Ben, Kendim ve Diğerleri – Lars Svendsen

//
931 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Yalnızlık, Tek Başınalık ve İnsana Dönüş

Yalnızlık karantina nedeniyle artmıştır. Ancak, teknolojik, hiper-sosyal dünyamızda, modern dünyada asla tam anlamıyla yalnız değilizdir. Yalnızlığın hazinelerini kazanmak için kendimizle daha barışık olmalı ve kendimizle güçlü bir ilişki kurmamızı engelleyen dikkat dağıtıcı şeylere daha az bağımlı hale gelmeliyiz. Lars Svendsen, güçlü bir öz ilişkiye sahip olmanın, karantina sona erdiğinde ve diğer insanlarla birlikte olmaya geri döndüğümüzde bize yardımcı olacağını söylüyor.


İlk karantinanın yalnızlığın hakim olması üzerinde pek bir etkisi olmamış gibi görünüyor. Aksine, birçok ülkede rakamlar karantina öncesine göre biraz daha düşüktü. Ancak, ilk karantinayı diğerleri takip ettikçe ve tüm süreç uzadıkça, rakamlar yükselmeye başladı.

İnsanlar sosyal hayvanlardır ve birçoğunun normal sosyal etkileşimlerinden bu kadar uzun süre koparılmaktan acı çekmesi beklenir. Başkalarını önemseyen herkes zaman zaman yalnızlığı deneyimleyecektir. Yalnızlık, sosyal açlık olarak, başkalarına bağlanma ihtiyacımızın karşılanmadığını bize bildiren bir rahatsızlık hissi olarak tanımlanabilir. Yalnızlık sizi anlamlı bir şekilde başkalarından koparır, ama aynı zamanda sizi kendinizden, yalnızca diğer insanlarla olan bağlarınız sayesinde var olabilen ve gelişebilen önemli yanlarınızdan da koparır.

İnsan hayatı öyle bir hayattır ki bağlantı kurma ihtiyacımızın karşılanacağının garantisi yoktur. Bazı insanlar nadiren yalnızdır, bazıları neredeyse hiç yalnız değildir, bazıları ise çoğu zaman yalnızdır. Zamanlarının çoğunu yalnız geçiren ve yalnızlıktan çok fazla rahatsız olmayan insanlar olduğu gibi, çoğu zaman arkadaşları ve aileleriyle çevrili olmalarına rağmen kendilerini olağanüstü derecede yalnız hisseden insanlar da vardır. Hepimiz yalnızlık duygusunu biliriz, ancak bunu hepimiz aynı şekilde yaşamayız. Yalnızlık genellikle sadece azınlık bir grup arasında uzun süre ciddi bir sorun olarak devam eder. Pandemi, normalden çok daha fazla insanın bu duruma katlanmak zorunda kalmasına neden oldu.

Yalnızlığın farklı türleri vardır. En yaygın tür olan geçici yalnızlığın burada söz konusu edilmesine gerek yoktur. İster kalabalık bir partide ister evde tek başımıza olalım, bizi her an yakalayabilir, ancak fazla bir iz bırakmadan gelip geçer. Durumsal yalnızlık, yakın bir arkadaşın veya aile üyesinin ölümü, romantik bir ilişkinin sona ermesi, çocukların evden taşınması gibi yaşam değişikliklerinden kaynaklanır. Kronik yalnızlık, kişinin başkalarına yetersiz bağlılık nedeniyle sürekli acı çektiği bir durumdur. Kronikler için sosyal çevrelerinin yalnızlıkları üzerinde çok az etkisi var gibi görünmektedir. Çoğu zaman yalnız olabilirler ya da etrafları iyi arkadaşlar, aile ve iş arkadaşları ile çevrili olabilir, ancak yalnızlık duyguları bundan hemen hemen etkilenmemiş gibi görünmektedir. Bu kategorideki kişiler pandemi öncesinde, pandemi sırasında ve pandemi sonrasında kendilerini yalnız hissetmişlerdir. Bununla birlikte, pandemi öncesinde yalnızlıktan en şiddetli şekilde muzdarip olanların aslında karantina sırasında yaşam kalitelerinde bir iyileşme bildirdiklerini belirtmek gerekir. Bunun nedeni belirsizdir, ancak çok sayıda kişi kendilerine benzer şekilde etkilendiği için bir miktar rahatlama hissetmiş olabilirler.

Durumsal yalnızlığın dışsal nedenlere bağlı olduğunu görüyoruz. Buna karşılık kronik yalnızlık, dış koşullardaki değişikliklerin çok az etki yaratması nedeniyle benlikte kök salmış gibi görünmektedir. Pandemi sırasında yalnızlık prevalansındaki (yaygınlık) artış açıkça durumsal çeşitliliktedir. İyi haber şu ki, pandemi sona erdiğinde yaygınlığın normal seviyelere döneceğini varsayabiliriz. Birçok kişinin düşündüğünün aksine, karantina öncesinde yalnızlık salgını olduğuna dair bir kanıt yoktur. Karantina öncesinde rakamlar hafif dalgalanmalar gösterse de, yalnızlığın yaygınlığına ilişkin güvenilir çalışmalar yapılabildiği sürece, genel olarak onlarca yıldır istikrarlı bir seyir izlemiştir. Bundan önce hangi seviyelerde yalnızlık yaşadığımıza gelince, bu herkesin tahmin edebileceği bir şey. Daha yüksek ya da daha düşük olabilirlerdi. Kim bilir? Benim tahminim, yalnızlık ve bireyselleşme arasında bir ilişki olması – daha bireyselleşmiş toplumların aslında daha düşük yalnızlık seviyelerine sahip olması – ve bireyselleşmenin geç modern toplumlardaki en güçlü gelişmelerden biri olduğunun iyi belgelenmiş olması gibi basit bir nedenden dolayı aslında daha yüksek oldukları yönünde olacaktır. Yalnızlık tanımlarının çoğu yas niteliğindedir, ancak birçok şair ve filozofun bu olguyu övdüğünü de görürüz. Elbette övdükleri yalnızlık değil, tek başınalıktır. Yalnızlık, tek başınalıktan daha açık bir şekilde tanımlanmıştır. Yalnızlığın kökeninde eksiklik yatarken, tek başınalık daha çok çeşitli deneyimlere, düşüncelere ve duygulara sınırsız bir açıklıktır. Felsefede yalnızlığın ne ölçüde aranması gerektiğine ilişkin tartışmanın en azından antik çağlardan beri süregelen bir tema olduğu söylenebilir. Cicero, insanın başkalarıyla bir arada olmak için yaratılmış bir varlık olduğunu ve bu nedenle yalnızlığın insan doğasıyla çeliştiğini yazar. Cicero’ya göre, kişinin topluma karşı görevlerinden önce kendini tek başına hakikati aramaya adaması, toplumu korumaktan bahsetmiyorum bile, düpedüz ahlaksızlıktır.

Bununla birlikte, filozoflar genellikle yalnızlığı olumlu bir şey olarak, kişinin gerçeğe özellikle yakın olduğu ayrıcalıklı bir düşünme alanı olarak vurgulamışlardır. Descartes, kişinin kendini gerçekten düşünmeye adayabilmesi için şehirden ve tanıdık herkesten uzakta, kırda bir yalnızlık aradığını vurgular. Kendisi de birçok mektubunda yalnızlığı ne kadar sevdiğinden bahseder. Arthur Schopenhauer daha da ileri gider ve kişinin ancak yalnız olduğu ölçüde kendisi olabileceğini ve özgür olabileceğini savunur. Bu nedenle gençlere yalnızlığa tahammül etmeleri öğretilmelidir. Esasen, farklı bireyler arasındaki ilişkide her zaman uyumsuzluklar ortaya çıkacağından, bir kişi yalnızca kendisiyle uyum içinde olabilir ve asla başkalarıyla, hatta arkadaşlarıyla veya hayat arkadaşlarıyla bile uyum içinde olamaz. Friedrich Nietzsche de benzer bir bakış açısına sahiptir. Yazılarında yalnızlık sıklıkla bir “yuva” olarak tanımlanır. Kişi ancak topluluktan ayrılarak ve yalnızlığın peşinden giderek “yüksek benliğini” keşfedebilir. Nietzsche’ye göre, başkalarıyla etkileşimde bulunmak arada bir iyi olabilir, ancak esas olarak kişi daha sonra rahatlayarak yalnızlığın kucağına dönebilir. Yalnızlığa tahammül etme becerisi öğrenilmelidir. Ve herkes uygun yalnızlığı bulma yeteneğine sahip olmayacaktır. Her halükarda kişi kendini yalnızlığa çok erken teslim etmemelidir; bunu ancak bir karakter geliştirmeyi başardıktan sonra yapmalıdır. Öte yandan Nietzsche, kişinin ancak yalnızlık içinde gerçek bir karakter geliştirme olanağına sahip olduğunu düşünüyor gibidir.

René Descartes

Hepsi de kendi durumlarını abartıyor. Immanuel Kant ise çok daha dengeli bir görüşe sahiptir ve hepimizin doğasında, onlara ihtiyaç duyduğumuz için bizi başkalarına çeken ve aynı zamanda mesafeye, yalnız kalmaya ihtiyaç duyduğumuz için bizi uzaklaştıran bir ikiyüzlülük veya karşıtlık olduğuna işaret eder. Kant bunu “sosyal olmayan sosyallik” ifadesiyle güzel bir şekilde formüle eder. Ve insanların farklı ihtiyaçları vardır: bazılarının sosyal etkileşime, bazılarının ise yalnızlığa çok güçlü bir ihtiyacı vardır.

Dolu dolu bir hayat yaşamak için başkalarına ihtiyaç duyarsınız, ancak aynı zamanda başkalarının desteği olmadan da yapabilmeniz ve başkalarının yokluğunda kendinizle ilişki kuracak kaynakları kendi içinizde bulmanız gerekir.

Yalnızlığa ihtiyaç duyuyor, ancak bunu başaracak duygusal kaynaklardan yoksun olabilirsiniz. Yalnızlığa ulaşmak giderek zorlaşıyor. Sosyolog Dalton Conley, bireyin yerini “intravidual’ın aldığını savunuyor. “İntravidual”, benliği sosyal ağ tarafından nüfuz edilmiş bir figürdür. Açıkçası, bu bir abartı gibi görünüyor, ancak mesele şu ki, çoğu insan eskisinden daha fazla sosyal olarak izole değil: Daha ziyade hipersosyaliz. Mevcut yalnızlık sorunu belki de sadece yalnızlığın fazlalığından değil, belki de bireyin çok sosyal olması nedeniyle yalnızlığın zor bulunur bir şey olmasından kaynaklanmaktadır.

Yalnızlık kurma konusundaki yetersizlik duygusal olgunlaşmamışlığa işaret eder. Yalnızlığın zorluğu, kişinin kendisiyle ilişki kurmak ve bu ilişki içinde huzur bulmayı başarmak zorunda kalmasıdır. Böyle bir huzurdan yoksun olduğumuzda, bizi kendimizden uzaklaştırabilecek dikkat dağıtıcı şeyler ararız. Kronik dikkat dağıtma ihtiyacı duygusal olgunlaşmamışlığın bir işaretidir. Dışarıdan gelen dikkat dağıtıcı unsurlar ortadan kalktığında kişinin kendisini kendisiyle doldurma konusundaki yetersizliğini ortaya koyar.

Yalnızlık ile tek başınalık arasındaki fark, eğer kişi nispeten kendine yeterli kalmayı başarabilirse, bu durumda kişinin kendisiyle kurduğu ilişkiden kaynaklanır. Elbette hiç kimse tamamen kendi kendine yeterli değildir, ki bu da ideal bir durum değildir, ancak belli bir miktar kendi kendine yeterlilik olmadan, destek için başkalarına yaslanmadan kendi içinde var olma kapasitesi olmadan, kişi oldukça sefil bir yaşam sürecektir. Sonuçta, kişi her zaman başkalarına yaslanamaz. Bununla birlikte, kendi kendine yeterlilik asla tam değildir ve yalnızlığın olumlu olabilmesi için diğer insanlara geri dönüş yolunun var olması gerekir. Bu tür yollar pandemi sonrasında ortaya çıkacaktır.

Her insan hayatı yalnızlık içerir. Bu nedenle yalnızlığa tahammül etmeyi öğrenmek ve bu yalnızlığı tek başınalığa dönüştürmeyi ummak çok önemlidir. Yalnızlık, kendi içinizde dinlenmeyi öğrenerek azaltılabilir, böylece başkalarının sizi kabul etmesine o kadar da bağımlı olmazsınız. Peki karantinalardan çıkarılacak dersler nelerdir? Dolu dolu bir hayat yaşamak için başkalarına ihtiyacınız var, ama aynı zamanda başkalarının desteği olmadan da yapabilmeli ve başkalarının yokluğunda kendinizle ilişki kuracak kaynakları kendi içinizde bulabilmelisiniz.


Lars Svendsen – “Me, myself and othersm”, (Erişim Tarihi: 09.07.2023)

Çevirmen: Ali Tacar

Çeviri Editörü: Ufuk Yazlık

Lars Svendsen, Bergen Üniversitesi’nde felsefe profesörü ve Korkunun Felsefesi kitabının yazarıdır.

Necmettin Erbakan Üniversitesi Almanca Öğretmenliği Bölümü mezunu. Almanca ve İngilizceden felsefi ve edebi çeviriler yapıyor. Şiir ve öykü yazıyor. İlgi alanları; din felsefesi, epistemoloji, zihin felsefesi ve başta ontoloji olmak üzere felsefenin tüm alanlarıdır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Kesimhanelerdeki Kamera Sistemleri Neden Bir “Hayvan Hakları” Talebi Olamaz? – Berk Efe Altınal

Sonraki Gönderi

Mantıkçılığın Savunucusu: Gottlob Frege Kimdir? – Luke Dunne

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü