//

Birkaç İyi Adam – Matt Qvortrup

Matt Qvortrup bu etkileyici Soğuk Savaşçı ahlaki mahkeme salonunda Tom Cruise’u Kantçı, Jack Nicholson’ı ise faydacı olarak ele alıyor.

“Gerçekle başa çıkamazsınız!” Jack Nicholson’ın, Rob Reiner’ın Birkaç İyi Adam (1992) filminin son sahnelerinden birinde söylediği bu söz, bir filozof için bu filmin epistemoloji -dünyayı nasıl anladığımız- ya da metafizik -gerçekliğin doğası- hakkında olduğunu ima edebilir. Ancak gerçek bundan çok uzaktır. Aslında, Guantanamo Körfezi Deniz Üssü’nde, düşük performans gösteren ve itaatsiz bir er olan Willy Santiago’nun yargısız infazını konu alan bu dram, her şeyden önce etik ile ilgilidir. Daha doğrusu, faydacı (ya da sonuççu) etik ile Kantçı (ya da deontolojik) muadili arasındaki bir hesaplaşmadır.

Daha önce komik ama pek de felsefi olmayan When Harry Met Sally (1989) filmini yönetmiş olan Rob Reiner, genellikle meta-etikle, yani etik teorilerin karşılaştırılmasıyla ilişkilendirilen bir yönetmen değildir. Senarist Aaron Sorkin de ahlak felsefesinin inceliklerine dair derin bilgisiyle tanınan biri değildir (gerçi daha sonra Facebook’un kuruluşunu çevreleyen hukuki meseleleri konu alan ve en iyi uyarlama senaryo dalında Oscar kazandığı The Social Network filmini yazmıştır). Yine de Birkaç İyi Adam, Aristoteles’in M.Ö. 350’lerde yazdığı Nikomakhos’a Etik‘ten John Rawls’un 1971’de yazdığı Bir Adalet Teorisi‘ne kadar filozoflar tarafından ortaya atılan en derin etik soruların sinematografik bir ifadesidir ve hiçbir zaman açıkça ifade edilmese de film, en gözde etikçiler arasında yer alan Immanuel Kant ve Jeremy Bentham arasındaki bir hesaplaşmaya sahne olur. Bu filmdeki çatışma, amacın aracı haklı çıkardığını varsayan faydacı etik ile her zaman bireylerin haklarını öncelememiz/temsil etmemiz gerektiğine dair Kantçı inanç arasındaki bir savaştır.

Faydacılığa Dair Bazı Bilgiler

Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç ön bilgi yardımcı olabilir. İlk olarak faydacılığın ana dayanaklarını hatırlatalım. En bilinen haliyle faydacılık, genellikle “en büyük mutluluk ilkesi” ile ilişkilendirilen İngiliz filozof Jeremy Bentham’a (1748-1832) kadar uzanır. Bu, herhangi bir ahlaki seçim durumunda doğru eylemin, “en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğunu” yaratan ya da mümkün kılan eylem olduğu fikridir. Bentham’ın da ilk olarak kendisinin kabul ettiği gibi, bu ifade bizzat onun tarafından icat edilmemiştir. Faydacılığın babası bu ifadeyi ilk kez Oxford’daki Queen’s College‘ın kütüphanesinde okumuştu ve bu ifade için kaynak olarak da kimyager-filozof ve dini muhalif Joseph Priestley’i (1733-1804) göstermişti. Midlands’lı bu polimat, sodalı suyu icat eden adam olarak ünlenmişti; ancak zamanında aynı zamanda ünlü bir siyasi yazardı. Priestley, 1768 tarihli Hükümet Üzerine Deneme‘sinde “en büyük mutluluk ilkesi” ifadesini kullanmıştır. (Bu hikaye Mary Warnock tarafından John Stuart Mill’in Faydacılık adlı eserine yazdığı Giriş’te anlatılmaktadır).

Bentham edepli ve onurlu bir adamdı. Priestley’e olan borcunu usulünce kabul etmişti. Ama aslında ilke daha da eskiydi. Entelektüel düşünce tarihçileri haklı olarak “en büyük mutluluk” ilkesi’nin ilk kez büyük Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz (1746-1716) tarafından, pek tanınmayan hukuk reformcusu ve hukukçu Samuel Cocceji hakkında eleştirel bir yorumda kullanıldığına işaret edeceklerdir (bkz. örneğin, ‘The Greatest Happiness Principle and Other Early German Anticipations of Utilitarian Theory’, Joachim Hruschka, Utilitas, s.166, 1991). Ancak bu ilke artık Bentham’la birlikte anılmaktadır, çünkü Bentham kendini daha iyi anlatmış ve tanıtmıştır.

Benthamcı faydacı ahlak teorisi için bir motto ve inanç maddesi haline gelen bu ifadenin, Bentham’ın Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş adlı eserinin 1822 baskısında bir dipnot olarak ortaya çıkması da bir başka ilginç durumdur. Burada, bir ahlak teorisi ve siyaset felsefesinin “Hükümetin tek doğru ve haklı amacı olarak en büyük sayının en büyük mutluluğunu ortaya koyan bir ilkeye” dayanması gerektiğini yazmıştır (s.7).

Bentham’a göre etik, teolojik referanslardan ve “doğal haklar” fikirlerinden arındırılması gereken pratik bir disiplindi; ikincisi Bentham tarafından “saçmalık” olarak görülüp kınanmıştı.

Tüm bu fikirler Rob Reiner’ın filminde bulunabilir.

Görevi Savunurken

Santiago’nun ölümü filmin ilk beş dakikası içinde gerçekleşir ve geri kalanı bir mahkeme salonu dramasıdır. Spoiler vermeden, Jack Nicholson’ın karakterinin film boyunca suçlanan askerleri savunurken Bentham’ın ilkesini savunduğu rahatlıkla söylenebilir. Albay Jessup’un soyut ahlaki ilkeleri ve hatta hukukun üstünlüğünü savunanlara karşı tek hoşnutsuzluğu vardır: Önemli olanın sonuç olduğu. Bu da bazen, eğer “en fazla sayıda” insanı koruma amacına hizmet ediyorsa, “kırmızı kod‘un” -askeri argoda yargısız infaz- haklı görülebileceği anlamına gelir. Temel olarak, amaç aracı haklı çıkarır; ya da Søren Kierkegaard’ın (şaşırtıcı bir şekilde sonuççu bir yorumla) ifade ettiği gibi, “etik olanın teleolojik olarak askıya alınması” söz konusudur (Korku ve Titreme, 1843). Aradaki tek fark, Jack Nicholson karakterinin kendisini Danimarkalı varoluşçudan daha az yüce terimlerle ifade etmesidir. O, etik eleştirilerle karşı karşıya kaldığında oldukça serttir: “Umurumda değil. Biz hayat kurtarma işindeyiz” der. Dahası, pragmatizmi nedeniyle Albay Jessop daha da ileri giderek şöyle der: “Benim sağladığım özgürlüğün battaniyesi altında yatıp kalkan ve sonra da bunu nasıl sağladığımı sorgulayan bir adama kendimi açıklayamaya ne zamanım ne de isteğim var.” O adam Tom Cruise’dur.

Albay Jessop’un karşısına Teğmen Daniel Kaffee kılığında Tom Cruise çıkar. Harvard mezunu ve eski bir başsavcının oğlu olan Kaffee, kazançlı bir avukatlık kariyerine başlamadan önce birkaç yılını ordunun savunma avukatı olarak geçirmektedir. Başlangıçta hukuktan çok beyzbolla ilgilenen bir çocuk olarak tasvir edilen Cruise’un karakteri, Nicholson’ınkinin aksine, temelde ihlal edilemeyecek etik standartlar olduğuna dair deontolojik bir inanca sahiptir. “Deontolojik” kelimesi Yunanca “deon’dan gelir – “yapılması gereken” ya da basitçe “görev” anlamına gelmektedir. Jessop için olduğu gibi Kaffee için de “kırmızı kod” sonucunda bir askerin ölmesinin birçok kişinin hayatını kurtarıp kurtarmayacağı önemli değildir. Önemli olan doğru ve yanlışın var olduğu ve doğru olanın yapılması gereken olduğudur. Burada sonuç değil, güdü ahlaki açıdan büyük bir önem taşımaktadır.

Bu görüşe sahip olan Teğmen Daniel Kaffee bir Kantçıdır. Kantçılar için bir eylemin sonuçları önemsiz değildir, ancak bir eylemin iyi olabilmesi için “iyi irade” ile tutarlı olması, başka bir deyişle eylemin arkasındaki güdünün iyi niyetli olması gerekir. Immanuel Kant (1724-1804) ve diğer deontolojik etikçilere göre, “ahlak yasasının” emirlerine uymak kategorik bir zorunluluktur- yani, koşullar ne olursa olsun ahlak yasasına uyulmalıdır. Peki ama bu ahlak yasası nedir? Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi (1785) adlı eserinde Kant, “insanlığa, hem kendi kişiliğinizde hem de başkalarının kişiliğinde, her zaman aynı zamanda bir amaç olarak, asla onları yalnızca bir araç olarak görecek şekilde davranılmaması gerektiğini” savunmuştur. O halde Guantanamo Körfezi’ndeki askerlerin etik davranmak için yapmaları gereken şey, birbirlerine sadece araç olarak değil, “kendi içlerinde amaç” olarak davranmaktı. Kırmızı Kod emri vermek, askeri disiplini güçlendirmek amacıyla Er Santiego’yu örnek göstermekti. Bu haliyle ona sadece bir araç olarak davranmaktı, kendi içinde bir amaç olarak değil.

Güç Etiği

Siyaset felsefesi tarihinde Kant’ın pozisyonuna saldıran yazarların sayısı hiç de az değildir. Kant’ın Ebedi Barış Üzerine (1795) adlı eserinde savunduğu idealizmi reddeden ve “Gerçekçi” olarak adlandırılan ekolün yazarları, deontolojik filozoflar tarafından benimsenen ahlaki idealizmin eninde sonunda daha fazla sıkıntıya yol açacağını savunmuşlardır. Bu ekolün duayeni Hans Morgenthau’nun (1904-1980) yazdığı gibi: “Elimiz iyi niyeti nihai gibi görünen şeye taşırken, kötülüğün meyvesi asil düşüncenin tohumundan büyür” (Scientific Man vs. Power Politics, s.188, 1946). Belki de Albay Jessop West Point’teyken Gerçekçilik hakkında bilgi edinmiş ve Morgenthau’yu okumuştur. Film kesinlikle böyle görünmesini sağlıyor. Albay’ın fikirleri Morgenthau’nun felsefesinin yanı sıra Jeremy Bentham’ın faydacılığına da çarpıcı bir benzerlik taşımaktadır. Tom Cruise’un Kantçı sorgulamasına “Gerçekle başa çıkamazsın!” diye karşılık veren Nicholson’ın karakteri, faydacı ve sonuççu etiği çok güzel özetliyor. Tiradı kelimesi kelimesine alıntılanmayı hak ediyor:

Evlat, duvarları olan bir dünyada yaşıyoruz ve bu duvarların silahlı adamlar tarafından korunması gerekiyor. Bunu kim yapacak? Sen mi? Sen mi, Teğmen Weinberg mi? Senin anlayabileceğinden çok daha büyük bir sorumluluğum var. Santiago için ağlıyorsun ve denizcilere lanet okuyorsun. Böyle bir lüksün var. Benim bildiklerimi bilmeme lüksüne sahipsiniz. Santiago’nun ölümü trajik olsa da, muhtemelen hayat kurtardı; ve benim varlığım, sizin için grotesk ve anlaşılmaz olsa da, hayat kurtarıyor.

Zavallı Santiago’nun ölümü “hayat kurtardı”. İşte bu: “En çok sayıda insan için en büyük mutluluk”tur.

Birkaç Son Söz

Elbette, Birkaç İyi Adam sadece ahlak felsefesinde birbirine taban tabana zıt iki görüşün açıklanması ve iyi ile kötünün ne olduğuna dair bir tartışmaya giriş (hazırlık) değildir. Bu, güçlerinin doruğundaki oyuncular tarafından sergilenen sürükleyici bir yaşam ve ölüm öyküsüdür. Yönetmenlikte coşkulu bir oyunculuk var (senarist Aaron Sorkin’in bir duruşma avukatı olarak Cameo rolünde yer alması da buna dahil). Film, süper yıldızlığın eşiğindeki hevesli oyunculardan oluşan göz kamaştırıcı bir kadroya sahip: Demi Moore, genç avukat Teğmen Komutan Joanne Galloway rolünde muhteşem. Bugünlerde, eğer İngilizseniz, Kevin Bacon en çok telefon reklamlarıyla tanınıyor; ama buradaki savcılık avukatı performansı mükemmelden aşağı değil. Tom Cruise’un kamuoyunda çokça tartışılan dini görüşleri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, bu film oyunculuğuyla ilgili tüm eleştirileri susturacaktır. Ama hepsinin üzerinde olan elbette Jack Nicholson’dır. Sorkin’in senaryosunu okuyanlar Albay Jessup’u biraz tek boyutlu ve düpedüz tatsız bir Soğuk Savaşçı olarak bulacaklardır. Ancak filmde Nicholson tutku ve inançla konuşur. Rahatsız edici olsa da izleyici onun sonuççu ahlak felsefesine katılmamakta zorlanabilir. Rahat hayatlar yaşayan ve insan hakları konusunda ahkam kesenlere ise Albay Jessup’un basit bir yanıtı var: “Gerçeği istemiyorsunuz çünkü partilerde konuşmadığınız derinlerde bir yerde beni o duvarda istiyorsunuz. O duvarda bana ihtiyacınız var.” Ve hala muhalif olmakta ısrar edenlere: “Elinize bir silah almanızı ve bir mevzide durmanızı öneririm” diyor. Bir Kantçı için onun fikirleri son derece rahatsız edicidir; ancak çürütülmesi zordur.


Matt Qvortrup – “A Few Good Men”, (Erişim Tarihi: 11.12.2023)

Çeviri: Ali Tacar

Çeviri Editörü: Ufuk Yazlık

Necmettin Erbakan Üniversitesi Almanca Öğretmenliği Bölümü 4. sınıf öğrencisi. Almanca ve İngilizceden felsefi ve edebi çeviriler yapıyor. Şiir ve öykü yazıyor. İlgi alanları; din felsefesi, epistemoloji, zihin felsefesi ve başta ontoloji olmak üzere felsefenin tüm alanlarıdır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Antinatalizm (Doğumkarşıtlığı) Nedir? – Ryan Sosna

Sonraki Gönderi

Klişelere Bir De Başka Bir Açıdan Bakın – Nana Ariel

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü