//

Dile Dönüşün Ardından – Crispin Sartwell

Analitik ve kıta felsefecileri bir zamanlar dil konusundaki saplantılarında aynı noktada birleşiyorlardı. Ama artık yeni sorular gündemde.

Jacques Derrida “Metnin dışında bir şey yoktur” cümlesini kullandığında yıl 1967 idi. Derrida’nın söylediği diğer çoğu şey gibi bu ünlü söylemi de bağlamı düşünüldüğünde anlaması ve yorumlaması daha zor hale geliyor. Yine de bu söylem zamanının akademik çevrelerindeki tartışmaların özünü yerinde bir şekilde yakalıyor. Aynı yılda Richard Rorty’nin yayınladığı The Linguistic Turn adlı antolojinin de öne sürdüğü üzere, 20. yüzyılın en önemli felsefesinin dil felsefesi olduğu düşünülebilir. O yıllardaki sayılı gerici düşünür hariç neredeyse herkes bu fikri onaylıyordu. Felsefe uzun yıllar boyu dilin doğasını (örneğin gerçekliğin, iyiliğin ya da güzelliğin doğasının aksine) durmaksızın öne çıkardı. Sorulan felsefi sorular arasında nihayetinde dil sorusu olmayan bir felsefi soru olup olmadığıyla ilgili tartışmalar vardı.

Geriye dönüp baktığımızda dil sorularıyla ilgili bu yakınsama dikkate değer görünüyor. Gerçekten de neredeyse dışlayıcı bir şekilde tecrübelerimizin merkezine birçok düşünür diyaloğa kapalı bir biçimde dili yerleştiriyordu. Bu durumun 20. yüzyılın özelliklerinden biri olduğu ve felsefenin o dönemdeki gelişimi görmek adına önemli bir nokta olduğu söylenebilir.

20. yüzyılda, her biri kendi jargonu ve kanonuyla Batı felsefesi iki geleneğe ayrıldı: Analitik felsefe ve Kıta felsefesi. İki söylemde birden ustalaşmak oldukça zor bir ihtimal olarak görünüyordu (örneğin hem Martin Heidegger hem de Bertrand Russell okumak veya hem Willard Van Orman Quine hem de Michel Foucault özelinde geniş bir anlayışa sahip olmak) ve çok az düşünürün bunu yapacak motivasyonu vardı. Neredeyse her zaman düşünürler bu iki ekolden yalnızca birine ait olarak kategorize ediliyor ve çoğunlukla bu iki taraftan biri diğerine karşı saldırgan bir tavır takınıyordu. Analitik felsefeciler Kıta felsefesinin anlamsız ve öznel zırvadan ibaret olduğunu ve bir önem arz etmediğini savunurken Kıta felsefecileri de Analitik ekolü aşırı detaycı bir mantıkla çalışan, kültürel herhangi bir yorumdan uzak ve insan hayatına dokunamayan, sırf yapmış olmak için yapılan bir bilimcilikle karakterize ediyordu.

Sürpriz olmayan şey ise iki geleneğin de katılımcılarının düşündüğünün aksine birbirleriyle ortak noktaları olduğuydu. Analitik ve Kıta felsefesi Batı akademisinde aynı zamanda ortaya çıkan ve ortak bir düşünce tarihini (örneğin akılcılar, ampiristler ve idealistler) paylaşan geleneklerdi. Rekabetleri profesyonel olduğu kadar kavramsaldı ve ‘yarışmanın’ amacı hangi tarafın öteki tarafın profesörlerinden üstün olduğunu görmekti. Ancak aynı yüzyılın içinde, bin farklı yolla, aynı Zeitgeist’ı paylaştıklarını söylemek zor değil. Yıl 1967 olduğunda tamamen farklı kavramlar kullansalar da aynı takıntılara sahip, aynı hatalardan mustariptiler.

Kıta felsefesi de Analitik felsefe de dile takıntılıydı ve yüzyılın sonuna kadar neredeyse onun içine çekildiler. İki tarafın da motivasyonu benzerdi: dil felsefesi 19. yüzyılın karmaşık, büyük oranda spekülatif metafiziğini, yani Hegel, Schelling veya Schopenhauer gibi düşünürlerin büyük sistemlerini iyileştirecekti. Düşünürler yönlerini tarihin veya bütün varlığın doğasını anlamaktansa ‘bütün varlığın doğası’ derken neyi kastettiğimizi anlamaya çevirdi. Bunu yaptıklarında ise bu gibi cümlelerin önemsiz olduğunu ya da çoğunlukla yanlış kullanıldıklarını ve felsefenin dilin doğasını berraklaştırmak gibi bir görev üstlenmesinin daha işlevli olacağını düşündüler.

The Linguistic Turn (Dilsel veya Dilbilimsel Dönüş) 1890 ve 1910 arasında yaşanan düşünsel krize karşı bir yanıt olarak ortaya çıktı diyebiliriz. Hegelci ve Kantçı idealizm yüzyılın büyük bir kısmını domine etmişti ve bu ‘sistemler’ gittikçe daha anlaşılmaz, zor ve doğa bilimleri gibi diğer alanlara uygulaması zor hale geliyordu. Deneysel bilimin hızla ilerlediği zamanlarda felsefenin alakası ve anlaşılabilirliği şüpheli eski fikirlerde esir kalmış gibiydi.  

Öncelikle Analitik tarafı ele alalım. Analitik felsefenin temel atılımı, Russell ve Moore’un yüzyılın başlarında da üzerine konuştuğu üzere felsefe problemlerine öne sürüldükleri dili analiz ederek Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus (1921)’ta ortaya koyduğu gibi bir stratejiyle işaret etmek ve onları bu şekilde çözümlemekti. Bu projenin temel dönüşüm noktası anlamlı dilin sınırlarının çizilmesinden geçiyordu. Moore, varoluşu açıklamaktan ziyade ‘varoluş’ kelimesinin anlamını açıklamakla ilgileniyordu. Bize tikel şeylerin ne olduğunu değil, ‘tikel’ kelimesinin ne anlam ifade ettiğini yüksek bir dikkatle açıklamayı amaçlıyordu. Bu şekilde düşünsel konuşmalar öznelliğin doğasından ‘ben’liğin anlamına kaydı.

Neredeyse daha önceki bütün felsefe, eğlenceli bile olmayan safsatalardan ibaretti.

Russell ve Moore’un umduğu gibi bu odak kayması ve mantıktaki gelişmeler felsefe disiplinini tekrar canlandırdı, akademik saygınlığını artırdı ve geçtiğimiz yüzyılda İngiltere ve ABD’deki üniversitelere hakim olan bir yazma ve düşünme biçimini ortaya çıkardı. Zaman zaman gereksiz teknik sorunlara düşse de yeniden oluşturulmuş bu disiplin, düşünürleri metodolojik olarak sınırlamakta iyi bir iş çıkardı. Pozitivist filozof A J Ayer 1936’da bu değişimi özetler nitelikte olan şu sözleri söylemişti: “Bütün gerçek problemler en azından teorik olarak çözülebilirdir.” Ayer’e göre çoğu felsefi problem sözde-problemdi ve yakın incelemeyle birlikte problemi oluşturan dilin içerisinde çözülmeye mahkumdular. “Mutlak olan evrimleşir ve ilerler, ancak kendisi bunlara muktedir değildir.” gibi bir metafiziksel sözde-önerme, Ayer’e göre, sözü söyleyen kişi için bile ‘gerçek bir önerme’ değildir çünkü gözlem veya deney aracılığıyla onaylanması mümkün değildir.

Ayer bu cümleyi 19. yüzyılın en tipik ve baskın İngiliz filozoflarından biri olan F H Bradley’den alıntılıyor. Ona göre neredeyse daha önceki bütün felsefi sistemler safsatalardan oluşuyordu. Ayer’in demek istediği şey, eğer felsefe işe yarar ve saygıdeğer bir konu bulacaksa bunun gerçekliğin doğasında ve işlevinde değil, dilin doğasında ve işlevinde bulunacağıydı.

1710’da ampirist metafizikçi George Berkeley “Esse is percipi” demişti: “Var olmak algılanmak demektir.” Bir şeyin var olması veya gerçek olması için Berkeley ve diğer birçok kişi için (örneğin Immanuel Kant) bu şeylerin insan algısında belirli rolleri oynaması veya bizim zihinsel imgelerimizde bir şeye karşılık geliyor olması gerekiyordu. Bu biçimdeki metafiziğe bir övgü ve aynı zamanda onun bir parodisi olarak 1939’da Quine şunu demişti: “Var olmak bir değişkenin değeri olmak demektir.” Quine metafiziğin büyük otoriteleriyle dalga geçiyor gibiydi. Ama ‘sınırlı değişken’ fikri, varoluşun dile dayandığı bir ontoloji sisteminde duymaması imkansız bir fikir: varolmak, ‘uzun ve yeşil bir şey görüyorum’ cümlesindeki gibi ‘bir şeyler’e bağlı olmakla eşdeğerdir (ya da, mantık dilinde (∃x)(Fx&Gx) tikel niceleyici, değişken olan x’i kendine bağlıyor da diyebiliriz).

Quine’ın Harvard’dan meslektaşı Nelson Goodman, Ways of Worldmaking (1978) kitabında bu görüşü şöyle özetliyor:

Eğer size dünyayla ilgili bir soru sorarsam, bana bir ya da daha fazla referans çerçevesinden nasıl gözüktüğünü söyleyebilirsiniz; peki ya bütün çerçevelerden bağımsız olarak nasıl göründüğü konusunda ısrar etsem ne derdiniz? Tanımlanan şey her neyse onu tanımlamak dışında bir şansımız yok. Demem o ki, evrenimiz bir dünyadan ziyade bu tanımlama yollardan oluşuyor.

Goodman ve diğerlerinin öne sürdüğü şekliyle, sayısız felsefi problem dünyamız ve bizim onu tanımlayış şeklimiz arasındaki bu bahsi geçen ayrım tarafından oluşturuluyor. Onu tanımlayış şeklimizle uğraşmak dışında, kendi zihnimizin dışına çıkmadan yapabileceğimiz pek bir şey yok. Rorty 1970’lerde bu durumu ‘dünyanın kaybedilişi’ olarak özetlemişti. Artık dünyalar yerine kelimeler üzerine konuşuyoruz.

Bu analiz şekli geliştikçe arkasındaki motivasyonun da geliştiğini söylemek mümkün. Wittgenstein’ın geç döneminde insan tecrübesinde dilin önemi gittikçe daha merkezi bir konum alıyor ve bunun üzerine ışık tutmak da içgüdüsel bir şekilde daha önemli oluyor. Bu artık öncelikli olarak 19. yüzyıl felsefesini yıkmakla ilgili değil, insan kültürü ve iletişiminin temelleri üzerine bir tartışma.

Wittgenstein yüzyılın ortasında şöyle diyordu: “Bir dil hayal etmek bir yaşam biçimi hayal etmektir,” ve bir dili incelemek de aynı bir yaşam formunu incelemek gibi bir kişilik ve kültür barındırır. Bu düşünce tarihini bir yerde toplamanın ilk çabası olan Rorty’nin The Linguistic Turn’ü basılana kadar herkes için (beğenseler de beğenmeseler de) dilin doğası ve onun işleyişinin detaylı analizi (J L Austin’in ‘gündelik dil’ felsefesi veya David Lewis ile Saul Kripke’nin dilsel metafiziği gibi) 20. yüzyıl felsefesinin odak noktası olmuştu bile.

Kitabının giriş kısmında Rorty şöyle yazıyor:

Bu antolojinin amacı en son yaşanan felsefi devrimin, dil felsefesinin üzerine akıl yürütmek için gerekli materyalleri sunmaktır. ‘Dil felsefesi’ derken kastettiğim şey felsefi problemlerin kullandığımız dili daha iyi anlayarak ya da onu yeniden düzenleyerek çözülebileceği (ya da ortadan kaldırılabileceği) görüşüdür. Bu görüş, öne sürenlerin birçoğu tarafından zamanımızın, hatta geçtiğimiz yüzyılların en önemli felsefi buluşudur.

Donald Davidson ve Rorty’nin kitaplarında gelişimi gösterildiği şekliyle, örneğin, Quine ve Wittgenstein’ın fikirleri bir süredir Avrupa’da gelişmekte olan ‘postmodernizm’e doğru evrildi diye düşünülebilir. Bu fikir, dünyamızı ve onu tecrübe ediş biçimimizi dilsel bir yapı üzerine kuruyordu. Yine de açık olmak gerekirse birçok tarihi figür bu denkleme veya bu tür etiketlere karşıydı. Rorty, Richard Bernstein ve Charles Taylor’ın gösterdiği gibi, 1985 yılına doğru analitik ve kıta gelenekleri farkında bile olmadan ürettikleri felsefede aynı sonuçlara varmaya başladı.

Eğer dünya ve biz metinlersek, belki de klasik dramadan çok modernist şiire benziyoruzdur.

Şimdi de Kıta geleneğine bakalım. Ne kadar kendisi de metafiziğe karşıt bir tavır almış olsa da Heidegger ‘şeylerin öncelikle dilde oluştuğunu ve var olduğunu’ düşünüyordu. Düşünürün insan tanımı şu şekilde:

İnsan kendisini konuşan bir varlık olarak gösterir. Bu, sesli söz imkânının kendisine mahsus olduğunu değil, onun dünyayı ve kendini keşfedecek bir varlık olduğunu kanıtlar.

Şimdi, bu Quine’ın diyeceği bir şey ya da Ayer’in mantıklı bulacağı bir cümle olmayabilir. Ancak en az onların fikirlerinde olduğu kadar dilin merkezde konumlandığını görebiliriz. Onların yaklaşımında olduğu kadar Heidegger’in dil felsefesine olan yaklaşımı da on yıllar sürecek bir tartışmayı başlatmıştır.

Heidegger bu düşüncelerini On the Way to Language (1959) eserinde olduğu gibi son dönem yazıtlarında ileri taşıdı. Düşüncelerinden çıkan yorum, dili insan tecrübesinin ve gerçekliğinin temeline yerleştiriyor. Bu düşünce muhtemelen en çok Heidegger’in öğrencisi -ve Rorty’nin kahramanı- Hans-Georg Gadamer’in ‘yorumbilimsel’ (hermeneutics) felsefesinde dışa vuruluyor. ‘Yorumbilim’ esasında bir metin yorumlama disiplini olarak karşımıza çıkıyor (özellikle İncil) ve geç 20. yüzyıl Kıta filozofları bu disiplinin felsefenin devamı olabileceğine işaret ediyor.

Gadamer 1976’da ‘Dil, dünyada-oluşumuzun ve her-şeyi-kapsayan dünyayı oluşturuş biçimimizin temeli’ demişti:

Kendimizi ve dünyayı biliş şeklimizde, daha öncesinden dil tarafından çevrelenmiş durumdayız.  Büyürüz ve konuşmaya başladığımızda insanlarla, en sonunda da kendimizi analiz etme şeklimizle tanışırız… Doğrusu, dil ile zaten hep ne yapacağımızı biliriz.

Şimdi, tekrar belirtmek gerekiyor ki bu bir Analitik felsefecinin kullanacağı bir ton, doktrin veya iletmek istediği ruh hali değil. Yine de benzer bir yoğunlukta ve detayda dilin nasıl işlediğine giden bir yol gösteriliyor. Birçok yönden, Derrida ve benzerlerindeki dilin “yapısökümü” (deconstruction) Heidegger ve Gadamer’i yakından takip ederken aynı zamanda Gadamer’in iddialarına sinsice saldırıyor. Evet, Derrida için insanlar kökenine kadar dilsel canlılardır. Dilimiz bir bakımdan bize gerçekliği verir ya da gerçekliğimizin kendisidir; dil bizim kendimize ve evrene ulaşma biçimimiz ya da bunları oluşturma ve açığa çıkarma şeklimizdir. Edebi yorumlama insan tecrübesinin bütünü için iyi bir analojidir çünkü iki yorumlama aktivitesi de göstergelerle ilgilenir.

Ancak Derrida’nın işaret ettiği üzere, bu fikir korkunç sonuçlara da gebe. Eğer dünyadaki tecrübemizi yorumbilimdeki gibi bir okuma eylemi olarak görürsek, okuma eyleminin gerçekleri ortaya çıkardığı kadar delüzyonlar da ortaya koyabildiğini kabul etmemiz gerek. 20. yüzyıl edebiyatının büyük bir kısmı muğlaklık, gerçeküstü ve bilinmezlik üzerine: Eğer dünya ve bizler birer metinsek, belki de klasik bir dramadan ziyade modernist bir şiirizdir: Jane Austen romanından çok bir James Joyce eseri. Belki de kendisini görmek için dışına dahi çıkamadığımız bir durumda sıkışıp kalmışızdır.

Özellikle Fransa’da Foucault ve Deleuze gibi düşünürlerle yükselişe geçen ‘postmodern’ duruş dilin gerçekliği nasıl inşa ettiğine ve temelsiz bir yapıt olarak onun nasıl ‘daima çoktan’ yıkılmakta olduğuna odaklanıyor. Jean Lyotard bütün meşrulaştırıcı büyük söylemlerin çoktan parçalandığını ve çağın kendine tutarlı bir dil yaratamadığını öne sürüyor. Jean Baudrillard ise görüntü/gerçeklik ayrımının 1980’de yalnızca kurgusal veya ideolojik yankıları olduğunu, göstergelerin artık bir şeye işaret etmediğini, bütün ‘gerçekliği’ kaplayan bir Disney World’de yaşadığımızı düşünüyor. Yüzyılın en sonlarına doğru ise diğer düşünürler daha olumlu postmodern düşünce biçimleri benimsemeye başlıyor.

Bu düşünce biçimlerinden biri de Paul Ricoeur ve Alasdair MacIntyre’ın yaptığı gibi anlatılar veya hikayelere odaklanıyor. Anlatı kuramı, diğer kullanımlarının yanı sıra psikoloji, tarih ve etikte spesifik bir dilsel modu yani hikaye anlatıcılığını merkeze alan ve onu kişiliğin, kültürün ve gerçekliğin oluşturulma şekli olarak yorumlayan bir kuram. En önemli eserlerinden olan Time and Narrative (1984)’de Ricoeur ‘hayatın örülmüş hikayelerden oluştuğunu’ söylüyor. Bu insan kuramı zamanında gerçekten de popülerdi: Nike bile bu akıma katılarak ‘’Biz anlattığımız hikayeleriz’ sloganını yaratmıştı.

Ricoeur’a göre ‘Devamlılık… anlatının dolaylı söylemini gerektirir… Anlatılmış zaman olmadan zaman üzerine bir düşünce oluşturulamaz’, ve bu konsept bireysel kimliğin açıklanmasında da kullanılabilir. Ricoeur için ‘Bir eylemin öznesinin bu kişi ya da o kişi olduğunu belirleyen şeyle bahsi geçen kişinin doğumdan ölüme uzanan aynı devamlılıktaki kişi olduğunu başka ne doğrulayabilir? Cevap anlatı olmak zorunda.’ 20. yüzyıldaki birçok düşünür için anlatı; psikoloji, etik ve metafizik için bir temel oluşturdu. Bu fikir eski düşünürlerin insanı ve çevremizdeki dünyanın doğasını anlamamız için ‘tanrı’ veya ‘doğa’ gibi kavramları kullanmasına karşılık yeni bir alternatif yarattı.

Bu tür bir anlatı kuramı Rorty ve Taylor gibi etkili düşünürlerin yüzyılın sonunda öne sürdüğü dilsel veya toplumsal inşacılık fikrinin bir çeşidiydi: Dünyanın büyük ölçüde kelimeler tarafından oluştuğu düşüncesi. Bunun ümit verici ve iyicil politik sonuçları elbet vardı: Bizim tarafımızdan inşa edilmiş bir dünya bizim tarafımızdan tekrar inşa edilebilir. Dili kullanış şeklimizi gözden geçirerek, eleştirerek ve yeniden oluşturarak daha iyi bir sosyal dünya yaratılabilir. Taylor, Benliğin Kaynakları (1989) kitabında şöyle diyor: ‘İnsanları incelemek, belirli bir dilde var olan veya bir nebze o dil tarafından oluşturulan varlıkları incelemektir.’ ‘Bir dil olmadan kişiliği incelemeye başlamanın bir yolu yoktur.’

Rorty, Taylor, Bernstein ve MacIntyre’da Analitik ve Kıta felsefesi arasındaki benzerlikler ve postmodern ruh hali en basit tabirle kendinin-farkında hâle geliyor. Analitik ve Kıta felsefesi ortak noktalar keşfedilmeye başlanıyor. İki taraf da örneğin Noam Chomsky veya sözeylem kuramının son gelişmeleri üzerine tartışabilir duruma geliyor. Direkt olarak nadiren birlikte çalışmalar yürütülse de iki taraf arasındaki duvar, bir duvardan ziyade çitleri andırmaya başlıyor. Bir taraftan ötekine bakmak ve karşı tarafa geçtiğini hayal etmek artık daha kolay.

Ancak aynı şekilde, ortaya attıkları sorular ve sürdürdükleri çatışmalar gittikçe daha az önemli görünmeye, dile dönüşten uzaklaşma başladı. Belki de 20. yüzyılın başlarında acil görünen sorular, ne ölçüde olursa olsun, sonunda yanıtlanmış ya da terk edilmişti. Dilin felsefi olarak ele alınmasının, tarafların her iki yakasının da 1970’lerde yaptığından ne kadar daha derin veya sofistike tartışılabileceğinden emin değilim. Belki de 1999’da dil felsefesi ve anlatı kuramı, Alman İdealizminin 1899’de edildiği kadar aşırı rafine edilmişti ve alaka düzeyi sorgulanmaya başlandı.

Yeni milenyumda, dönüşen fikir arazisinin bir örneğini ele alacak olursak, çevresel meseleler, dilsel inşacılığı alakasız kılacak veya basitçe onun yanlışlığını öne sürecek şekilde merkezi hale geldi. Örneğin, dilsel söylemlerin karbon emisyonlarının yaratılmasına yardımcı olmada pek çok rolü olsa da sorunun özü kimse tarafından bilinsin veya bilinmesin, anlatılmış olsun veya olmasın, parçacıkların maddi etkileşimlerinden kaynaklanıyor. Doğal dünyanın gerçekliğini baltalayan ya da onu şekillendirilebilir bir insan ürünü yapan herhangi bir felsefe, potansiyel olarak yıkıcı hissettirmeye başlar. Gerçekten de düşünürlerin dilbilimsel yorumlama takıntısı ve herkesin dünyayı her zaman bir kitap okuyormuş gibi deneyimlediğine dair fikirleri, belli bir noktada temelde mantıksız olduğu kadar bir ayrıcalık eseri gibi de görünmeye başladı.

Ve artık gazete kağıdına boğulmuş bir dünyada değiliz, Tractatus’ta bahsi geçmeyen bir tür görüntü ve görüntü-metin melezleriyiz. Şu anda bir metinde yaşayıp yaşamadığımızdan çok sanal bir gerçeklikte yaşayıp yaşamadığımızla ilgileniyor gibiyiz. Her yeni sorunun ortaya çıkması, yeni düşünceleri gerektirir ve aynı zamanda yeni tarihleri mümkün kılar. Hegel’in gözlemlediği gibi, bir şeyin hikayesini, o şey durulmaya başlayana kadar gerçekten anlatamazsınız.


Crispin SartwellThe post-linguistic turn, (Erişim Tarihi: 09.08.2023)

Çevirmen: Efe Aytekin

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

1 Yorum

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ateizm için Bir Argüman – Graham Oppy

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü