Cinsiyet Öldü, Yeni Cinsiyet Çok Yaşa: Peki Ama Performativite Nedir? – Will Fraker

//
2960 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

Çevirmen Notu: Metinde performans ve eylem kelimelerini birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullandım. Eylem kelimesini kullanmak dil kuralları gereği daha doğru olsa da performe etmek fiilinin çağrışımları ve tiyatroyla bağıntısıyla Judith Butler’ın fikirlerinde önemli bir yeri var ve bunu yok saymamak için bu yola başvurdum.


Bu günlerde cinsiyet, birçok sıfatın altına gömülü. Artık cinsiyet ikili değil, akışkan ve ‘ölü’. Zaman zaman elbise giymesiyle bilinen Amerikalı rapçi Young Thug’a göre artık ‘cinsiyet diye bir şey yok’ bile.

Bu açıklamalar, cinsiyetin belirli değil değişken olduğu varsayımına dayanıyor. Erkek ya da kadın olmanın ne demek olduğuna ilişkin birçok çağdaş tartışma da bu fikre ucundan da olsa dokunur. Bu gelişmenin büyük bir parçası da Amerikalı filozof Judith Butler’ın çalışmalarına dayanıyor diyebiliriz. Butler’ın cinsiyet üzerine olan, baş aşağı edilmiş performativite (edimlilik, eylemsellik) kuramı, cinsiyeti oluşturan süreçlerin birçoğuna ışık tutsa da kuramın geniş kapsamlı sonuçları hâlâ yanlış anlaşılıyor.

Popüler kültürün eylemsellik fikrini ‘cinsiyet bir toplumsal inşadır’ fikrine indirgemesi talihsiz bir olay. Ağızlara dolanan bu söylem ‘doğal’ olanın karşısına ‘toplumsal’ olanı koyuyor ve cinsiyetin aslında temel varsayılan biyolojik gerçeklerinden uzak, tercihe dayalı, yalnızca yapay bir katman olduğunu imâ ediyor. Ancak Butler, basit bir doğa/kültür ve biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet karşıtlığı oluşturmamaya özen gösteriyordu. Ona göre cinsiyet doğa, biyoloji ya da kültür tarafından basitçe ‘oluşturulmaz’. Bunun yerine Butler, cinsiyetin tekerrür eden kelime ve hareketlerde (yani performanslarda) gizlendiğinde ısrarcıydı- kanlı canlı, gerçek insan bedenlerinin şekillendirdiği ve aynı şekilde bedeni şekillendiren kelime ve eylemlerden bahsediyorum. Üstelik can alıcı nokta da, bu tekrar eden eylemlerin oldukça nadir zamanlarda özgür bir şekilde ortaya çıkması.

Performativite fikrinin karşımıza çıktığı yerler, günlük ayrıntılara kadar uzanıyor. Geçenlerde bir arkadaş grubumla araba yolculuğu yapıyordum ve kadın bir arkadaşım, kendi arabasını kendi sürmek yerine bunu hep partnerine, bir erkeğe yaptırdığını fark etti. Bu boyun eğişin ona feminen hissettirdiğini söyledi. Butler’ın orada olsaydı soracağı soruysa şu: Arkadaşım bunu kadın olduğu için mi yapıyor, yoksa eylemin kendisi mi onun kadın olmasına katkı sağlıyor?

Butler en ünlü savunucularından olsa da, eylemsellik fikri dilin nasıl işlediğine dair yapılan erken dönem gözlemlere uzanıyor. 1950’lerde İngiliz filozof J.L Austin, dilin yalnızca dış dünyadayı açıklamakla kalmayıp çoğu zaman bir şeyleri yaptığına parmak bastı. Örneğin bir şeyi öne sürmek, yalnızca bir şey söylemek değil, öne sürme eylemini gerçekleştirmek anlamına da gelir. Kelimelerle Nasıl Bir Şey Yapılır (1962) kitabında Austin bu tür eylem içeren ifadeleri ‘performatif’ olarak adlandırdı. İfadelerin doğruluklarına ya yanlışlıklarına değil, fonksiyonlarına odaklanmak devrimsel bir nitelik taşıyordu ve disiplinlerarası ‘söz-eylem kuramı’ ortaya çıktı. Yeni ortaya çıkan bu kelime öbeği tam olarak açıkladığı şeyi yapıyordu- dünyada şeylerin olmasını sağlamak.

Yaklaşık 30 yıl sonra Butler, Amerikalı filozof John Searle’ın çalışmalarına bariz atıfta bulunarak eylemselliği cinsiyetle bağdaştırdı. Butler, eylemsellerin yalnızca bir şey yapmadığını, aynı zamanda insanları gelecekteki olaylara bağladığını öne süren Searle analizleriyle ilgileniyordu. Örneğin bir hakim davanın bittiğini söylediğinde yalnızca mahkemeyi bitirmekle kalmıyor, bir olaylar zincirini de başlatıyordu- davalılar beraat ediliyor ya da suçlu bulunuyor, mahkeme salonu buna göre hareket ediyor, gibi. Searle’ın dikkat çektiği noktaysa, bir eylemselin (hâkimin beyânının)  geleceği etkileyebilmesi için var olan bir düzene uyum sağlaması gerektiğiydi. Toplumun, hâkimin otoritesini kabul etmiş ve onun beyânını yerine getirecek olması bir koşuldu. O halde eylemseller, bir bireyin güç konumundan beklenen şeylerin tekrarı ve yeniden yaratılması demekti.

Butler, Cinsiyet Belası (1990)’nda tanımlamasını bu zemine oturtarak yapar: “Cinsiyetin eylemsel olduğu görülür- cinsiyet, sözde olunması gereken kimliği oluşturmaktır.” Temel fikir, cinsiyetin aslında onu açıkladığı düşünülen eylemlerin yapılmasıyla inşa edildiğidir. 1988’de yayınladığı bir makalede Butler, cinsiyeti bir tiyatro oyunundaki oyunculuğa benzetir. Cinsiyetin de ‘provası yapılır, senaryosu ancak oyuncuların yaşatabildiği kadar canlıdır, fakat her bir oyuncu gerçekliğin tekrar üretilmesi ve hayata geçirilebilmesi için gereklidir’. Cinsiyet, dil ve eylem örüntülerinin kendilerini tekrar etme süreci dışında pek de bir şey değildir aslında.

Butler’ın performativite konseptinde iki kilit fikir, Austin ve Searle’ın tezlerini daha ileri taşır. İlk olarak, cinsiyet yalnızca dil ile ortaya çıkmaz: bedenlerin el sıkışması ve kıyafet giymesi gibi şeyler yapmasına da dayanır. İkinci olarak, cinsiyetin eyleme dökülmesi önceden-mevcut, özgür bireyler tarafından gerçekleştirilmez. Burada Butler, Friedrich Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü (1887)’nde öne sürdüğü “eylemin ardında ‘varlık’ yoktur, eylem her şeydir” fikrini yeniden yorumlar. Yani cinsiyet, bireyin aşkın, toplumun dışında, bilinçli zihniyle basitçe seçtiği ya da adım attığı bir rol değildir. Tersine, kişinin kimliğinin kendisi eylemler tarafından şekillendirilir- bu eylemler de çoğunlukla bilinçsiz ve kısmen zorunludur.

El sıkışmayı ele alalım. Kendini erkek olarak tanımlayan iki kişinin arasındaki ‘erkeksi’ bir el sıkışması tercih değil, önceki eylemlerde kök salmış bir dürtüdür; hem fiziksel performansları (eli sert kavrama ve kararlı sallama) hem de onlara anlatılan ve düşündürülen erkeklik tanımları (elini sert sallamayan bir erkeğe güvenme!) bunu belirler. Ortada, iki erkeğin arasındaki durumu tetikleyen, bahsi geçmeyen bir koreografi vardır- ve kesinlikle bu koreografi ne kadar az düşünülürse o kadar hızlı ve pürüzsüz ilerler. Performansın farkındalık seviyesine çıktığı an, eylemlerin ağır ve yapay hissettirdiği andır, çünkü bu an eylemlerin farklı bir şekilde de yürütülebileceğini hissettirir. Yani Butler diyor ki, cinsiyet performe edilse de bu tam olarak isteğe dayalı bir performans değildir. Bunun yerine, banallığının ve tekrar edilmesinin erdemiyle ‘doğal’ hissettirilir. El sıkışması erkeği erkek yapar, tersi değil.

Butler’ın eylemsellik iddiası, Batı metafiziğinin tohumlarındaki özgür, akılcı birey fikrine karşı gelir. Fikir büyük oranda 17. yüzyıl Fransız filozofu René Descartes’ın zihin görüşüne dayanıyor. Descartes; zihni stabil, içsel ve ontolojik olarak vücuttan ve dış dünyadan ayrı bir varlık olarak düşünür. Butler’ın cinsiyet yaklaşımı ise bizim aslında cinsiyetimizi özgür iradeyle inşa eden ya da biyolojik kalıplara giren, önceden-mevcut Kartezyen egolar olmadığımızı gösteriyor. Tersine, bizler belirli cinsiyet yapım yollarını çoğunlukla bilinçsizce gerçekleştiren, bedenlenmiş bireyleriz.

İlginç bir şekilde, eylemselliğin bilişsel bilimciler tarafından ele alınma potansiyeli var- özellikle bedenimizin ev toplumun düşünce biçimimizi nasıl etkilediğini araştıran bilişsel bilimciler için. Örneğin yoksulluk ve beyin plastisitesi arasındaki ilişkiyi ele alalım. Yoksulluk içinde yaşamanın oluşturduğu stres, beyinde hipokampüsün küçülmesi gibi önemli fiziksel değişimlere yol açabiliyor. Bu da hafızayı, duyguları ve başkalarının normalde bireysel ‘kimlik’ olarak adlandıracağı kişilik farklarına neden oluyor. Daha performatif bir bakış açısıyla bu sinirsel, fizyolojik yapıların sosyal ve çevresel durumları oluşturduğu gibi onlar tarafından oluşturulduğunu da görebiliyoruz. Aynı performatifliğin cinsiyet konusunda bir şeyleri fark etmemizi sağladığı gibi, bu yaklaşım zihnin önceden-mevcut bir şey değil, bedenlenmiş bir organizmanın bağlamlar tarafından değişmeye ve yoğurulmaya tabi olan, süreklilik içerisindeki bir kazanımı olduğunu öne sürüyor.

Performatiflik sanatta, sosyal bilimlerde ve popüler kültürde çok atıf alan bir kavram olmaya başladı. 2016’da New York dergisi ileri giderek duyurdu: “Bu artık Judith Butler’ın dünyası”. Ancak eylemsellik cinsiyet bağlamında gelişim gösterse de çok daha derin sonuçları ve kazanımları var. Performatif düşünce, bize içgüdüsel geleni garipleştirerek bizi ‘bariz’ olana ikinci defa bakmak için cesaretlendiriyor. Performativite yalnızca dünyayı nasıl farklı görürüz sorusunu değil, onu nasıl farklı yaparız sorusunu da sahneye çağrıyor. Alva Noë’nin İlginç Aletler: Sanat ve İnsan Doğası (2015) kitabında dediği gibi: “İkincil doğalar edinmek bizim doğamızda var.”


Will Fraker– “Gender is dead, long live gender: just what is ‘performativity’?“, (Erişim Tarihi: 29.06.2021)

Çevirmen: Efe Aytekin

1 Yorum

  1. Gerçekten de ‘Performative’ (Edimsel, Performatif, Eylem) kavramı, yirminci yüzyıldan bu yana gittikçe daha da önem kazanıyor. Sartre zamanında “Varlık, özden önce gelir” demişti (Yukarıdaki metinde de Nietzsche “eylemin ardında ‘varlık’ yoktur, eylem her şeydir” diyor, ama zaten “varlık” kelimesinin kastının, her iki düşünürde de farklıca karşılandığı açık. Buna rağmen her iki düşünür de “‘özün’ eylemleri değil, eylemlerin ‘özü’ ortaya çıkardığını” kabul edecektir). Öz ve eylem ilişkisinin, neredeyse yirminci yüzyıla kadar süregelen anlayış bakımından baş aşağı edilmesi, bende ‘kutsalın devrilmesi’ imgesini canlandırıyor. “Eylemlerimizi ‘içimizdeki öz’ denilen şeyden ötürü öyle yaptığımız” düşüncesi, “eylemlerimizi öyle eylediğimiz için ‘içimizdeki öz’ öyle bir hal alıyor” düşüncesine büründü. Hatta bu ‘öz’ denilen şeyin açıkça bir şey olmaması onun popülerliğini de azalttı. Yerini ise bir bakıma artık ‘Ben’ aldı. Daha açık ve tikel gibi görünen bu kavram neredeyse kişisel gelişim programlarında da yerini almış gibi görünüyor. Eylemlerimin beni ben ettiği düşüncesi, kendimi değiştirebileceğim ve ideal halime yaklaşabileceğim konusunda beni motive ediyor (Belki bunun bir şekilde kapitalizme yarayan bir şey olduğu ileri sürülebilir, ancak konumuz bu değil). Tüm bu serüvende John Searle’ün çıkıp bir anda bilinç denilen şeyin esasen bir mit olduğunu söylemesi ve bir şeyleri ele alışımızın temelinde eylemlerimizin, davranışlarımızın, alışkanlıklarımızın bulunduğunu düşünmemiz ise işin cabası. Bu arada Austin’in güzel kitabı “How to Do Things with Words”, Türkçeye “Söylemek ve Yapmak” başlığı ile çevrildi.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Benim Sözcüklerimin Bir Anlamı Var Senin Papağanının Sözcüklerinin İse Yok: İşte Wittgenstein’ın Açıklaması – Stephen Law

Sonraki Gönderi

Yeter Sebep İlkesi İçin Bazı Yeni Argümanlar mı? – Jonathan David Garner

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü