2010’da, New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde sanatçı Marina Abramovic 700 saat boyunca ‘Sanatçı Anlıktır’ adlı performansını sergiledi. Bu performans, sanatçının galerinin ortasındaki avluda; üstünde çarpıcı kırmızı renkte bir elbise giyinmiş biçimde hiçbir şey yapmadan oturmasından ibaretti. Ziyaretçiler yanına gelip Abramovic ile yüz yüze, bir masanın karşısında sessizce oturabiliyorlardı. Bu kişilerin tepkilerindeki duygu yoğunluğu inanılmazdı: bazıları güldü; büyük bir çoğunluğu ise ağladı. Kolombiya Üniversitesi’nden felsefeci ve sanat eleştirmeni Arthur Danto, Abramovic ile geçirdiği zamanı ‘şamanik bir trans haline’ benzetti ve performansı The New York Times’da ‘büyüleyici’ olarak nitelendirdi. 1.500’den fazla insan Abramovic ile birlikte oturdu ve 750.000 kişi izleyici olarak sergiye katıldı. Ziyaretçiler arasında tekerrür eden his, bu tecrübenin kelimelerin yetersiz kaldığı bir esin anına benzetilmesiydi. Eğer bu doğruysa, o halde performansla ilgili bir şey tanımlanamazdı.
Hayatımızdaki en anlamlı tecrübeleri anlatmanın imkanı olmasa da açıklaması zor oldukları fikrine alışığızdır. Ancak, tam olarak, bir şeyin söylenemez olması ne anlama gelir? Arthur Schopenhauer‘dan Theodor Adorno ve Roger Scruton‘a kadar birçok filozof tanımlanamaz olanı sıra dışının kendi içinde olan bir şeyden ziyade sıra dışı olanın bir işareti olarak gördüler. Fakat ben tanımlanamazlık kavramını daha ciddiye almamız gerektiğini öne süreceğim- ne olduğunu ve nereden geldiğini araştırmamız gerektiğini.
Açıkçası bu sorgu birçok tuzakla dolu. Eğer bir şey, tabii bu bir ‘şey’ ise ve kelimelerin ötesindeyse onun ne olduğunu kavramak zordur. Örneğin Ludwig Wittgenstein, dilin sınırlarının dışında duranı konuşmanın saçma olduğuna emindi. O kadar emindi ki, söylenemeyen şeylerle ilgili Tractatus Logico-Philosophicus (1921) adında, içinde ‘Neyin hakkında konuşamıyorsa kişi, susmalıdır.’ ifadesi geçen bir kitap bile yazdı.
Tanımlanamaz olanı asla tanımlayamayacak olabiliriz. Ancak belki onun neyden oluştuğunu açıklayabilir ya da o şeyin doğasını pinleyebiliriz. Saçma olmayan bir cevap için dört aday olduğuna inanıyorum: tanımlanamaz nesneler, tanımlanamaz doğrular, tanımlanamaz içerikler veya tanımlanamaz bilgiler.
İlk olarak, tanımlanamaz nesne- bir varlık, olabilir mi? Antik Çin’deki Taocular, örneğin; nitelikleri aşarak bütün gerçekliğin kaynağı olan ‘Tao’ adında bir şeye inanıyorlardı. Benzer bir düşünce, tanımlanamaz olan ‘Bir’in varolan her şeyin arkasında yattığını ve gerçekliğe yön verdiğini düşünen Yunanlı Plotinus için de geçerliydi. Ortaçağdaki Avrupa’da ise Plotinus’un ‘Bir’ fikri kendini tanımlanamazlığın kaynağı olarak düzene içkin bir varlık yerine o düzeni yaratan aşkın, her şeyin temeli olan bir tanrıya bıraktı. Ortaçağ’ın Yahudi filozofu Maimonides ise tanrının dünyadaki hiçbir şeye benzememesinden ötürü O’nu tanımlamanın tek yolu olarak O’nu ‘olmadığı şeylerle’ açıklamayı öne sürdü.
Bütün nesnelerin tanımlanamaz olduğuyla ilgili saçma bir mantık vardır: cümleler, düşünceler ve hislerimizi ifade edebiliriz ancak nesneleri edemeyiz. Size bir sandalyeyi ifade edebilirim ama bir ‘sandalyeyi’ edemem- çünkü basitçe açıklamak gerekirse gerçek bir sandalye dil aracılığıyla gösterilemeyecek bir şeydir. Ancak antik ve ortaçağ filozoflarının aklındaki şey bu değildi. Bunun yerine, insan diliyle açıklanamayan çünkü asla tam olarak anlanamayacak bir nesne (Tao, Bir, Tanrı) olduğunu düşünüyorlardı.
Olaya bir de analitik felsefenin perspektifinden bakarsak, bu teoriyi devam ettirmesi zor. Tao’yu eşsiz yapan özelliğini ‘T’ olarak alalım. T ilk olarak Tao’nun doğasıyla ilgili eşsiz olan şeye, ikinci olarak da Tao’yu dünyadaki diğer şeylerden ayıran neyse ona, üçüncü olarak ise Tao’yla ilgili tanımlanamaz olana işaret eder. Analitik felsefeciler bu görüşlere 1989’da William Alston‘ın öne sürdüğü bir argümanla yanıt verebilir. Bir nesneye özellik atfetmek, o özelliğe bilişsel erişimimiz olduğunu, yani bahsedilen özelliklerin ne gibi sonuçları olduğuna dair bazı fikirlere sahip olacağımızı gösterir. Eğer bir özellik bilişsel olarak bir kişiye erişilebilir durumdaysa, prensipte diğer kişilere de erişilebilir olmalıdır: Böylece dildeki bir terime dönüşebilir. Bu da demektir ki Tao, Tanrı ya da Bir’i özel olarak karakterize eden derin, tanımlanamaz bir nesne düşüncesi savunulabilir değildir.
Tanımlanamazlık kavramının dünyadaki nihai gerçekliğe ulaşmamızı engelleyen bir dil yetersizliği olduğu düşüncesi hakimdir.
Belirtmek gerekir ki tanımlanamazlık sadece dini bir kavram değildir. Felsefenin 18. yüzyıldaki kutsal olandan uzaklaşıp ‘insan’ olana yöneldiği Aydınlanma çağında ve bu çağı takip eden sosyal ve politik gelişmelerle birlikte kendini değiştirerek yaşamını sürdüren bir terim olmuştur.
Önemli bir Aydınlanma filozofu olan Immanuel Kant, dilin dünyadaki ‘bolluk, düzen, amaçlılık ve güzelliği’ yakalamak için yetersiz bir araç olduğunu; bu mucizelere tek uygun karşılığın ise ‘sessiz fakat dokunaklı bir hayret hali’ olduğunu düşünüyordu.
Kant’tan sonraki filozofların tanımlanamaz nesnelere karşı olan düşünceleri de tanımlanamazlığın, dilin dünyadaki hakikati yakalamadaki yetersizliğine bir işaret olduğu yönündeydi. Soren Kierkegaard 1844’te insanların ‘nihai düşünce paradoksuna’ hapsolduğunu ve ‘düşüncelerinin düşünemeyeceği’ şeyleri keşfetmeye çalıştıklarını öne sürdü. Aydınlanmanın ve aklın baş sorgucusu Friedrich Nietzsche ise 1873’te hakikatin marş halindeki bir metaforlar ordusuna benzediğini- insanların illüzyondan ibaret olduğunu unuttuğu güçlü bir illüzyonlar dizisine ev sahipliği yaptıklarını- söylemiştir.
Üstüne düşünmemiz gereken ikinci konsept ise tanımlanamaz doğrular olmalıdır. Doğruluk kavramını, gerçekliğin en azından bir kısmını simgeleyen ve cümleye dönüştürülebilen bir varlık olarak kabul edelim. örneğin, buzluğumdaki bir dondurmanın zihinsel imgesi -eğer gerçekliğe karşılık geliyorsa- bir doğruluk olarak sayılabilir, çünkü içeriği ‘Buzluğumda bir dondurma var!’ cümlesine dönüştürülebilir. Buna karşın coğrafik bir harita, -gerçekliğin bir kısmını düzgünce gösterse de- doğru sayılmaz çünkü içeriği cümlelere dökülecek biçimde işlenemez. Tanımlanamaz doğru, o halde, bir şeyi düzgünce tanımlayabilen, cümleye dökülebilen fakat bir nedenden ötürü ifade edilemeyen bir varlıktır. Böyle bir varlığa örnek verebilir miyiz?
Tanımlanamaz doğrularla ilgili en ümit vaat eden argümanlar, zihin felsefecileri tarafından ortaya atılmıştır ve bunlar ulaşılamazlık öncülünden başlayıp tanımlanamazlık sonucuna varırlar. ‘Bir Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?’ (1974) adlı ufuk açıcı yazısında Thomas Nagel, yarasaların bilinçli tecrübeler edinen bilinçli varlıklar olduklarına göre, yarasa gibi olmanın nasıl bir şey olduğuna dair bir şeyler söyleyebileceğini öne sürmüştü. Üstüne; bir yarasanın vücudu, sensörleri, zihni veya bilinci gibi yapılarından etkilenen kendi öznel formundaki doğrulara sahip olması gerektiğini de ekledi: Ancak bu doğrular yarasanın kendine özgü bakış açısına ait olduğu için yarasa olmayan varlıklar tarafından erişilebilir değillerdi. Sonuç olarak, yarasa olmanın nasıl bir şey olduğuna dair doğrular insani kavramların dışında, yani tanımlanamazlardı.
Bunun gibi kuvvetli düşünce deneyleri sezgisel olarak bize çekici gelir, fakat fark edilebilir ki tutarsızlardır. Eğer öznel bakış açılarımız yalnızca bizim gerçeklik temsilimizin belirtisi değil ayrıca gerçekliğin ta kendisiyse, dünya hakkındaki doğruların toplamı -aynı bir insanınki ve yarasanınki gibi- birbiriyle uymayan doğruluklar içerir: fakat iki doğru birbirine uymuyorsa aynı anda doğru olamazlar. Diğer bir deyişle, dünya hakkındaki bütün doğruların toplamı bize birleşik, bütün ve kusursuz bir gerçeklik resmi vermeyecektir; ki bu çoğu analitik felsefeci için kabul edilebilir değildir. Yani, tanımlanamaz doğrular düşüncesi öznel gerçekliklere dayandığı için bu fikirden de vazgeçebiliriz.
Eğer kavramları dilin temel yapı taşlarından biri olarak alırsak, kavramların içinde yakalanabilen içerikler tanımlanamaz olmamalı.
Sırada, söylenemeyenin kaynağı olarak tanımlanamayan içerikler ihtimali var. Renk, bunu düşünmek için iyi bir örnek: Algılayabildiğimiz birçok renk tonunun hepsi içerikleriyle birlikte kendi kavramlarına karşılık geliyor mu? Kırmızının tonları için bir renk spektrumu düşünün. parlak kırmızı, lal, belki fes rengi ve karmin için bir kavramımız var; ancak kesinlikle kırmızının sayısız varyasyonlarından her biri için yok.
Filozoflar bir süre boyunca, kırmızının isimsiz tonlarından izlenimlerimizle oluşturduğumuz zihinsel içeriklerin kavramsal olup olmadıklarını düşünmüşlerdir. Ancak John Mcdowell’in 1980’deki argümanı bu fikri çürütmüştür. İddia ettiği şekliyle, eğer algısal bir kavramı ayırt edebiliyorsak onun için bir konsept de yaratabiliriz. Tek yapmamız gereken şey kavramı işaret etmek (örneğin, lafı edilen renk tonuna işaret etmek) ve ardından ona aşkın bir biçimde isim vermek: ‘Bu [parmakla işaret edilir] renk tonuna [aşkın bakış] dil kırmızısı [yeni terim] diyeceğim’
McDowell’ın argümanı algılayabildiğimiz tanımlanamaz içeriklerin varlığını çürütür, ancak daha genel algılanamaz konseptlere karşı da uygulanabilir. Bir içerik parçasını diğerlerinden ayırabildiğimiz zaman, prensipte onu kavramlaştırabiliriz. Yani, eğer kavramları dilin temel yapı taşları kabul edersek kavramlaştırılabilen herhangi bir içerik parçası tanımlanabilir. (Bu argümanın, tanımlanamaz nesnelere karşı öne sürülen argümana benzediğini fark edebilirsiniz.)
Tanımlanamaz olana karşı son ihtimali değerlendirelim: tanımlanamaz bilgiler fikri. Tanımlayamadığımız tecrübeler genellikle ‘anlamlı’ veya ‘vurucu’ olarak nitelendirilir, ancak bahsi geçen anlamların ya da vurucu olan şeyin tanımlanamadığı iddia edilir. Eğer bu doğruysa, belki bu tecrübeler bize bazı tanımlanamaz bilgi parçaları veriyor olabilir.
Filozof A W Moore’un, Bakış Açıları (1997) adlı eserinde belirttiği gibi bilgi mevkilerini edinim mevkileri gibi görebiliriz; yani ‘ öznenin, halini kendi arzusuna göre belirlemesi’ gibi. Örneğin, bu akşam yağmur yağacağını bilmem (ki bunu ‘Bu akşam yağmur yağacak.’ diyerek belirtebilirim) benim ıslanmama arzuma göre hareket edebilmemi sağlar (Örneğin evde kalabilir ya da yanıma bir şemsiye alabilirim). Soru o halde bütün bilgilerin sözcüklerle ifade edilip edilemeyeceğine ya da bazı bilgilerin tanımlanamaz olup olmadığına geliyor. Eğer bilginin tanımlanamayan formları varsa, tanımlanamaz olanı açıklamak için sonunda doğru bir yol bulmuş olabiliriz.
İfade edemediğimiz birçok şey biliyoruz ve bununla ilgili gizemli hiçbir şey yok gibi duruyor. Keman çalmayı bilebilirim fakat enstrümanı nasıl tutacağınızı ve arşeyi nasıl kullanmanız gerektiğini size söyleyişim, bilgimi size aktarmam için yeterli olmaz. Keman çalmanın nasıl olduğunu sizin pratik yoluyla ‘nasıl-bilgisine’ ulaşarak öğrenmeniz gerekir. Bir diğer örnek olarak, size son bilimsel çalışmalar doğrultusunda dalga boyları, retina reseptörleri ve insanın renk algısından bahsederek kırmızı rengini açıklamaya çalışabilirim; fakat açıklamam ne kadar kapsayıcı olursa olsun fenomenal bilgi dil aracılığıyla aktarılamaz.
Söylenemeyen şeylerin kökenini araştırmak, ifade edemediğimiz tecrübelerin bizi nasıl değiştirdiğini açıklamaz.
Benzer şekilde; amneziyak* birisi Rudolf adında birinin bütün özelliklerini ve hakkındaki her şeyi bilebilir (nerede doğduğu, nasıl göründüğü, kiminle evli olduğu, en sevdiği dondurma çeşidinin ne olduğu gibi) ancak onun ta kendisi olduğunu bilmeyebilir. Rudolf’un bu özellikleri kendine yorabilmesini -onunla ilgili doğruları kendiyle ilgili doğrular olarak görmesini- sağlayan bilgi parçaları dil içinde işlenemez. (en azından ifade ediş biçimleri olarak ‘ben’, ‘sen’ veya ‘burası’ gibi zaman-mekansal dizinlerin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı bir dilde.) Ne kadar detaylı ya da tam olursa olsun hiçbir açıklama onu kendisinin Rudolf olduğunun dizinsel bilgisine ikna edemez.
O halde, dilde ifade edilemeyen bilgi türleri vardır. Tanımlanamaz nesneler, içerikler veya doğrulukların aksine tanımlanamaz bilgiler herhangi bir nedenden ötürü tutarsız ya da savunulamaz değildir; hatta günlük hayat için son derece önemlidir. Nasıl-bilgisi bize nasıl davranacağımızı bilmeyi, dizinsel bilgi kendimizin farkında olmamızı, fenomenal bilgi de duyularımızla dünyayı anlamamızı sağlar.
Peki ya Abramovic’in performansında, dini bir coşku anında ya da müziğin bizi hareket ettirdiği zamanlarda edindiğimiz açıklanamayan bilgiler ne olacak? Söylenemeyenin kökenini araştırmak, ifade edilemeyen tecrübelerin bizi nasıl etkilediğini ve değiştirdiğini açıklamaz. Belki bunun için belirli tek bir cevap yoktur, ancak bu soruyu sormayı bırakmamalıyız. ‘Eğer felsefeyi tanımlayabilirsek,‘ der Adorno, ‘hakkında konuşulamayan şeyleri ifade etme çabasıdır.’
*Amnezi bir çeşit hafıza kaybıdır. Kişi belirli bir zaman dilimine dair hiçbir şeyi hatırlamaz fakat geçmişin tamamını da unutmaz. Bu, örnekteki gibi çelişkili durumlara yol açabilir.
Silvia Jonas, “Unspeakable things: what if anything can be said about what is unsayable”, https://aeon.co/essays/what-if-anything-can-be-said-about-what-is-unsayable (Erişim:19.03.2020), Çevirmen: Efe Aytekin
Uzun zamandır okuduğum en keyifli makaleydi. Tercüme ve akıştaki uyum da çok başarılı tebrik ederim.