Avrupa Sömürgeciliği Küçük Buzul Çağı’nı Hızlandırdı mı? – Dagomar Degroot

//
1191 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Çoğumuz var olan hızlı çevresel değişimin esasında modern bir kriz olduğunu düşünürüz. Günümüzde sıcaklıklar yükseliyor, toprağın humuslu üst tabakası yıkanıyor, fosfor seyreliyor/dilüe hale geliyor, ormanlık alanlar azalıyor, zirai ilaçlar tarım arazilerini verimsizleştiriyor, gübreler su yollarını tıkıyor ve aşırı nüfuslu, sanayileşmiş toplumların saldırısı altındaki biyolojik çeşitlilik hızla azalıyor. Bu değişimlerin bazıları gerçekten de yeni; fakat büyük çoğunun, yeryüzünün büyük bir kısmının bugünkü görünümünüzü almaya başladığı 1400 ile 1800 yılları arasındaki Erken Modern Dönem ile derin kökleri ve bağlantıları vardır. Son yıllarda bilim insanları, coğrafyacılar, tarihçiler ve arkeologlar, Erken Modern çevresel dönüşümlerin kökenlerinin aslında nereye kadar uzandığını ortaya çıkarmak için uzmanlıklarını ve ellerindeki bulguları bir araya getirdiler.

Hiçbir çevresel değişiklik, Avrupalı kaşiflerin ve sömürgecilerin nemalanmalarına eşlik eden sonuçlardan daha geniş kapsamlı değildi. Avustralya’dan Küba’ya dek Avrupalılar, Eski Dünya’dan uzun bir süre uzak kalmış topraklara ayak bastı. Avrupa gemileri bitki ve hayvanlar; Avrupalı insanlar ise daha önce hiçbiri Avrasya veya Afrika’nın ötesine yayılmamış olan bakteri ve virüsler taşıyordu. Söz konusu bu bakteri ve virüsler karaya indiğinde, birçoğu ekosistemler içinde ve onlarla daha önce hiç karşılaşmamış olan insan toplulukları arasında korkunç bir hızla çoğalıp yayıldı.

Bahsettiğimiz bu şeylerin sonuçları çoğunlukla felaketti. Örneğin Amerika’da, çiçek hastalığı ve kızamıktan sorumlu virüsler, “el değmemiş/balta girmemiş topraklar” olarak adlandırılan bölgedeki insanları, yani bu virüslerle daha önce karşılaşmamış olan toplulukları yeryüzünden tamamen sildi. 17.yy’da on milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Avrupalı yerleşimciler, ölüm oranlarına; şiddet eylemleri ile doğrudan veya hayatta kalanları komünal toprakların dışına ve epey kötü şartlardaki zorunlu çalışmaya zorlayarak ise dolaylı olarak yenilerini eklediler.

Bu süreçte, Avrupalıların bilerek veya bilmeyerek beraberlerinde taşıdıkları istilacı türlerden bazıları, alışkın olmadıkları ekosistemlerde pek başarılı olmasalar da, bir çoğu yerli bitki ve hayvanlarla giriştikleri rekabette onları tamamen geride bıraktı. Bol gıda, az ve hafif rekabet, az sayıda yırtıcı hayvan veya kullanılmayan ekolojik nişler göz önüne alındığında, bitki ve hayvan popülasyonları şaşırtıcı bir hızla üreyip çoğalabilir. Örneğin, çiftleşen tek bir sıçan çifti, yalnızca üç yıl içinde 17 milyondan fazla bir popülasyon halinde “istila başlatabilir!

Sıçanlar ve diğer organizmalar Amerika’yı fethederken, kıtaya çıkan yerleşimciler Avrupa’da arkalarında bıraktıkları mekanlara daha çok benzemesi için ortamları geri döndürülemez bir biçimde baştan yaratıp düzenlediler. Yerleşimcilerin aktif rol yerlerde bu düzenlemeler büyük oranda başarılı olmuştu. Yerleşimciler ekosistemlerin işleyişini sağlayan yerli unsurları tahrip ederek veya yok ederek; Avrupa’da kullanılagelen arazi kullanım modellerini yasallaştırıp yaygınlaştırarak; geniş çaplı avcılık veya ağaç kesimi yaparak ve küreselleşen hammadde ağlarına eklenerek istilacı canlı türlerine üstünlük sağladı. 19. yüzyıla gelindiğinde Avrupalılar ve onların insan olmayan müttefikleri; 1492’de Kristof Kolomb’u karşılayan sağlıklı ekosistemleri ve çeşit çeşit toplumları çoktan yok etmişti bile.

Bilim insanları ve coğrafyacılarının tahminine göre Amerika kıtasındaki ölümler o kadar ani ve hızlıca artmıştı ki, bu yerkürenin iklimini soğutmuş olabilirdi! Milyonlarca canlı (ve insan) yok olurken; yabani bitkiler birdenbire terk edilmiş tarlaları ve ormanları istila etmiş olabilir. Özellikle de genişleyen tropik ormanlar, atmosferden çok büyük miktarda karbondioksiti emebilirdi; bu küçük bir oran gibi görünse de günümüzde olanların tam tersi.

Eğer Yeni Dünya’daki milyonlarca insanın ölümü iklimsel soğumaya katkıda bulunduysa, bu ancak uzun süredir devam etmekte olan Dünya’nın iklim sistemindeki doğal değişiklikleri daha da büyütmüştür.

13. yüzyıldan itibaren Güneş’in aktivitesi, Dünya’nın yörüngesindeki küçük değişiklikler yaşanmaya başladığı anda azalmaya başladı; ki bu da yaz aylarında Kuzey Yarımküre’ye ulaşan güneş enerjisi miktarını azalttı.

Ortaçağ döneminin sonlarında nispeten nadir gerçekleşen Strato-volkanik patlamalar, stratosfere defalarca kükürt dioksit püskürttü; ve burada su ile reaksiyona girerek güneş ışığını dağıtan tozlardan oluşan soğutma perdeleri oluşturdu.

Düşen sıcaklıklar ise okyanusların ve atmosferin dolaşımına yönelik köklü değişiklikleri tetikleyen toprak ve buz denizindeki geri besleme döngülerinin kilidini açtı. Çoğunlukla şiddetli yağmur veya ciddi kuraklıklardan ötürü olmak üzere bazı bölgeler daha nemli ve bazıları ise daha kurak bir hale döndü.

Bu bahsettiğimiz; farklı kıtaları farklı şekilde etkileyen fakat 16. ve 18. yüzyıllar arasında esasında küresel çaptaki kompleks bir iklimsel soğuma dönemi olan Küçük Buz Çağı’nın başlangıcıydı. Küçük Buz Çağı’nın en soğuk ilk on yılı boyunca Kuzey Yarımküre’deki sıcaklıklar, 20. yüzyılın ortalarındaki ortalamaların 1 santigrat dereceden daha fazla altına düşmüş olabilir.

Soğuma ve buna bağlı aşırı yağışlar, Erken Modern dönemdeki farklı toplumlarda hasat mevsimlerini kısalttı veya kesintiye uğrattı. Verimsiz hasat dönemlerinin birkaç yıldan fazla sürdüğü bölgelerde, gıda fiyatları yükseldi ve bunu da çoğunlukla kıtlıklar takip etti. Yetersiz beslenmenin bağışıklık sistemlerini zayıflatmasından ötürü bunu da genelde salgın hastalıklar izledi. Söz konusu bu manzara karşısında günümüzün Angola’sından Rusya’ya, Hindistan’dan Çin’e milyonlarca insan, hayatın felç olduğu kırsal bölgelerden göç etme şeklinde bir tepki geliştirdi. Fakat bu sefer de söz konusu bu göçler, salgın hastalıkların şehirlere yayılmasını teşvik etmenin yanı sıra tarımsal üretimin eski haline dönmesini daha da zorlaştırdı. Ölümler arttıkça, genellikle yozlaşmış ve beceriksiz hükümetlere karşı beslenme ve güvenlik taleplerine yönelik mevcut şikayetlere dayanan protestoları ve isyanları canlandırdı. Devletler içindeki isyanlar, devletler arasındaki gerilimleri daha da alevlendirdi ve savaş gereksinimleri tipik olarak kırsal kesimde mevcut kaynakları daha fazla tüketti. Tüm bunların sonucunda Eski Dünya’da milyonlarca insan hayatını kaybetti.

Tüm bunlara rağmen kimi topluluk ve toplumlar, Küçük Buz Devri karşısında dirençlerini korudu; hatta ona uyum dahi sağlayabildi. Aslında kimileri ise bu dönemin bölgesel ve yerel ortamlar üzerindeki etkisinden faydalandı. Örneğin Japonya’daki Tokugawa şogunluğunun görece az popülasyonu ve katı diktatörlüğü, muhtemelen tüm ülkeyi Küçük Buz Devri’nin sebep olduğu kıtlıklardan kurtarmıştı. Atmosferik koşul ve dolaşımdaki değişiklikler yaşanırken; bu, Hollanda gemilerinin uzak diyarlardaki pazarlara daha hızlı ulaşmasını sağladı ve deniz savaşlarında Hollanda filolarına önemli avantajlar sağladı. Hollandalı mucitler, yeni çevresel olgu ve durumlarla başa çıkabilmek ve uyum sağlayabilmek için; buz patenleri, yangın söndürme araçları ile itfaiye hortumları, atlı çekici teknesi (Horse-drawn boat veya horse-drawn barges) ile buz kırıcılar, buz denizine uygun yağlanmış ve sertleştirilmiş gemi gövdeleri ve daha birçok başka teknoloji geliştirdi.

Erken Modern dönemlerindeki çevresel krizlerinin bize bugün öğreteceği bir şey var mı? Evet, gerçekten de var. En fena ve kötü çevre felaketleri, yani en çok insanı öldürenler; çoğu zaman yağmacı hükümetler, şirketler ve kişiler tarafından bilinçli olarak olarak daha da kötüleştirildi. Çevresel felaketlerden kurtulmuş olan toplumlar, sömürgecilerin istismarlarından görece güvende olup değişen çevresel koşullara karşı daha uyumluydu. Belirsiz bir gelecekle yüz yüzeyiz fakat Erken Modern dönemler gibi, çevresel değişiklik ve felaketler karşısında insan acısını hafifletmek veya daha da büyütmek için yapabileceğimiz çok şey var.


Dagomar Degroot– “Did European colonisation precipitate the Little Ice Age?“, (Erişim Tarihi: 14.06.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Gerçekliği İnsan Zihni mi Yaratıyor? – Paul Ratner

Sonraki Gönderi

Bilinç Bilinçsiz Beynimizin Bir Ürünü Mü? – Peter Halligan ve David A. Oakley

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü