/

Kierkegaard: Genç, Özgür, Kaygılı – Gary Cox

Gary Cox bir uçurum kenarından özgürlüğün sorunlu yanını ele alıyor.

Varoluşçuluğun temel konu ve kavramlarının çoğu – özgürlük, seçim, sorumluluk, gerçeklerle veya seçimlerle yüzleşmeyi reddetme, kaygı, umutsuzluk ve saçmalık – Søren Kierkegaard’ın (1813-55) yazılarından çıkmıştır. Örneğin; Ya/Ya da (1843), Korku Ve Titreme (1843), Kaygı Kavramı (1844), Ölümcül Hastalık Umutsuzluk (1849) gibi çığır açan eserleri buna bir örnektir. Varoluşçuluk, Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche’nin “Tanrı öldü“ proto-varoluşçuluğunda olduğu kadar, kuşkusuz Kierkegaard’ın militan, kendine özgü Hristiyanlığından da nasibini almıştır. Ancak inanç, dini bağlılık ve birey konusundaki radikal görüşleri ve dini hayata ve sonsuzluğa yönelik konformist, pasif, rasyonalist, tarafsız, özgün olmayan bir yaklaşımı reddetmesi onu gerçek bir varoluşçu yapar. İşte şimdi kısaca onun kaygı kavramına bir göz atalım.

Kierkegaard (Danimarka dilinde “kilise bahçesi“ anlamına gelir), muhtemelen gençliğinde bir ağaçtan düşmesinin neden olduğu felç edici bir omurga rahatsızlığı nedeniyle Kopenhag’da 42 yaşında ölmüştür. Cenazesi oldukça hareketli geçmiştir. Takipçileri, yerleşik Danimarka kilisesinin, ona şiddetle karşı çıkan bir adamın cesedini ele geçirme veya üzerinde vaaz verme hakkının olmadığını söyleyerek protesto etti. Kierkegaard bir Hristiyan ve bilgili bir ilahiyatçı olmasına rağmen, sürünün sorgusuz sualsiz itaatkar bir üyesi olmaktan çok uzaktı. Kendini sürekli olarak ortodoks Hristiyanlıkla ve özellikle Danimarka Devlet Kilisesi ile çelişen eksantrik bir başına buyruk olarak buluyordu. Kierkegaard aynı zamanda, bireysel, somut insanlardan ziyade büyük, soyut tarihsel süreçlere odaklanan Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in o zamanki baskın felsefesi tarafından da reddedilmişti. Buna karşılık Kierkegaard, kendisini öncelikle olanca haşmetiyle ilerleyen tarihin bir parçası olarak değil, daha çok saçma, trajik varoluşunun herhangi bir amacını keşfetmek için mücadele eden özgür, endişeli, ölümlü bir varlık olarak deneyimleyen bir birey felsefesi geliştirdi. Kierkegaard için var olmak ve dolayısıyla sonsuzla – Tanrı ile – bir ilişki kurmak vahşi bir aygıra binmek gibidir. Ne yazık ki, onun görüşüne göre, çoğu insan hayatları boyunca saman vagonunda uyuyakalmış bir şekilde “varoluşlarını sürdürmektedir“.

En önemlisi, Kierkegaard; kaygı, ıstırap , eza, elem ya da korku ve endişe duymak (hangi terimi tercih ederseniz edin) içinde yaşadığı ve her insanın acı çektiği insanlık durumunun merkezinde yer aldığını kabul eder. Bu nedenle kaygının gerçek doğasını anlamak, insan olmanın ne demek olduğunu önemli ölçüde anlamak olacaktır.

Öncelikle, çeşitli şekillerde korkuyla kesinlikle ilişkili olmasına rağmen, kaygının korkudan açık bir şekilde ayırt edilmesi gerekir. Kaygı Kavramında Kierkegaard, korkunun bir kişinin kendisini dışarıdan tehdit eden şeylerle ilgili endişesi olduğunu savunur. Örneğin; hayata, uzuvlara, geçim kaynaklarına ve üzerinde sınırlı kontrole sahip olduğu mutluluğa karşı sayısız tehditin. Anksiyete ise, bir kişinin tabiri caizse onu içeriden, kendi bilincinden tehdit eden bir şeyle ilgili endişesidir. Kaygılı bir kişi, seçme özgürlüğü verildiğinde ne yapmayı seçebileceği konusunda endişelenir. Onu her an aptalca, yıkıcı veya onursuz bir eylemi yapmaktan alıkoyacak hiçbir şey olmadığının ve bunu yapmamayı tercih etmesinden başka bir şey olmadığının bilinciyle kendi özgürlüğü ve kendiliğindenliğinden rahatsızdır. “Dolayısıyla” der Kierkegaard, “kaygı, özgürlüğün sersemliğidir” (s.61). Endişeli olmak, kişinin kendi özgürlüğü karşısında şaşkına dönmesidir. Kişinin her durumda, her zaman birçok seçeneğe sahip olduğunun ve sürekli olarak bir seçeneği veya diğerini tercih etmesi gerektiğinin farkında olmasından dolayı endişelenmek ve rahatsız olmaktır. Tercih etmemek bir seçenek değildir çünkü tercih etmemeyi seçmek ya da hiçbir şey yapmamayı tercih etmek yine de bir seçimdir.

Bu özgürlüğün sersemliği en açık şekilde vertigo duyumunda kendini gösterir. Kierkegaard adeta yüksek bir binanın veya uçurumun kenarında duran bir adam örneğini ele alır. Adam kenardan düşebileceğinden, korkulukların sağlam olmayabileceğinden, zeminin kayabileceğinden, birinin onu itebileceğinden vs. korkar. Bununla birlikte, düşme korkusundan daha büyük olan, karar verdiği takdirde atlamakta özgür olduğu endişesidir – atlamamanın, her an atlamak için vazgeçebileceği, devam eden bir seçim olduğu endişesidir. O bu kaygıyı, kendi özgürlüğünün tehdidini; bir vertigo, bir sarsıcı baş dönmesi/sersemlik şeklinde yaşar. Düşüş onu saplantı haline getirir, boşluk onu aşağı çağırıyor gibi görünür; ama aslında onu çağıran kendi özgürlüğüdür – her zaman hızlı yoldan gitmeyi seçebileceği gerçeğidir. Vertigo, bu endişe verici ve kalıcı olasılıktan duyulan korkudur ve tüm endişe verici olasılıklarımız bizde vertigoya benzer bir psikolojik durum üretir. Başka bir deyişle, dik bir yamaça bakan bir kişinin korktuğu şey, fiziksel korkuluğun olası yetersizliği değil, nihai olarak, onun üzerine tırmanmayı ve ölüme dalmayı seçmesini engelleyen psikolojik bir korkuluktan yoksun olmasıdır. İlk bakışta, korkusunun boşluğun kendisinden olduğu anlaşılıyorsa, bunun nedeni, boşluğa dair canlı farkındalığının onu hemen kendi olasılıklarıyla, kendi korkunç varoluşsal özgürlüğüyle yüzleşmeye zorlamasıdır. Boşluk, onun korkusunun sebebidir, ama kaynağı değildir.

İlginçtir ki, eğer insan, atlamayı seçmekten alıkoyan sabit bir psikolojik korkuluğu olduğunu sanıyorsa, o zaman kişi kendini kandırıyor demektir -varoluşçu jargonla söylemek gerekirse o kötü niyete başvuruyordur. Çünkü sahip olduğu psikolojik engel ne olursa olsun, bu sadece dayanıksız bir yapıdır. Atlamama seçiminden başkaca bir şey değildir, her an kendi kendini yok edecek bir kararla değiştirmekte özgür olduğu bir seçimdir. Kaygısı tam olarak, kendisini kalıcı olarak düzeltmesini, tanımlamasını, muhafaza etmesini ve korumasını istediği kendi kaderini tayin etme kararlarını kendiliğinden altüst edebileceğinin farkında olmasıdır.

Şayet bütün bunlar kulağa çok abartılı geliyorsa, o zaman insanların her zaman çeşitli şekillerde kendilerini yok etmeyi seçtiklerini, özellikle de umutsuzluk karşısında kendilerini yükseklerden atmayı seçerek, bunu akıllarına getirdiklerini bir düşünün. Elbette, sürekli olarak inşa ettiğimiz dayanıksız psikolojik korkuluklar bizi doğru yolda tutmaya yardımcı olur ve kendimizi bu korkulukların gerçek, bağımsız ve ihtiyatlı karakterimizin veya doğal olarak temkinli doğamızın özellikleri vb. olan varlıklar olduğuna ikna etmek için çok çalışırız. Genel olarak kaygıya karşı korkuluk görevi görürler; özgürlüğümüzün kendisini başka türlü olabileceği kadar açık bir şekilde görmediği, özgürlüğün içine yerleştirilmiş rahatlatıcı sis perdeleri olarak. Örneğin uçurumun kenarındaki bir adam, hayatta kalmak için güçlü içgüdüsü olduğuna inanmak istediği bir şeye odaklanırsa, kendini atlamakta özgür olduğu düşüncesinden ve bu farkındalıkla birlikte gelen endişeden uzaklaştırır. Bununla birlikte, tüm bu kendini oyalama ve kendinden kaçınma, iç koruma raylarına, özgürlüğü sınırlayan faktörlere ve sabit kişisel özelliklere olan bu tür inanç, varoluşçuların artık kötü niyet olarak adlandırdığı şeydir. Her ne kadar varoluşçular kötü niyeti hor görme eğiliminde olsalar da – bu bizim gerçek, özgür doğamızın inkârıdır – bir dereceye kadar kötü niyet, refahı ve hatta akıl sağlığını sürdürmek için hayati görünmektedir.

Yüksek bir binadaki ya da uçurumdaki kaygılı insan örneği, başta Jean-Paul Sartre olmak üzere Kierkegaard’dan sonra gelen çeşitli varoluşçu filozoflar tarafından yeniden formüle edildiği için varoluşçu çevrelerde epey meşhurdur. Kierkegaard’dan büyük ölçüde etkilenmiş olan Sartre, özgürlüğün tehlikeli deneylerini düşündüğümüzde yaşadığımız kaygıyı “olasılığın sersemliği“ olarak adlandırır ve “bilincin kendi kendiliğindenliğinden korktuğunu” söyler (Egonun Aşkınlığı, 1936, s.100). Varlık ve Hiçlik‘te (1943) Sartre, Kierkegaard’ın örneğini, kendisini korkuluksuz dar bir uçurum yolunda yürürken hayal ederek nakış gibi işler. Sartre, vertigosunun düşme korkusu olmamasına rağmen, kendisini uçurumdan düşmesine neden olabilecek tüm koşulları düşünürken bulduğu için, bunun kendisini daha en başında korku yoluyla açığa çıkardığını öne sürer. Kaçamak hareket etmeye başlar. Kenardan mümkün olduğunca uzak durur ve ayağını nereye koyduğuna dikkat eder. Davranışlarını hayatta kalma güdüsüne göre şekillendirir. Ancak, bu güdüyü benimserken, ilerledikçe, bunu yapacağına dair herhangi bir garanti olmaksızın, onu yeniden benimsemeye devam etmesi gerektiği giderek daha açık hale gelir. Gelecekteki davranışları, gelecekteki benliği hakkında hızla endişelenmeye başlar. Ya konsantrasyonunu kaybederse ya da kaçmaya karar verirse? Ya gelecekteki benliği onu şimdiye kadar koruyan hayatta kalma güdüsünü terk eder ve bunun yerine boşluğa adım atmaya karar verirse? Bu mümkündür ve bu olasılıktan duyduğu korku – gelecekteki benliğinden ve onun seçimlerini belirleyememesinden duyduğu korku – onun vertigosunu, kaygısını, Kierkegaardcı özgürlüğün sersemliğini oluşturur.


*Gary Cox, Birmingham Üniversitesi’nde Onursal Araştırma Görevlisi ve çok satan How to Be an Existentialist (Nasıl Varoluşçu Olunur?) ve yakın zamanda yayınlanan How to Be Good (Nasıl İyi Olunur) da dahil olmak üzere ondan fazla felsefi kitabın yazarıdır. Tüm kitapları Bloomsbury tarafından yayımlanmıştır.


Gary Cox – “Kierkegaard: Young, Free & Anxious”, (Erişim Tarihi: 12.08.2023)

Çevirmen: Ali Tacar

Çeviri Editörü: Ufuk Yazlık

Necmettin Erbakan Üniversitesi Almanca Öğretmenliği Bölümü 4. sınıf öğrencisi. Almanca ve İngilizceden felsefi ve edebi çeviriler yapıyor. Şiir ve öykü yazıyor. İlgi alanları; din felsefesi, epistemoloji, zihin felsefesi ve başta ontoloji olmak üzere felsefenin tüm alanlarıdır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Rey Mektebi’ne Konuk Olduk: Çağdaş Felsefeyi Tanımak ve Türkiye’de Felsefeci Olmak – Taner Beyter

Sonraki Gönderi

Felsefe Röportajları #12 Mehtap Doğan

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü