eşitlikçilik” ilkesinin benimsenmesini içerir; bu ilkede eşit saygı ve araçsal olmayan değerin takdir edilmesi, doğal yaşamın tamamına yayılır.

Derin ekolojiden gelen tek ve basit bir anlayış varsa, o da doğanın sadece insanları yaşatmak için var olmadığı gerçeğidir. Derin ekoloji aynı zamanda belirli bir tür benlik algısına, yani insanların atomize, bireysel varlıklar olarak algılanmasına karşı bir duruş sergiler. Derin ekolojinin benlik görüşü, dünyanın açıkça farklılaşmış varlıkların bir yığını değil, daha ziyade bir “toplam alan” olduğu ve belirli organizmaların daha çok geniş bir ağdaki düğümler gibi olduğudur. Bu fikir, Baruch Spinoza’nın çalışmalarına ve yaşamın cansız çevresiyle karşıtlık içinde anlaşılmaması gerektiği, ancak her şeyde mevcut olan belirli bir doğal eğilimin yoğunlaşması olduğu fikrine borçludur.
Bu görüş, farklı canlı varlıklar arasındaki ilişkileri vurgulama eğilimindedir ve benliği herhangi bir bedenin ötesine genişletme ve benliğin unsurlarını genel olarak doğada bulma girişimine vurgu yapmaktadır. Naess’in sonraki düşüncelerinin çoğu, yerli halkların doğaya yaklaşımını gözlemlemekten esinlenmiştir; örneğin, Samilerin özel bir öneme sahip nehirlere kişilik atfetme uygulaması gibi. Naess, daha geniş bir etik kaygı alanı oluşturmak amacıyla, bir dereceye kadar insan merkezli olan kavramları bir araya getirmekle ilgilenmektedir.
Derin ekoloji projesinin unsurları ne kadar umut verici olsa da Naess ve derin ekolojist arkadaşları bir dizi eleştiriye maruz kalmıştır.
İlk olarak, derin ekolojinin bize bitkilere, yumuşakçalara ve düşünmüyor ya da hissetmiyor gibi görünen diğer canlılara borçlu olduğumuz özel etik saygının yeterince iyi bir tanımını sunmadığı yönünde temel bir itiraz vardır. Bu canlılara etik açıdan saygı gösterilmesi gerektiğini iddia etmek yeterli değildir; bu canlılara gösterilen saygının, insanların ihtiyaçları karşısında nasıl tartılması gerektiğine dair daha ayrıntılı bir teori, derin ekoloji çerçevesini benimsemenin ön koşulu gibi görünmektedir.

Neredeyse tam tersi yönde bir başka eleştiri de derin ekolojistlerin savunduğu benlik genişlemesinin atomistik birey anlayışıyla aynı sorunlu ve otoriter unsurları taşıyıp taşımadığıyla ilgilidir.
2. Çevre Etiğine Feminist Yaklaşımlar
Kendimize dair mevcut anlayışımızı dışa doğru genişletmek yerine, çevresel egemenlik mantığından kopmakla ilgili olan bu konu, çevre etiğine farklı bir çerçeve sunmak için uygun bir noktadır.
Feminist çevreciliğin veya çevresel feminizmin temel iddialarından biri, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve toplumsal cinsiyete dayalı baskı kavramlarının, çevrenin teorileştirilmesine kadar genişletilebileceğidir.
Örneğin Sheila Collins, ataerkilliğin ekolojik bozulma tarafından desteklendiğini savunmaktadır ve birçok feminist kuramcı, kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin, çevresel bozulmaya karşı müsamahamızın kökeninden geldiğini ileri sürmektedir.
Çevreye karşı feminist yaklaşımları anlamanın anahtarı, egemenliğin gerçekleşme biçiminde (potansiyel olarak aktarılabilir) bir mantık olduğu fikridir. Bu, egemenliğin iyi gerekçelendirildiğini öne sürmek anlamında “mantıklı” olduğu anlamına gelmez; hiyerarşi, ikili düşünme, doğal dürtülere başvurma gibi belirli düşünce kalıplarının bir alanda oluşturulup daha sonra başka bir alanda uygulanabileceği anlamına gelir.
Feminist kuramcılar doğayı “annemiz” olarak adlandırmak, işlenmemiş topraklardan “bakir toprak[1]” olarak bahsetmek gibi doğaya uyguladığımız dilin genellikle cinsiyetçi imalarla yüklü olduğuna işaret edebilir. Çevreye feminist yaklaşımın benimsenmesinin potansiyel sonuçlarından biri, şunu yapmaya başlamak (örneğin, geri dönüşüm), bunu yapmayı bırakmak (örneğin, kirletmek) gibi sadece belirli bir şekilde davranmamız gerektiğini söylemenin yeterli olmamasıdır. Aksine, bozuk olan ve değişmesi gereken düşünce tarzımızdır. Bir diğer potansiyel sonuç ise, çevresel adaletsizlik ile diğer adaletsizlik türleri arasındaki ilişki göz önüne alındığında, çevre etiğinin kapsamının tek başına çevrenin ötesine genişletilmesidir.
3. Eleştirel Teori ve Çevre Etiği
Çevresel adaletsizlik ile diğer adaletsizlik biçimleri arasındaki ilişki, eleştirel kuramcıların çevreye yaklaşımlarının da merkezinde yer almaktadır.
Frankfurt Okulu’nun kurucu üyelerinden ve eleştirel teorinin gelişiminde önemli bir figür olan Theodor Adorno, 20. yüzyılın başlarından ortalarına kadar bilimsel ve teknolojik gelişmelere karşı kendine özgü bir şüphecilik biçimi geliştirmiştir.
Adorno’nun çalışmaları, modern kültürde bilimsel ilerlemenin insanlığın tüm sorunlarını çözebileceğine duyulan irrasyonel inanca yani bilimcilik olarak adlandırılan olguya özellikle eleştirel yaklaşmaktadır. Adorno’nun felsefesi Marksizmin güncellenmiş, genişletilmiş bir biçimiydi ve Marksistler bir bütün olarak çevresel bozulmanın çeşitli biçimlerinin ardında yatan bilimsel mantığın unsurlarını eleştirme konusunda feministlerle hemfikir oldular.
Ancak Adorno, çevresel feminizmle bir bütün olarak düşünme biçimini eleştirme arzusunu paylaştığı kadar, buna yanıt olarak insan doğasının unsurlarını genişletme veya vurgulamaya yönelik derin ekolojik ihtiyacı da paylaşır. Adorno, “dış doğa” (yani doğa) üzerindeki egemenliğimizin “iç doğamızın” (yaratıcılığımız, özerkliğimiz vb.) unsurlarını nasıl bozduğunu ya da bastırdığını vurgulamaktadır. Hem Naess hem de Adorno çevre etiğini, kaybolmuş (ve Naess’e göre sadece belirli, izole topluluklarda korunmuş) gerçek benliklerimizin farkındalığına geri dönmek olarak düşündükleri ölçüde, derin ekoloji ile yakınlık içindedir.
Daha sonraki eleştirel kuramcıların Adorno’da ilgi çekici buldukları şeylerin çoğu, onun bilimsel rasyonaliteyi estetik, duyusal bir düşünme biçimiyle karşılaştırma biçimidir. Adorno’nun derin ekolojiye yöneltilen itirazların birçoğuyla karşılaştığı açıktır – felsefesi sınırlı bir anlamda da olsa insan merkezlidir.
Daha sonraki eleştirel kuramcıların Adorno’da özellikle ilgi çekici bulduğu noktalardan biri, onun bilimsel akılcılığı estetik ve duyusal bir düşünme biçimiyle karşıtlık içinde ele almasıdır. Açıkçası Adorno, derin ekolojiye yöneltilen pek çok itirazla karşılaşmaktadır; felsefesi insan merkezlidir, ancak bu yalnızca sınırlı bir anlamda geçerlidir.
Luke Dunne – “3 Key Ideas in Environmental Ethics“, (Erişim Tarihi: 18.04.2025)
Çevirmen: Mehlika Olgun
Çeviri Editörü: İzzet Can Kalender
Dipnotlar
[1] Editör Notu: Türkçe’de “bakire toprak” diye bir kavram bulunmadığından bu şekilde kullanılmıştır.