1940’da New York’da doğan Saul Kripke’nin adı, 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olmasına rağmen felsefe çevreleri dışında pek duyulmamıştır. Yine de, Kripke’nin argümanlarını anlaması görece kolaydır. Ayrıca, açıklayacağım üzere, fikirleri büyük ölçüde kabul görmüş felsefi varsayımlara meydan okur- felsefenin rolü ve limitleri üzerine olanlara da.
Bunun yanı sıra Kripke’nin fikirlerinin felsefe dışında da kimlik, biyolojik özcülük, ‘kadın’ ve ‘beyaz ırk’ gibi kavramların ne ifade ettiğiyle ilgili sıcak politik tartışmalar için ne gibi cevaplar sunabileceğini tartışacağım (örneğin bu gibi terimler gizli genetik/biyolojik özelliklere mi bağlıdır?)
Felsefeye veya bu gibi tartışmalara ilgi duyan kimse Kripke’nin diyeceklerine kulak tıkamamalı.
İnsanlarla ve yerlerle ilgili konuşmak için Aristoteles, Donald Trump ve Paris, şeyler hakkında konuşmak için de ‘su’, ‘altın’ ve ‘kaplan’ gibi isimler kullanıyoruz. Şöyle dediğimi düşünün: “Aristoteles birçok kitap yazmıştır.” Burada, ‘Aristoteles’ ismi benim onun hakkında bir şeyler söylememe olanak sağlayarak nasıl bir tarihsel kişiliğe işaret ediyor?
Uzun bir zaman boyunca yaygın görüş, isimlerin bireyleri açıklamalar aracılığıyla seçtiğine yönelikti. Bertrand Russel (1872-1970)’ın görüşüne göre ‘Aristoteles’ gibi bir isim, ‘Platon’un öğrencisi ve Büyük İskender’in hocası’ ile aynı açıklamaya sahiptir, böylece bütün açıklama kutularını işaretleyen eşsiz biridir:
☐Platon’un öğrencisi
☐Büyük İskender’in hocası
Aydınlanma filozofu John Locke (1632-1704) ise benzer şekilde ‘altın’, ‘su’ ve ‘kaplan’ isimlerinin açıklamalarıyla eş anlamlı olduğunu düşünüyordu. Örneğin ‘altın’ ismi, ‘sarı, işlenebilir ve alaşım oluşturabilir (böyle devam eden)’ olan maddeyle eş anlamlıdır. Yani Locke’a göre ‘altın’, alttaki herhangi ve bütün açıklamaları kapsayandır:
☐Sarıdır
☐İşlenebilir
☐Alaşım oluşturabilir (gibi)
Benzer olarak, ‘su’ ismi ‘ıslak olan, susuzluk gideren ve 100 derecede kaynayan (gibi)’ açıklamalarla eşanlamlıdır. ‘Kaplan’ kelimesi de ‘büyük, çizgili, etçil kedigil’ açıklamasıyla eş anlamlıdır.
Peki bu açıklamalar nereden geliyor? Biz yaratıyoruz. ‘Altın’ için sarılık, işlenebilirlik ve alaşım oluşturulabilirlik gibi açıklamaları biz bir araya getiriyoruz ve bu özelliklerin neyin altın olmadığına karar vermesini sağlıyoruz. Düşünceleri böyle birleştirerek ve gerçeklikle kesişen açıklamaları bir araya getirerek doğayı takip edebiliriz; ama her zaman değil. Tek boynuzlu at düşüncesi, bir boynuz ve at düşüncelerini bir araya getirir, ancak böyle bir canlıyı doğada bulamayız.
Birçok özel ad, bir çeşit açıklamalar listesine karşılık gelmekten ziyade şeylere doğrudan mı işaret eder?
20. yüzyılın ortalarında Ruth Barcan Marcus ve Hilary Putnam gibi filozofların bulunduğu bir grupla birlikte Kripke, bir çeşit mental açıklamalar listesini doldurmaktan ziyade adların şeylere doğrudan işaret ettiğini iddia ederek genel kabul görmüş fikirleri yıktı.
Kripke’ye göre, özel adlar tanıtıldıkları zaman genelde doğrudan bir bireye ilişik olurlar. “Aristoteles” dediğimizde, aslında onu (işaret ederek) kast ediyor olabiliriz. Niyetimiz, herhangi olası veya gerçek bir durumda (isimle bağdaştırdığımız açıklamaların isime uymadığı durumlarda bile) sarf ettiğimiz ismin doğrudan kişiyi seçmesidir.
Aristoteles’in bahçivan, Aristoteles’in kardeşinin de Platon’un öğrencisi ve Büyük İskender’in hocası olduğu bir senaryo düşünün. Bu -tabii ki- gerçekleşmedi, ancak gerçekleşebilirdi. Kripke, eğer Aristoteles sadece ‘Platon’un öğrencisi ve Büyük İskender’in hocası’ anlamına gelseydi ismin yanlış kişiyi seçeceğine parmak basıyor.
Üstelik, gerçek durum da Aristoteles’in ona atfedilen özelliklerin çoğuna sahip olmadığı bir durum olabilir. Tarihçiler, Aristoteles’in aslında başkalarının başarılarıyla -Platon’un öğrencisi olmak ve Büyük İskender’i yetiştirmek de dahi- övünen bir yalancı olduğunu keşfedebilir. Eğer bu doğruysa ‘Aristoteles’ ismi yalnızca ‘Platon’un öğrencisi ve Büyük İskender’in hocası’ anlamına gelemez.
Kripke, ‘su’, ‘altın’ ve ‘kaplan’ gibi çoğu cins ismin de mental bir açıklamalar listesini tiklemekten ziyade şeylere doğrudan işaret ettiğini söylüyor. ‘Altın’ı (göstererek), ‘Bu materyal altındır’ diyoruz, böylece onu tanımlıyoruz ve bir şeyin altın olup olmadığına karar verilecek örneği hiçbir açıklama olmadan yaratmış oluyoruz.
Bir cismin isminin nasıl işlemesi gerektiğiyle ilgili en ünlü örnek Kripke’den değil, ‘doğrudan referans teorisi’nin diğer bilinen bir ismi Putnam’dan geliyor.
Putnam, bizden bir İkiz Dünya hayal etmemizi istiyor- aynı bizim dünyamız gibi olsun, insanların da görünür kopyalarını barındırsın. Bu iki dünya arasındaki tek fark şu: İkiz Dünya’da berrak, susuzluk giderici vs. olup okyanusları, gölleri ve nehirleri dolduran kimyasal sıvının formülü H20 değil XYZ olsun. Diyelim ki 1750 yılındayız ve suyun kimyasal özellikleri henüz keşfedilmedi. İki dünyanın yerlileri de bu sıvıya ‘su’ desin. 1750’de olduğumuz için, iki dünyada yaşayanlar da aynı açıklamalar listesini dolduruyor olsun: iki taraf da ‘su’ cismini berrak, susuzluk giderici ve 100 derecede kaynar olarak biliyor. Şimdi bir bardak XYZ’nin bizim dünyamıza getirildiğini ve Locke’a verildiğimi düşünün. Locke bunun bir su olduğuna inanırdı, çünkü bir suyun bütün özelliklerini sağlardı. Peki bu cisim, gerçekten su olur muydu? Putnam’a göre hayır. İçgüdüsel olarak, o bardaktaki şey suyumsu olsa da su değildir. Putnam diyor ki, Dünyada da İkiz Dünyada da ‘su’ terimi aynı özelliklerle bağdaştırılsa da farklı anlamları vardır ve farklı kimyasal türlerden oluşurlar. Su olmanın bir gerekliliği de, 1750’de bu bilinmiyor olsa bile, H20 olmaktır.
Benzer şekilde, Kripke de neyin altın olup olmadığının atomik bileşenlerinden- örneğin atom numarasından (altın için 79) anlaşıldığını öne sürüyor, ‘altın’la bağdaştırdığımız açıklamalar listesinden değil. Sarı, işlenebilir ve bileşen oluşturabilir olan fakat atom numarası 79 olmayan bir cisim yalnızca bir aptal için altın olabilir; atom numarası 79 olup farklı görünse bile bir cisim altındır. Kripke’ye göre bu, Locke’un zamanında altının atom numarası bilinmeden önce de böyleydi.
Kripke aynı zamanda bir kaplanı kaplan yapan şeyin sahip olduğu gizli biyolojik, genetik ve/veya evrimsel karakteristikleri olduğunu ve çizgili, etçil ve büyük olmasıyla kaplan olmasının bir ilgisi olmadığını düşünüyor. Eğer başka bir gezegende kaplanlara tıpa tıp benzeyen canlılar ortaya çıksaydı fakat iç bileşenleri farklı olsaydı, onlar kaplan olmazdı.
Bütün zararlı otların bulundurduğu ortak biyolojik özellikleri olduğunu varsaymayız.
Kripke’nin düşünceleri diğer terimlerde de işe yarıyor. Hastalık isimlerini düşünün. ‘Sıtma’ ismini, hastalığın semptomlarının altında yatan sebepler için kullanırız, semptomların kendisi için değil. Hastalığın altında yatan sebebi keşfetmeden önce bile (sivrisineklerin ısırıklarından bulaşan plazmodyum parazitleri) birinin sıtma semptomları gösterebileceğini biliyoruz. Ayrıca, bütün sıtma semptomlarını taşıyıp sıtma olmayabileceğimiz gibi, semptomların hepsini taşımadan da sıtma olabiliriz.
‘Altın’ ve ‘kaplan’ kelimelerinin böyle işlemesi bütün cins isimlere uygulanabilir mi? Hayır. Putnam’ın örneğine göre ‘yeşim’ terimi bir cismin adı olarak tanıtılmıştı, ancak sonradan anlaşıldı ki aynı şekilde isimlendirilmiş iki farklı cisim söz konusuydu (yeşimtaşı ve neferit). Bu cisimler benzer görünüyor ve benzer tepkiler veriyordu; böylece bizi tuzağa düşürdüler. Nihayetinde, kimyasal yapıları farklıydı. Yani ‘yeşim’ kelimesinin gizli ve temel bir bileşeni olmasını istesek bile iki taş arasında bu seçimi yapamıyoruz.
Üstelik ‘araba’ ve ‘kaşık’ gibi sözcükler de en azından bir bakıma Locke’un düşündüğü gibi işliyor. Bu cisimlerin böyle isimlendirilmesi için tek gereken şey zihnimizdeki özellikler listesini doldurmaları. ‘Araba’ örneğinde, bir şeye ‘araba’ diyebilmemiz için o cismin (kabaca) dört tekerleği olan, bir veya birden fazla insanın yolda ulaşımını sağlayan araç olması yetiyor. Cismin dış görünüşü ve işlevi önemli olan tek şey gibi görünüyor; iç yapılarıyla ilgilenmiyoruz.
Kripkeci biçimde işlemeyen başka bir kelime de ‘ot.’ ‘Ot’ kelimesini bahçemizde görmek istemediğimiz çeşitli bitkiler için kullanırız (çünkü çirkindirler, zararlıdırlar vs.) ve ‘ot’ dediğimiz bütün bitkilerin altında yatan paylaşılmış ortak biyolojik özellikleri (kaplanlarda ve güllerde olduğu gibi) olduğunu düşünmeyiz.
Kripke’nin fikirleri, felsefenin rolü ve limiti açısından devrimsel sonuçlara gebeydi. Örnek olarak şuna bakalım. Filozoflar genelde zorunlu ve zorunsuz doğrular arasında ayrım yapar. Biden’ın ABD başkanı olduğu doğru olmasına rağmen bu doğru olmak zorunda değildir. Bu yüzden bu, zorunsuz bir doğrudur. Diğer yandan üçgenlerin üç köşeli olması zorunlu bir doğrudur. Dört köşeli bir üçgenin olduğu bir durum olamaz.
Kripke’den önce neyin zorunlu olup olmadığını gözler önüne sermek bilimsel gözlemin değil, büyük oranda koltuk filozoflarının ve matematiksel düşüncenin işiydi. Gözlem, şeylerin ne olduğuna ilişkin bilgi sağlıyor, ancak nasıl olmaları gerektiğine dair bilgi sağlamıyordu. Immanuel Kant (1724-1804)’ın dediği gibi:
Deneyim bize şeylerin ne olduğunu gösterir, ancak öbür türlü olup olamayacaklarını göstermez.
Kripke bu geleneksel görüşü sarstı. Altın’ın zorunlu olarak 79 protonlu olması gerektiği fikri, yalnızca oturduğumuz yerden felsefi düşünceyle bulabileceğimiz zorunluluklar fikriyle çelişiyordu. Sonuç olarak Kripke, geleneksel olarak felsefenin olduğu iddia edilen büyük bir alanı bilime devrederek bilim-felsefe sınırını yeniden çizdi.
Görüşleri devrimsel olabilir, fakat doğrular mı? Post-Kripkeci felsefenin büyük bir kısmına göre, en azından özel isimler için, açıklamacı teori yanlış ve Kripke haklı. Asıl tartışmalı olan kısım, ‘altın’ gibi cins isimlerin Kripke’nin düşüncesine göre işleyip işlemediği.
Başka bir yazıda Kripke’ye ‘altın’ ve ‘kaplan’ üzerinden gelen genel eleştirilerin üstesinden gelinebileceğini anlatmıştım. Ancak aşağıda da açıklayacağım üzere isimlerin içsel özellikleri içlerinde taşıdıkları fikri, civarda gezen oldukça tartışmalı felsefi fikirlerle karıştırılabilir.
Onun bekar olup olmadığını koltuğumda oturup iyice düşünerek keşfedemiyorum.
‘Altın’ ve ‘kaplan’ gibi isimlerin içsel özellikler barındırdığını (yani bir şeyi o şey yapan özelliklerin yalnızca bilimsel olarak bulunabileceğini) söyleyerek, Kripke’nin bir tür ‘özcülüğü’ savunduğu düşünüldü. Bazıları onun fikirlerinden, dünyanın dokusunda hazır bulunan özler olduğu düşüncesini çıkardı. Amerikan filozof Keith Donnellan (1931-2015)’ın güzel örneğine bakalım. Diyelim ki size ‘nedesemki’ diye bir kelime tanıtıyorum ve şunu söylüyorum:
- Zorunlu: Birisi, ancak ve ancak (sokaktaki tanımadığım birini işaret ediyorum) şuradaki kişiyle aynı medenî hâle sahipse ‘nedesemki’dir.
Şimdi diyelim ki işaret ettiğim kişinin bekar olduğunu öğrendim. O zaman şunu çıkarsayabilirim:
- Zounlu: Birisi ancak ve ancak bekarsa ‘nedesemki’dir.
Sondaki zorunlu gerçeği öğrenmemin tek koşulu, işaret ettiğim kişinin medenî hâlini gözlem yoluyla keşfetmemle mümkündür. O kişinin bekar olup olmadığını koltuğumda oturup iyice düşünerek keşfedemem. Böylece, gözlem gerektiren bir zorunlu gerçek daha bulduk.
Yine de, ‘nedesemki’yle ilgili bu zorunluluğun dilsel pratiklerin dışında bir biçimde, daima var olduğunu ve bizim onu keşfetmemizi beklediğini söylemek komik olurdu. Sonucun zorunluluğu açık bir şekilde dünyanın dokusunda zorunlu bulunan bir şey değildi- sadece dilsel bir gereklilikti. Burada dünyanın tek katkısı, sadece bir vakadır- sokaktaki işaret ettiğim kişinin bekar çıkması vakası.
O zaman, bir şeyin sadece ve sadece atom numarası 79 ise altın örneği olması zorunluluğuyla ilgili de aynı şeyi söyleyebiliriz. Sırf açıklığa kavuşturmak için bir şeyi gözlemlememiz gerektiği, o şeyin dünyada daima var olması şartını taşımaz. En azından şunu söyleyebiliriz: nedesemki örneğinde olduğu gibi, zorunluluk kavramı nihayetinde dilsel gerekliliklerin ve uygulamaların ürünüdür. Hatta aslında bakarsanız Putnam da tam olarak bunu söylüyor: “suyun ‘özü’ aslında kelimeyi kullanışımızın ve imâlarımızın bir ürünüdür; bu tür bir öz dünyada hep var olmamıştır.”
Kripke ve Putnam’ın sözcüklerin nasıl işlediğine dair fikirlerine gelen tepkinin en azından bir kısmının felsefi olarak çok heyecanlandırıcı olan özcülüğü temsil ettiklerinin sanılmasından kaynaklandığını düşünüyorum- ancak bunun niyetleri olup olmadığı bile belli değil.
Giriş kısmımda, Kripke’nin kelimelerle ilgili fikirlerinin yalnızca akademik konularda değil, ‘biyolojik özcülük’ ve kimlik gibi politik başlıklarda da işimize yarayabileceğini söylemiştim. İşte birkaç örnek.
Mevcut politik iklimde, en ateşli tartışmalardan birisi ‘trans kadınlar kadın mıdır’ tartışmaları. Bir taraf trans kadınların kadın olduğu konusunda -trans kadınların kadın olduğunu reddetmenin bir çeşit bağnazlık (transfobi) olduğunda da- ısrarcıyken diğer bir tarafta ‘kadın’ olmanın genetik ve biyolojik özsel özellikler taşımak olduğunu (örneğin XX kromozomları, vajina ve hormonlar) savunanlar var. İkinci tarafa göre trans kadınlar bu içsel özellikleri taşımadıkları için kadın olamaz.
Sorunun bir kısmının, ‘kadın’ kelimesinin Kripkeci bir şekilde işleyip işlemediğine bağlı olduğu bariz- yani ‘kadınlar bazı içsel özelliklere sahip, ve bu içsel özelliklere sahip olmayanlar kadın olamaz mı?’ gibi sorular. (Bu arada, Kripke’nin bildiğim kadarıyla ‘kadın’ kelimesinin nasıl işlediğiyle ilgili herhangi bir fikir sunmadığını söylemek isterim.)
Kişisel olarak, uzun süredir kullanılan ‘kadın’ kelimesinin beraberinde getirdiği belirli biyolojik/genetik özellikler olduğu fikrini mantıksız bulmuyorum (‘dişi’ kelimesi bu şekilde kullanıldığında hiç mantıksız bulmuyorum). Eğer durum buysa, olayın içinde bir çeşit biyolojik özcülük var: Birinin ‘kadın’ olarak tanınması için belirli içsel biyolojik özellik kombinasyonlarını barındırması gerekir.
Ancak ‘biyolojik özcülük’, diğer şeylerin yanısıra şu görüşler için de kullanılıyor:
- Erkek veya kadın olmak her insanın özsel özelliğidir, bir erkek kadın olamaz veya bir kadın erkek olamaz.
- Her insan erkek veya kadın adlı iki kategoriden birine ait olmak zorundadır.
- Cinsiyet terimleri içsel genetik/biyolojik karakteristikler aracılığıyla kişilerin sosyal rollerini belirler (kadınlar ev hanımı olmalıdır, kadınlar çekingen olmalıdır gibi)
Tartışma adına şimdilik ‘kadın’lığın Kirpkeci bir şekilde işlediğini varsayalım, yani ‘kadın’ olabilmek için belirli genetik ve/veya biyolojik özellikler barındırmak gereksin. Yukarıdaki diğer biyolojik özcü görüşler bu varsayımı takip eder mi?
Hayır. İlk olarak, kişinin cinsiyet değiştirmesinin imkansız olduğunu söyleyen ilke Kripkeci yaklaşıma uymuyor. Atom numarasının 79 olması altın’ın özsel bir özelliği olsa bile bir altın parçası nükleer işlemlerle başka elementlere dönüştürülebilir. Benzer şekilde, ‘kadın’ olmak bazı genetik, hormonal ve/veya biyolojik özelliklerin bir kombinasyonunu gerektirirse de, medikal olarak bir erkeğin fizyolojisini kadın haline getirmenin imkansız olmasını gerektiren bir şey yok. (Tabii ki hormon tedavisinden veya genital değiştirme ameliyatından geçen trans bireyler içsel olarak değişiyor, ancak XX kromozomuna sahip olmak ya da kullanılabilir rahim sahibi olmak gibi bazı diğer içsel karakteristiklerin değişimi henüz mümkün değil.) Ancak, şu öne sürülebilir: bir erkeği kadına çevirmek ameliyatla görünüşünü değiştirmek değildir.
İkinci olarak, her insanın kadın ya da erkek olduğunu düşünen biyolojik özcülük Kripkeci yaklaşıma uyar mı? ‘Kadın’ ve ‘erkek tamamen farklı ve kesişmeyen iki türe mi işaret eder? Tekrardan hayır. ‘Kadın’ ve ‘erkek’ kategorileri, intersexlerin hem içsel hem dışsal olarak arada bir yerde olduğu bir spektrum olabilir.
Bir terimi nasıl kullandığımız onun ne ifade ettiğini belirlese de bu, dili kullanış biçimimizi değiştiremeyeceğimiz anlamına gelmiyor.
Son olarak, ‘kadın’ kelimesinin içsel genetik/biyolojik karakteristikler içerdiği ve bu karakteristiklerin sosyal rollerimizi belirlediği görüşü Kripkeci bakışa uygun mu? Kesinlikle değil.
Ancak, ‘kadın’lık böylesine Kripkeci bir kullanıma sahip mi? Birçoğumuz terimi, niyetimiz neyse o yönde işleyecek biçimde kullanıyoruz. Ancak yine de, birisi eğer ‘kadın’lığı bu şekilde kullanıyorsa (veya daha mantıklı olarak ‘dişi’ kelimesini), kullanmaması gerektiği öne sürülebilir. Belki de ‘trans kadınlar kadın mıdır?’ tartışmaları bundan ibarettir- kelimelerin ne ifade ettiği değil, onlara ne anlam vermemiz gerektiği. ‘Kadın’lığı hormonel değişim, genital ameliyatı gibi süreçler geçirip geçirmemelerinden bağımsız olarak trans kadınların da içerileceği bir biçimde kullanabiliriz. Bir terimi nasıl kullandığımız onun ne ifade ettiğini belirlese de bu, dili kullanış biçimimizi değiştiremeyeceğimiz anlamına veya bir terimi değiştirmemek için iyi sebeplerimiz olamayacağı anlamına gelmiyor. (Örneğin ‘trans kadın’ ayrımının trans insanların uğradığı ayrımcılıkla savaşmamıza olanak sağlaması)
Diğer yandan, Kripkeci kullanıma karşı çıkabilecek argümanlar akla geliyor. Bazıları, ‘kadın’lığın kullanımı önemli ölçüde patriyarşinin tarihiyle, biyoloji ve üreme odaklı farkla, ayrıcalık ve baskı ilişkileriyle bağlantılı olduğu için bu farktan meydana gelen kadınlık kavramlarını silmenin eşitsizliğe karşı verilen savaşta bir engel olabileceğini öne sürüyor. (Filozof Sally Haslanger’a göre en azından geleneksel cinsiyetçilik ve eşitsizlikle karşı karşıyayken teorisyenlerin ‘kadın’lığı ‘üzerinden hedef gösterildikleri ve ötekileştirildikleri dişi biyolojik özellikleri ve cinsel üretkenliğiyle’ bağıntılı bir şekilde kullanması gerekiyor.)
Kelimeyle bütünleşik biyolojik ve genetik özellikler taşıdığı düşünülen bazı diğer kelimeler de ‘beyaz’, ‘latin’, ‘yahudi’, afro-amerikan’, ‘kızılderili’ gibileri. Peki bu kullanımlar nasıl işliyor?
Çoğu durumda bu kategorilerin özsel olarak coğrafi kökene dayandığı söylenebilir. Bir ‘latin,’ Latin Amerikan ülkesi kökenli, ‘afro-amerikan’ birinin ataları da Afrika’yla bağlantılı olmalıdır. ‘Beyaz’ kelimesi de bazı bağlamlarda ‘Avrupalı’ gibi bir anlam taşıyor.
Cevabı açık olmayan şey ise insanları ırkına göre kategorilendirmemizi sağlayan bu terimlerin, bütünleşik birer biyolojik/genetik özellikle bağları olup olmadığı; ve olduğu konusunda şüpheliyim. Varsayımsal bir kızılderili düşünün, bir çeşit garip genetik mutasyondan sonra içsel olarak da dışsal olarak da afro-amerikan gibi görünsün. Bu kişi hâla kızılderili midir? Bence öyledir. Eğer doğru cevap buysa, dış görünüş ya da genetik/biyolojik faktörlerin kızılderili olmakla hiçbir alakası yoktur; soybilimsel takip yeterlidir.
Yine de, ‘kızılderili,’ ‘beyaz’ gibi terimler beraberinde bir takım genetik özellikleri de getiriyorsa bu özelliklerin taşınması, birinin ‘kızılderili’ olarak tanınması için gerekli ve yeterlidir. O zaman biyolojik özcülüğün bazen ırkla bağdaştırılan aşağıdaki dördüncü formu Kripkeci bakışa uyar mı?
- ‘Kızılderili’ ve ‘beyaz’ gibi terimler, doğayı tam on ikiden vurur ve bizim öznel önyargılarımız ya da fikirlerimizden bağımsız olarak dünyada hazır bulunan bilimsel türlere işaret eder.
Hayır, uymaz. Sarışınlarla sarışın olmayanlar, kemerli burunlularla kalkık burunlular, ayağı düz taban olanlarla düz taban olmayanlar arasında içsel genetik farklılıklar olduğunu ve bu farklılıkların dışarıdan belli olan özellikleri belirlediğini düşünün (ki bu mantıklı bir şey). Şimdi sarışın, kemerli burunlu ve ayak tabanı düz olan insanları ayrıcalıklı olarak konumlandıran varsayımsal bir toplum düşünün. Bahsettiğim genetik kombinasyona sahip insanlara ‘zingo’ densin. ‘Zingo’ ve ‘zingo-olmayan’ terimleri başarılı bir şekilde içsel genetik özelliklerin varlığına ya da yokluğuna işaret etse de, toplumun bu ayrımının bilimsel olarak işe yaradığı ya da ‘doğayı tam on ikiden vurduğu’ söylenemez. Zingolar ve zingo-olmayanlar kesinlikle vardır, üstelik Kripkeci bir ‘öz’e de sahip olacaklardır, ancak bu terimlerin kullanımı büyük oranda toplumun önyargıları ve tercihleriyle ilgilidir; doğayı tam on ikiden vurmazlar. O zaman bunun aynısı, belirli genetik özellikleri içlerinde taşısalar da kızılderililer veya beyazlar için de geçerli olabilir (ve dediğim gibi, ben hâlâ taşıdıklarına şüpheliyim).
Tabii ki, bunların hiçbirisi örneğin açık veya koyu teni belirleyen genetik farkların olmadığını ve bu farkların bilimsel sonuçları olmadığını göstermez (Örneğin açık ten rengi cilt kanserine daha yatkınken daha koyu ten renkleri D vitamini eksikliği yaşamaya daha yatkındır).
Kripke’nin cins isimlerinin nasıl işlediğine yönelik fikirlerinin kimlik ve biyolojik özcülük konularında bize nasıl yardım edebileceğini göstermeye çalıştım. Kripke’nin ‘kaplan’ gibi isimlerin nasıl işlediğiyle ilgili -ki kaplan durumunda bence doğru olan- düşüncelerinden çıkan biyolojik özcülükle, nefret söylemine kayabilen ve toksik olabilen biyolojik özcülüğün birbirlerinden farklı olduğunu görmenin önemini unutmamalıyız.
Burada belirtilen bütün görüşler yazarın kendisine aittir.
Nigel Warburton– “The necessity of Kripke“, (Erişim Tarihi: 28.02.2021)
Çevirmen: Efe Aytekin
Harika bir yazı 👏 Teşekkürler çeviri için 🌿
Kripke’nin özel adlara ilişkin argümanı güçlü görünürken, bunu “doğal türler”e de taşıması sorunlu görünüyor. İkisi kategorik olarak çok farklı şeyler ve bu yüzden ilki için söylenelerdeki ikna ediciliği ikincisinde bulamıyoruz. Güzel çeviri için teşekkürler.